“Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer, kurtulmayı istemeyişi câhilliğindendir.”
“Bağını çöz, özgür ol ey oğul!”
“Yol odur ki gerçeğe ulaşsın.”
“Kendinden kendine seyahat yap ey hoca!”
“Seni, misafir etmek isteyen cömert Türk hakkında yanlış düşüncelere sapıp ona suç bulma; Hintli gibi de inatlaşma, SEN YOL ALMAYA BAK!”
MEVLÂNÂ
Yazı : Ercan Alkan – Fotoğraflar : Halit Ömer Camcı
- Yatay Boyut: Belh-Şam-Konya
Kimilerince İslam Kubbesi (Kubbetü’l-islâm) ya da Beldelerin Anası (Ümmü’l-bilâd) olarak da adlandırılan Belh şehri, tarihinde pek çok politik ve sosyal vakıaya şahitlik etmiş bir şehirdir. Belh’in Müslümanlarca fethiyle ilim ve irfan dünyasına açılması eş zaman dilimindedir. Özellikle Selçuklu devlet adamı Nizâmü’l-mülk’ün yaptırdığı medrese, kütüphane ve gözlemevleriyle şehrin çehresi değişmiştir. Selçuklular sonrası Harezmşahlar dönemi Belh’i de aynı kültürel hareketliliğin muhafaza edildiği bir merkezdir. Mevlânâ’nın doğduğu yıllar Harezmşahlar dönemi Belh’idir. Babası Bahâeddin Veled medrese sahibi itibarlı bir bilim adamıdır.
Anlatı kısaca şöyledir:
Sokakta bir gün arkadaşlarıyla birlikte iken arkadaşlarından birisi Celâleddin’e “Haydi gel, şu damdan ötekisine atlayalım” der. Celâleddin ise gülümseyerek: “Damdan dama atlamak kedi ve köpeklerin kolayca yapabileceği bir iştir.” karşılığını verir ve ekler: “Şayet gücünüz yetiyorsa gelin göklere uçalım, âlemleri seyredelim, ötelere seyahat edelim.”
Anlatı bizlere henüz çocuk denilebilecek yaşlarda onun yola koyulacağının işaretlerini vermektedir.
Bâhâ Veled ve Mevlânâ yola koyulacaklardır, terkedeceklerdir Belh’i sessizce kaderine.
Malum şehirlerin de kaderi var, akıbeti var.
Kimileyin şehrin maruz kalacağı istilalar ve istila sonrasında ortaya çıkacak bunalımlar ve krizler şehrin terk edilmesine, kaderiyle baş başa bırakılmasına zemin hazırlamaktadır. Ne yazık ki yaklaşan amansız tehlike terkedilen şehirler kervanına dâhil etmiştir Belh’i.
Seferin nereye olduğu mechul. Yegâne gaye yol almak. Yol alırken merak edılen en büyük soru(n) menzilin neresi olduğu.
Bâhâ Veled’e sorulur:
Nereden gelip nereye gidicisiniz?
Bâhâ Veled cevap verir:
Bizler Allah’tan gelip Allah’a gidicileriz.
Bizler mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gitmekteyiz.
Nişapur, Bağdat, Kûfe duraklarından sonra kervan Mekke’ye doğru hareket eder. Hac farizasından sonra Medine, Kudüs, Şam güzergâhından Malatya oradan Erzincan, Karaman ve nihayet Konya…
Konya’da karar kılınmasının hikmetini Hazreti Mevlânâ’nın dilinden Eflâkî şöyle nakleder:
“Hak Teâlâ’nın Anadolu halkına pek çok inayeti vardır. Ayrıca Sıddîk-ı Ekber Hazretlerinin duasıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke Anadolu ülkesidir, fakat bu ülkenin insanları mülk sahibi Allah’ın aşk âleminden ve bu derûnî zevkten çok habersizdirler. Sebeplerin hakîkî yaratıcısı Allah, hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizleri Horasan ülkesinden Anadolu vilâyetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünnî iksirimizden onların bakır gibi vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimyayı elde edip irfan âleminin mahremi ve âriflerin hem demi olsunlar.”
