Bir rüyanın neden olduğu serüven, İstanbul’a en güzel camilerinden birini kazandırmıştır.
Yazı: Midhat Sertoğlu Kaynak: Yıllarboyu Yakın Tarih Dergisi / Temmuz 1978 – Sayı:4 Fotoğraflar: Alper İnan
Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u kuşattığı vakit şehri koruyan surları yıkmak için Marmara denizinden Haliç’e uzayan duvar hattı boyunca on dört batarya yerleştirilmişti. Her bataryada Türk yapısı dört top bulunuyordu. Macar mültecisi Urban’ın döktüğü büyük top da evvela Edirnekapısı hizasına getirilmişti. Batılı tarihçiler, bu topa büyük önem verirler ve şehrin alınışında birinci derecede rolü olduğunu ileri sürerler. Ancak bu topun dökümü hatalıydı ve fenni hesaplara dayanmıyordu. Bilindiği gibi bu yüzden birkaç atıştan sonra paralanmış ve dökücüsünü de parçalamış, böylece İstanbul’un alınışında bir tesiri olmamıştır.
İşte bu büyük topun yerleştirildiği yerde sonradan, bugün hala mevcut olan, Takkeci Camisi yapılmıştır. Bu caminin yapılışının garip bir macerası vardır. Yaptıran Topkapılı Arakiyeci, yani Takkeci İbrahim Ağa XVI. Yüzyılda yaşamış ve bu yüzyıl sonlarında vefat etmiştir.
İbrahim Ağa’nın Topkapı dışında bir evi ve Arakiyeciler çarşısında bir dükkânı vardı. Burada takke yaparak kimseye muhtaç olmadan, pek mütevazı şekilde geçinirdi. Bir karısı, bir kız ve iki oğlu vardı.
Üç Tane Üzüm Ye!
İbrahim Ağa, bir gece rüya gördü. Bu rüyasında kendisine: ‘Bağdat’a git, köprünün karşısında bir hurma ağacı ve buna sarılı asma vardır. O asmanın üzümünden üç tane koparıp ye. Senin kısmetindir.’ denildi.
İbrahim Ağa bu rüyaya pek ehemmiyet vermedi. Çünkü üç tane üzüm tanesi için, bilhassa güç şartlara katlanıp aylar boyu sürecek Bağdat yolculuğunu göze almak, bunun mali ve bedeni külfetlerine katlanmak aklın alacağı şey değildi. Lakin bir müddet sonra o rüyayı bir daha gördü ve sonra da Allah’ın günü aynı rüyayı görmeye devam etti.
Sonunda bu işin içinde başka bir iş bulunduğunu sezen Takkeci İbrahim Ağa, ne olursa olsun Bağdat yolculuğuna karar verdi. Hazırlığını yaptı, çoluk çocuğuna veda ederek yola çıktı. Uzun ve zahmetli bir kervan yolculuğundan sonra nihayet bir gün o zamanlar Bihiştabad (yani cennet gibi mamur) ünvanını taşıyan Bağdat şehrine vardı. Medinet’üs-Selam köprüsünden geçti ve köprünün karşısındaki bir aşçı dükkanına girerek karnını doyurdu. Sonra, biraz dinlenmek için heybeye yaslandı. O zaman tam köprünün karşısında bulunan bir hurma ağacı gözüne çarptı. Buna bir asma sarılmış ve üzüm vermişti. Hemen telaşla yerinden fırlayıp dışarı çıktı. Bu asmadan üç üzüm tanesini koparıp yedi, sonra geri dönüp eski yerine yerleşti.
O zaman yeşil sarıklı bir zat kendisine yaklaşıp Hz. Allah’ın selamını verdikten sonra; ‘Birader, yabancıya benzersin.’ dedi. İbrahim Ağa, ‘Evet İstanbulluyum. Bugün geldim.’ karşılığını verdi.
‘Peki demin telaşla fırlayıp şuradan üç üzüm tanesi kopardın ve yedin; sonra da için rahatlamış gibi gelip buraya yine oturdun. Ayıp değil ya, merak ettim. Bunu neden yaptın?’
Üç Küp Altın Var Dediler Ama..
İbrahim Ağa, macerasını anlatmakta bir mahzur görmedi; ancak adını vermedi. O zaman öbürü bir kahkaha attı: İlahi birader! Ne de saf adammışsın! Ben on senedir bir rüya görüyorum. Bana da ‘İstanbul’a git, orada Topkapı semtinde Arakiyeci İbrahim Ağa adlı birisi oturur. Evinin kömürlüğünde üç küp dolusu altın gömülüdür. Git al…’ diyorlar da hiç aldırış etmiyorum. Sen ise üç üzüm tanesi için ta İstanbul’dan Bağdat’a kadar gelmişsin.
İbrahim Ağa o zaman uyandı ve adama daha evvel kimliğini söylememiş olduğuna şürkederek kendisine veda edip hemen gerisin geriye yola çıkarak İstanbul’a döndü.
Bir gün evde kimsenin bulunmadığı bir sırada kömürlüğü kazarak hakikaten üç küp dolusu altın buldu. Duyulur da elinden alırlar diye tekrar üstünü örtüp kimseye bir şey söylememeye karar verdi. Bir kaç gün sonra işi karısı Emine Hatun’a açmayı düşündü. Sonra, evvela onun sır saklayıp saklamayacağını denemeye karar vererek bir tarafa çekti ve: ‘Hatun’ dedi. ‘Benim başıma garip bir şey geldi. Bu sabah sancılandım, sonra birdenbire sancım geçti. Aynı zamanda bir yumurta yumurtlamış olduğumu gördüm. Ama bunu sakın kimseye söyleme. Beni alaya alırlar, rezil olurum.’ Aynı zamanda kadıncağızın eline az evvel folluktan aldığı taze bir yumurtayı sıkıştırdı. Emine Hatun, biraz şaşırmakla beraber: ‘‘A, merak etme Ağam… Kimseye söylemem’’ dedi.
İbrahim Ağa o gün kuşluk vaktine kadar evinin bahçesinde oyalandıktan sonra merkebine binerek çarşıya yollandı. Ama o daha bahçeyle meşgul iken karısı komşusuna seslenip kimseye söylememek şartıyla o gün kocasının bir yumurta yumurtlamış olduğunu haber verdi. Tabi komşu hanım da aynı şartla başka bir komşuya, o da üçüncüye meseleyi anlattı. Haber o kadar hızla yayılmıştı ki, İbrahim Ağa çarşıya vardığı zaman arkadaşları tarafından tavuk ve horoz taklitleriyle karşılandığında durumu anladı. Bunun üzerine küplerden karısına bahsetmeyerek, altınları fırsat buldukça yavaş yavaş emin bir yere taşıdı. Sonra 1573 yılında bu para ile Takkeciler Camii ve sebilini yaptırmaya başladı.
Böylece, aynı zamanda, Türk çiniciliğinin en güzel örneklerini de ihtiva eden bu eser meydana geldi.
Camii, 1593 yılında tamamlanmış ve İbrahim Ağa da iki yıl sonra vefat ederek sebilin arkasındaki mezarlığa gömülmüştür. Kendisi Camii’nin idaresi için bir vakıf kurmuş bulunuyordu. Vefatından sonra karısı Emine Hatun, kızı Ayşe ve oğulları Halil Çavuş ve Mustafa Subaşı kendilerine düşen miras paylarını da bu vakfa ilave ettiler.
Hayırdır İnşallah! – Bu yazı 2013 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 79. sayısından alınmıştır.