Pazartesi , 25 Kasım 2024

Farklı İki Dünya: Portobello Road ve Camden Town

Londra’ nın batısında Notting Hill’de bulunan Portobello Road; antikacılarıyla, ikinci el eşya satan dükkanlarıyla, sahaflarıyla ve en önemlisi Cumartesi günü kurulan semt pazarıyla ünlü.

Yazı ve Fotoğraflar: Fatih Anderoğlu

İtiraf etmeliyim ki Londra semalarına girene kadar bu kadar yeşil bir şehir beklemiyordum. Simetrik olmasa da düzenli bir şehir, parklarda, sokaklarda ve evlerin arasında ağaçlar…

Heathrow Havaalanı’nın şehrin batısında olması ve pilotumuzun da inişe geçerken şehrin üzerinde turlamasıyla Londra’ yı önce havadan gezmiş oldum. Gözüme ilk çarpan Londra’ nın simgelerinden Tower Bridge ve hemen yanındaki Tower of London oldu. Thames Nehri üzerindeki onlarca köprüden en eskisi değil belki ama en meşhuru olan Tower Bridge’ in dikkatinizi çekmemesi mümkün değil. Yakınlardaki cam gökdelenlerden oluşmuş finans merkezi Canary Wharf ile birlikte Londra, her daim önemli bir şehir olduğunu ispatlar gibi. Havadan nehir boyunca ilerlemeye devam ederken mavi tonlu nehirler görmeye alışmış biri olarak Thames Nehri’ nin kahverengi suları beni hayalkırıklığına uğratıyor. Havadan şehre bakınca dikkatinizi çeken bir başka konu ise her tarafa yayılmış yemyeşil çim sahalar. Futbolun bu ülkede bu kadar sevilmesine şaşırmamak gerek.

Heathrow’ a iniyoruz ve pasaport kontrolü için sıraya girdiğimizde gelenler kadar karşılayanların da farklı olduğunu görüyoruz. Başında turbanıyla Hindu, Afrikalı ya da Uzak Doğulu pasaport görevlileri beni şaşırtıyor ama nüfusunun üçte birinden fazlasını göçmenlerin oluşturduğu bir ülke için normal karşılanmalı. Kaldı ki bu oran Londra için kat be kat daha fazla.

Londra’ ya gitmeden önce gidilecek yerler ile ilgili bir liste oluşturduğum için biran önce gezmeye başlamak istiyorum. Günlerden Cumartesi olması nedeniyle önceliğimi Portobello Road olarak belirledim.

Semt pazarı

Londra’ nın batısında Notting Hill’de bulunan Portobello Road; antikacılarıyla, ikinci el eşya satan dükkanlarıyla, sahaflarıyla ve en önemlisi Cumartesi günü kurulan semt pazarıyla ünlü. Metro ile Notting Hill Gate istasyonunda inip kalabalığı takip ederek ulaşabileceğiniz, rengarenk evleri ve cıvıl cıvıl insanlarıyla, gezmek ve fotoğraflamak için hayli keyifli bir yer. Güzel bir tesadüfle efsanevi Routemaster ile burada karşılaşıyorum ve bana sadece deklanşöre basmak kalıyor. Ellilerden bu yana Londralılara hizmet veren, “double decker” da denilen bu çift katlı otobüsler ne yazık ki 2005 yılından bu yana sadece 9 ve 15 numaralı hatlarda kullanılıyor. Onları görünce İstanbul’da bir zamanlar törenle son seferini yaparak kaldırılan tramvayın daha sonradan nostaljik tramvay olarak geri dönmesi aklıma geliyor ve belki diyorum, belki bir gün Londra’ nın simgesi olan bu kırmızı otobüsler yine yollara düşer. Şimdilik sadece Trafalgar ve Kensington arasında karşılaşabiliyorsunuz.

Notting Hill sokaklarında yürürken aynı isimli filmdeki tek sahnede mevsimlerin geçişi aklıma geliyor ve birden farklı bir dünyada hissediyorum kendimi. Evler birbirine bitişik pastel boyalar gibi dizilmişler. Kapısı, kanatlı pencereleri ve çatısı saksıda çiçeklerle süslenmiş masmavi bir ev illa önünden geçenlere poz veriyor. Kafelerin vitrinleri orijinal bir şekilde dizayn edilmiş ve sizi içeri çekmede çok maharetliler. Bir kafe, vitrinindeki Mini’nin içinde sergiliyor kruvasan ve kurabiyelerini… Ve Portobello Road; çoğunlukla iki katlı evlerin arasında ağaçlıklı, taş kaldırımlı uzun ince bir yol. Buradaki dükkanlarda ve Portobello Market’taki tezgahlarda yüzde yüz İngiliz malı porselenler ile taklit ürünleri ya da savaşlarda askerlerin kullandığı kıyafetler ile kürk mantoları bir arada bulabilirsiniz. Dükkan sahipleri ya da satıcıların birçoğu göçmenlerden oluşuyor ve aralarında Türkler de var. Vitrininde ve içerisinde yüzlerce dikiş makinesı olan bir mağazaya girip makineleri inceliyorum. Kıyafetlerden çok makineler çekiyor ilgimi. Etrafıma bakınca yalnız olmadığımı anlıyorum. Herkes fotoğraf çekmek için sıra bekliyor. Koleksiyonerler için cazip bir mekan Portobello Road için kullanılan bit pazarı ifadesi özellikle yolun sonunda kurulu pazardaki tezgahlar için geçerli. Koleksiyoner değilseniz bile bir şeyler biriktirmeye sevk ediyor sizi. Eski kitaplar, paralar, albümler, plaklar, filmler… aklınıza gelebilecek her şeyi satıyorlar. Hatta bazılarını çöpten yeni çıkardıklarını bile düşünebilirsiniz.