Şüphesiz her iki yöre insanı farklı karakteristik yapılara sahiptir. Konya halkı şiire düşkündür. Mevlânâ da onların gönüllerini almak için şiir söyler. Öte yandan Belhliler daha zâhidâne bir tutum sergilerler. Mevlânâ’nın çabasının dostlarının gönüllerini hoş tutmak olduğunu Fîhi Mâ Fîh’ten öğrenmekteyiz. “O kadar gönül alıcıyım ve gönül yapmayı isterim ki yanıma gelen şu dostların canları sıkılır korkusuyla şiir söylerim ve onların bununla oyalanmalarını dilerim. Yoksa ben nerdeyim, şiir nerde? Vallahi şiirden usanmışım ben; bence şiirden daha beter bir şey yok. Benim durumum şuna benzer: Birisi, konuğunun dileğine uyar da işkembeye el atar, onu yıkamaya koyulur; çünkü konuğun iştahı işkembeyedir. Bana da şiir söylemek gerek. İnsan, filân şehirde hangi kumaş gerek, hangi kumaşı alıyorlar; ona dikkat eder ve onu alır, onu satar; isterse o kumaş matahların en aşağısı olsun. Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şairlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, vaaz etmek, zahitlikte bulunmak, ibadetlere koyulmak gibi onların istediği şeylere sarılırdık.”
Mevlânâ’nın Konya dışına yolculuğu Halep ve Şam dolaylarına olmuştur. Amaç İslamî ilimlerde derinleşmektir. İslam hukuku, tefsir, hadis ve usul (metedoloji) ilimlerine yönelik dersler alınır. Şam’da bulunduğu sıralarda ruh ikizi Şems’le kısa anlık bir görüşmenin vaki olduğuna ilişkin rivayetler de söz konusudur. Bu görüşmeden yaklaşık 8 yıl sonra Konya’da Şems’le buluşma gerçekleşir ki bu Mevlânâ’nın seyr u sülûk-i rûhânîsinde “yanma” dönemine tekabül eder.
- Dikey Boyut: Hamdım-Piştim-Yandım
İlk dönem sufîlerine gezginler (seyyâhîn) denilmiştir. Çünkü zâhirden bâtına, sûretten manaya, kabuktan öze, varlığın merkezine, asl’a doğru seyr eder durur sufî. Başlangıç noktasıyla bitiş noktasında salınır durur. Özüne erer hasılı.
Yol (tarîk) ve yolcu (sâlik) sufîlikte önemli birer metafordur. Zira oluş âleminde herkes bir yerden bir yere gitmektedir. İnsanlığın Efendisi “Hepiniz birer yolcusunuz” buyurarak bu hakikate ne de güzel işaret etmiştir. Hiç şüphesiz her yolcunun biri diğerininkinden farklı olan mâ-cerâsı, menkıbesi, yol anlatısı vardır. Seyyah bilmelidir ki Mutlak Nihâî Gaye’ye ulaşan yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır. İşte bu yüzden olsa gerek her bir yolcunun farklı bir yol anlatısı mevcuttur. Cenâb-ı Mevlânâ kendi yol hikayesini bizlere şu beyitlerinde özetler:
“Hâsıl-ı ömrem se suhan bîş nîst
Ham bodem, pohte şoden, sûhtem.”
Yola koyulma ve yolda tutunmanın, yol kesicilerin (kutta’ı tarîk) tuzaklarından güvende olma ve yolda kalmamanın prensibi, evvel refîk (can yoldaşı) [sümme’t-tarîk]tir. “Pişme” ve “yanma” dönemlerinde Hazret-i Pir farklı can yoldaşlarına sahiptir. Babası Sultânu’l-ulemâ Bahâeddin Veled ile Seyyid Burhâneddin’in himmetli nefesleriyle pişen Mevlânâ, “büyük yolculukta kader arkadaşı” Tebrizli Şems’le karşılaştıktan sonra yanmıştır.
Bu buluşmanın bir “buluş”a (vücûd/vecd) kapı araladığını Sezai Karakoç’un Mevlânâ biyografisinden okumaktayız: “Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlânâ’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silahını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlânâ için monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlânâ öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî’nin varlıkları, aynı ruhun iki yüz ve bir elmanın, bir olmanın iki yarısı gibidirler.”
“Babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki; saçımın her telinde yüz bin Şems-i Tebrizî asılıdır.” diyen Mevlânâ Konya’yı terkeden can yoldaşı Tebrizli Şems’i bulmak arzusuyla Şam yoluna revan olur. Atının terkisinde aşk yükü ile can yoldaşı, dostunu aramaya koyulur. Fakat Tebrizli Şems sırra kadem basmış, artık kutlu sırlılar kervanına katılmıştır.
Her arayışın mutlak bir buluşla sonlanacağı sırrı kimsenin malumu değil.
Ama bulanların arayanlar olduğu sırrı da Mevlânâ’nın bilmediği bir hakikat değil vesselam.