“Dünya bir kitaptır, seyahat etmeyen sadece bir sayfasını okur.” / Augustine
Yazı ve Fotoğraflar : SERPİL GÜL
Zaman zaman kendinizi giden bir uçağın arkasından bakarken bulduğunuz oldu mu hiç? Ya limandan ayrılan bir tekne veya yolcu gemisinin peşinden baka kaldığınız ve sonrasında onun ufukta yavaş yavaş kayboluşunu seyre daldığınız olmuş mudur? İstasyondan ayrılan bir trenin ardı sıra derin düşüncelere dalarak raylar üzerinde küçülüp gözden kayboluşunu izlemek size neler hissettirir? Neler düşünüp hissediyoruz böylesi anlarda, gidenin ardından tıpkı bir film karesi gibi gözlerimizin önünde yavaş yavaş uzaklaşıp küçülerek gözden kaybolduğunu seyre daldığımızda?
Çok şeyler anlatır bize bu tür anlar aslında. Hepimizin bu gibi anları yaşamışlığı vardır geçmişte. Duygu yüklü anlardır bunlar. Düşünce yüklüdür ve iz bırakan anlardır. Bir fotoğrafçı olarak sıkça gözlemlediğimiz insan halleridir; insanidir çünkü.. Bu tür kareler aslında sadece harika bir kompozisyon oluşturmaz biz fotoğrafçılar için, bir duyguyu aktarır; özlem gibi mesela.. Hatta bazen daha fazlasını, gurbet ve kavuşmak üzerine bir hikâyeyi anlatır veya hüzne bulanmış bir şiiri yahut da umut dolu, sitem dolu bir türküyü… Bir söylenmemişi, belki de bir yaşanmamışlığı anlatır tek kare ile izleyenlere… Fazla söze gerek yoktur; üstelik sözler zaten yetersiz kalır yansıtılanın hissettirdikleri yanında… Tıpkı sessiz sinema gibi doğrudan izleyenin kendi duygu ve düşüncelerine dokunur… Bu kimisi için ayrılık ve hüznü, kimisi içinse keşif ve umudu ifade eder… Uzaklaşan bir uçak veya balon, açılan bir tekne ve raylar üzerinde kaybolan trenler duygu yüklüdür çoğumuz için… İçimizdeki o gezgin ruhu uyandırır … Gitmek isteriz gidenle.. Ama nereye ve ne için?
Hepimizin içinde gezgin bir ruh vardır, bazılarımızın içinde ise biraz daha fazla. Kimileri kendini kaybetmek için düşer yollara, kimileri ise kendini bulmak için… Bazen bir arayıştır gitmek bazen ise kayboluş… Her halukarda bir muammayı çözme arzusu, bir bilinmeyene ulaşma arzusu vardır gidişlerde. Gidilen yerde bilinmeyeni keşfetme ve bilineni bilfiil yakından tanıma vardır.
Alışılmış, monotonlaşmış ve mekanikleşmiş bir düzenden uzaklaşıp ötekini deneyimleme arzusudur bu… Bazen macera içerir bazen de ticari, felsefi, ruhani sebepler… Sebebi ne olursa olsun bir şekilde insani bir sebeple düşeriz yollara. Gitmek isteriz varılmayana, ulaşılmayana; çıkmak isteriz bilinmeyeni keşif için yolculuklara… İnsanın özünde ve doğasında var hareket ve devinim. Tarihteki göçler ve keşifler bunun en büyük kanıtı olmuştur. İnsanoğlu, var oluşundan beri pek çok keşfe öncülük etmiştir ve yeryüzü pekçok önemli gezgin ve kaşife de ev sahipliği etmiştir.
Geçmişteki bu gezginlerden biri olan İbn-i Battuta aklımıza ilk gelen en önemli gezginlerden birisidir. Ömrünün büyük bir bölümünü yollarda geçirmiştir. Dünyayı dolaşmak için yola çıkmış olan bu seyyah yaptığı yolculuklarda 120.700 kilometre katederek benzersiz bir başarıya imza atmıştır. Ortaçağın en büyük gezgini olan İbn Battuta, İslam dünyasının seyyahı olarak da bilinir. İbn Battuta yaklaşık 30 yıl süren yolculuklarının ardından bulunduğu ülkelerin coğrafyasını, yaşayışını ve insanlarını kaleme alarak geriye ünlü “İbn-i Battuta Seyahatnamesi” adlı kitabını bırakmıştır. Bu kayıtlar 14. Yüzyıl dünyasına, özellikle de Ortaçağ İslam dünyasındaki yaşama ve kültüre ışık tutar.
Bir başka seyyah ise Venedik doğumlu hepimizin tarih kitaplarından bildiği Marko Polo’dur. O da İbn-i Battuta gibi uzun yıllar seyahat etmiştir. Tüccar ve kâşif olan babasıyla Akdeniz ve Karadenizi dolaşmış ve sonrasında Anadolu, Mezopotamya, İran, Türkistan, Pamir Dağları, Gobi Çölü’nü de aşarak Çin’e varmıştır. 20 yıl boyunca doğu ülkelerini dolaşmış ve O da gittiği yerlerin yaşayışını ve kültürünü “gördüklerimin sadece yarısını anlattım” dediği Marko Polo Seyahatleri kitabında kaleme almıştır.
İtalyan gezgin olan Amerigo Vespucci de 1499 yılında çıktığı ilk gezisinde ulaştığı Brezilya kıyılarının Hindistan olduğunu düşünmüş fakat yeni bir kıtayı keşfettiğini bir sonraki gezisinde anlamıştır. İkinci keşif gezisinde bugünkü Rio de Jenerio ile karşılaşmıştır. Daha sonra da Güney Amerika kıyıları boyunca ilerleyerek yeni bir dünyayı keşfettiğini fark etmiştir. Haritalara olan hayranlığı Vespucci’yi Amerika’ya ismini veren bir kâşif yapmıştır. Oysaki aslında Amerika kıtasını Amerigo Vespucci’den önce Kristof Kolomb keşfetmiş fakat kendisini Asya kıtasında zannetmiştir.
Hepimizin yakınen tanıdığı Evliya Çelebi de Kütahya doğumlu bir seyyahtır. Sarayda çok iyi şartlarda yaşarken gördüğü bir rüya üzerine yollara düşmüştür. Ve aslında onun bütün yolculuğu bir rüyanın peşinden giderek varlığın mana boyutunu arama çabasıdır..
İstanbul’dan yola çıkarak Ermenistan’dan Bulgaristan’a, Transilvanya’dan Baltık Ülkeleri’ne Avusturya’dan Kudüs’e kadar birçok yeri gezip 50 yıl boyunca dolaşmıştır. Onun da diğer seyyahlar gibi gezi notları vardır ve bunlar 10 ciltlik “Seyahatname’’ adlı kitapta toplanmıştır. Dünyayı baştan başa deniz yoluyla dolaşan ilk kaşif olan Macellan’ın şu sözleri oldukça etkilidir…
“Deniz tehlikelidir, fırtınalar korkunçtur ama bu engeller kıyıda kalmak için yeterli değildir. Sıradanlıktan farklı olarak, korkusuz bir ruh imkansız görünse de zaferin peşinde koşar… Demir bir irade, puslu geleceğin bilinmeyenini korkusuzca keşfetmek için en cüretli yolculuklara çıkar.” Ferdinand Magellan
Puslu geleceğin bilinmeyenini keşfetmek ifadesi oldukça güzel tasvir etmektedir bir gezginin insanlığa bırakabileceği değerli mirası.
Macellan’dan, Ay’a ayak basan ilk insan ünvanını kazanan Neil Armstrong’a kadar, Pasifi k Okyanusu’nu tek kişilik bir uçakla geçen ilk kadın pilot Amelia Earhart’tan yakın geçmişte 1999’da Breitling Orbiter-3 adlı balonuyla, 19 günde dünyanın çevresini torunu ile dolaşan gezgin Jean-Felix Piccard a kadar gelmiş geçmiş genç-yaşlı, kadın-erkek tüm kaşiflerin ortak noktası ise onların bu gezgin ruhlarıdır. Onların keşfetme arzusu ve bilinmeyene olan derin merakları insanlığa büyük değerler kazandırmalarına sebep olmuştur. Tıpkı Neil Armstrong’un Ay modülünden inerken söylediği o ünlü tarihi söz gibi: “İnsan için küçük, ama insanlık için çok büyük bir adım”dı.. Bu her bir gezginin varabildiği nokta.
Bu tür coğrafi mekanların ve kültürlerin farklı yaşamlarına dair keşiflerinin yanı sıra ruhani ve içsel sebeplerle yapılan yolculuklar da vardır…
Kendini bulmak, kendini kaybetmek ve kendini bütünleyerek yaratana manaya ulaşmak için yollara düşenlerimiz vardır ki bu gezgin ruhların seyahatleri daha çok kendilerine ve özlerinedir.
Kimileri için bir dağdır, tepedir bu sebeple gidilen yer; kimileri için bir mağaranın derinliği ve ıssızlığı… Kimisi için bir nehirde yıkanış ve yeniden doğuştur, yahut da bir şehirdeki kutsal bir taş veya duvar… Camiler, kiliseler, tapınaklar, dağlar gibi kutsal yerlerde ve ziyarethanelerde mana arar durur insanoğlu var oluşundan beri.. Mesela Nepal’de bir Budist tapınağında kendine yolculuk eder manaya ulaşır kimileri, kimileri ise hacda Mekke’de Kâbe-i Şerif’te veya Arafat Dağı’nda vakfeye durur… Kimileri kendi özüne doğru bir Mevlevihane’de yolculuk eder semaya dururken kimileri ise bir türbeyi ziyaretinde mekanın ötesine geçer. Sebebi ruhani de olsa beşeri de olsa bir felsefesi vardır gezgin olmanın; bir arayıştır, bir buluş, bir kayboluş vardır ve bir kendine dönüş vardır tarih kokan kültür kokan mekanlarda.. Tıpkı Rene Descartes’in dediği gibi “Seyahat, başka yüzyıllardan insanlarla konuşmak gibidir.”
İnsanoğlu varolduğu sürece devam edecektir bu seyahatlar… Bir Türk atasözünün dile getirdiği gibi “Seyyah için dünya geniştir”, hep bir göç, hep bir yolculuk, hep bir gidiş olacaktır… Belki de umutlu gidişler, hasret dolu hüzünlü gelemeyişlere gebe kalacaktır… İnsanoğlu var oldukça da biz fotoğrafçılar bunların yansımaları olan, henüz yazılmamış ve anlatılmamış hikayeleri fotoğraflayacağız; limanlarda, garlarda veya gökyüzünün sonsuz maviliğinde kaybolan uçakların kanatlarında…
GEZGiN RUHLAR – Bu yazı 2015 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 100. sayısından alınmıştır.