Bu uzun sokakta ilerlerken kültürler arasında yolculuk yaptığınızı hissediyorsunuz. Filistin, İtalyan, Fas ve Hint mutfağı, hepsi bir arada ve bulunduğu sokak gibi çok renkliliği temsil ediyor. Damağınıza uygun bir tat bulmakta zorluk çekmeyeceğiniz bir yer. Sokak sergilerinde Nutellalı krep yapanlar da var ve tabi önlerinde uzun bir kuyruk… Öğleden önce girdiğim Portobello’ dan akşama doğru çıkıyorum. Üzerime sinmiş sahaf ve yemek kokularıyla…

Portobello Road ne kadar renkliyse, Camden Town bir o kadar siyah, hatta kara bile denebilir. Her ne kadar bazı dükkanların duvarları çok renkli ve büyük ejderha, ayakkabı ya da oyun kağıdı gibi maketlerle kaplanmış olsa da dolaşanların çoğunun siyah giyinmesi de bunu pekiştiriyor. Siyah giyinseler de mavi, yeşil mor ya da simsiyah saçları ile kendilerini farketmenizi sağlıyorlar. Bugüne kadar gördüğünüzden daha farklılar ama asık yüzleri ile ortalıkta dolaşınca bakmaya çekiniyor insan. Londra’ daki en ilginç yerlerden biri Camden Town. Daha metro istasyonundan çıkışta bunu görebiliyorsunuz ve yürüdükçe iyiden iyiye kendini hissettiriyor. Kendimi o curcunada beyaz bir tüy gibi hissediyorum, kalabalığın rüzgarıyla sürekli yer değiştiriyorum sanki.

Her çeşit kıyafeti ve hediyelik eşyayı bulabileceğiniz dükkanlar, dövme ya da piercing yapan yerler ve dünyanın bildiğiniz ya da bilmediğiniz coğrafyalarına ait mutfaklar Camden’da yanyana duruyor. 20 yıl önce buraya yerleşmiş Karadeniz’li teyzeler kanalın hemen yanında Türk Bayraklı ve cami resimli tezgahlarını açmış gözleme ve döner satıyorlar.

Haftasonu kalabalık

Etrafta dolaşanların neredeyse tamamı metal, punk ya da gotik akımını kıyafet ve saçları ile temsil ediyor. Zaten geriye kalanlar da benim dahil olduğum turistler grubu. Haftasonu olduğu için yürürken ilerlemekte zorlanıyorum. Kalabalık, dükkanlardan sokaklara taşmış durumda. Hediyelik ya da hatıra diye satılan ürünlerin bir çoğu kalitesiz veya taklit ama fiyatlar pahalı ve pazarlık konusunda çok esnek değiller. Yoğun yemek kokusu arasından geçip kanala iniyorum. O sırada bir tekne denge havuzuna girmek üzere yaklaşıyor. Durup seyreden insanlara karışıyorum. Teknedekiler kanalın kapaklarını kendileri açıp kapatarak yollarına devam ediyorlar. Bu kanal, küçük köprü ve hatta tekne, Camden’da ama Camden’dan değil sanki. Suyun dinginliği bir nebze de olsa sizi alıp götürüyor. Arkanızda bıraktığınız gürültüden ve kalabalıktan uzaklaşıyorsunuz. Binaların arasından akan su Venedik’ i hatırlatıyor ama bu kanal kahverengi akıyor. Binaların tuğlaları gibi Londra’ da akan sular da kahverengi. Yine de beyaz ve kahverengi binaların aksi suya düşüyor. Hava kararmaya başlayınca dönmeye karar veriyorum, geldiğim yoldan yürürken bile hala insanların Camden’a doğru akın akın geldiklerini görüyorum. Bu sırada sokak çalgıcıları sanatlarını icra ediyorlar. Uzaktan metro istasyonunu görüyorum. Girişi yine kalabalık, zor da olsa içeri giriyorum. Metroya binince üzerime sinen kokunun sadece yemek kokusu olmadığını aslında taşı, duvarı ve yollarıyla Camden kokusu olduğunu anlıyorum. Kulaklığımı takıp gözlerimi kapatıyorum, o sırada ses geliyor “please, mind the gap between…”

Bu yazı 2011 yılının Ocak ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 47. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir