40 Fotoğraf 40 Hikâye:
Yazı: Esra Bulut – Fotoğraflar: Gülnur Güner
Göç” basitçe, insanların yaşaya geldikleri yeri terk ederek devamlı olarak yaşayabilecekleri bir başka yere taşınması durumudur. Tarımsal faaliyetlerin sanayiye yönelmesi, sanayinin kentlerde yoğunlaşması, tarımda makineleşmenin getirdiği işsizlik ve hızlı nüfus artışı gibi nedenler Türkiye’de özellikle Cumhuriyet Dönemi sonrasındaki göçlerin ana nedenidir. Kasaba ve köylerden gelen göç dalgası, iş bulmak ve yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla yerleşim tercihini kentlere yöneltirken, kente olan rağbet 1950’lerden özellikle 80’lerden sonra kentsel nüfusta hatırı sayılır bir artışa neden oldu. 50’lerde Bakırköy’e bağlı olan Bağcılar da bu göç dalgasından nasibini alan ilçelerden birisidir. 92’de Bakırköy’den ayrılarak resmen ilçe olan Bağcılar, öncelerde bağ- bahçelerin bulunduğu, insanların evlerinin bahçesinde büyük baş hayvan beslediği, çamur içinde bir yerleşke iken şimdilerde hızlı bir değişim sürecine dahil gözüküyor. Değişimin nedenlerinden biri Bağcılar Belediyesi’nin halkın yaşam kalitesini arttırmaya yönelik yaptığı çalışmalardır. Bağcılar Belediye’sinin 2002 yılında uyguladığı kent bilgi sistemi sonuçlarına göre bölgede 32 bin kişi okuma yazma bilmediği ortaya çıktı. Karşılaşılan devasa rakamın ardından Milli Eğitim Bakanlığı ile Bağcılar Belediye’sinin ortaklaşa yürüteceği okuma yazma seferberliği hazırlıkları başladı. Ciddi bir emek sarfedilen proje 2004–2007 yılları arasında uygulamaya konuldu. Dolayısıyla belediyenin bu çalışması ilçede çevresel iyileştirme faaliyetlerinin yanında halkın eğitim seviyesini ve yaşam kalitesini yükseltmek için de çalışmalar yaptığının somut bir göstergesi oldu.
9 Haziran–4 Temmuz 2007 tarihleri arasında UlisFotoFest kapsamında Tophane’deki Tütün Deposu’nda gerçekleştirilen “40 Fotoğraf 40 Hikâye: Hem Okudum Hemi de Yazdım” fotoğraf sergisinin sahibi Gülnur Güner de, okuma yazma seferberliğine 2004 yılının aralık ayında saha öğretmeni göreviyle dahil olanlardan birisi. Sorumlu olduğu mahallelerde ev ve iş yeri taraması yaparak, insanların okuma yazma kurslarına katılmasını sağlamaya çalıştı. Bir ekip olarak gerçekleştirdikleri sokak taramalarının ardından yaklaşık 16 bine yakın kişiye ulaşarak bu insanların birinci kademe okuma yazma kurslarına katılımını sağladılar. “40 Fotoğraf 40 Hikâye: Hem Okudum Hemi de Yazdım” fotoğraf projesinin ortaya çıkmasına sebep olan 40 küsur insanla Güner’in tanışması bu kampanya vesilesiyle okuma yazma kurslarında oldu. Tanışmanın ardından çalışmasını “okul fotoğrafları” ve “yaşam” fotoğrafları diye ikiye ayıran fotoğrafçı iki farklı soru ile yola çıktığını vurguluyor. “Ortaya koymak istediğim projede iki soru vardı aslında. Birincisi bu insanlar neden okula gidememişlerdi? İkincisi şimdi hayatlarını nasıl devam ettiriyorlar, nasıl yaşıyorlardı? Nasıl yaşıyorlar sorusunun cevaplarına yaklaştıkça insanların göç hikâyelerine ulaşıyordum. Bu yüzden fotoğraflarla beraber göç hikâyelerini de kaydetmem gerektiğini zamanla anlamıştım. Kimi 9 ay önce göç etmişti, kimi 30–40 yıl önce. Hepsinin öncelikli ortak noktası İstanbul’a göç etmiş ilk kuşak göçmenler olmalarıydı”.
Erkekler köylerinde okul olmasa da civar köylerdeki okullara yollandıklarından, askerlik nedeniyle ya da çalışma hayatı içinde aktif olduklarından okuma yazmayı bir şekilde öğreniyorlar. “40 Fotoğraf 40 Hikâye Hem Okudum Hemi De Yazdım” projesine baktığımızda da okuma yazma bilmeyen kadınların erkeklere oranla daha fazla olduğunu görüyoruz. Fotoğrafçının görüştüğü kişilerden on üç tanesi erkek. Projeye konu olan genç erkeklerden “Şahin Yılmaz”, “Mustafa Cava” ve “Çetin Argiş”in hikâyelerine baktığımızda okulun uzak olmasından, öğretmenin kötü muamelesi-dayak- yüzünden okula gidememiş ya da okula başlayıp devam edememiş olduklarını anlıyoruz. “Şahin Yılmaz”ın hikâyesine biraz daha yakından baktığımızda ise 3 yaşlarındayken ailesiyle Batman’dan İstanbul’a göç ettiklerini ve İstanbul’da oldukları halde Şahin’in okula gidemediğiyle karşılaşıyoruz. Ailesinin okumasını çok istemesine rağmen birinci sınıfta okuldan kaçan Şahin, şimdi pişman olduğunu ve eğer okumuş bir insan olsaydı polis olmayı çok istediğini söylüyor. “Çetin Argiş” ve iki kız kardeşi ise aileleriyle beraber 90’larda uygulanan “köy boşaltma politikası” yüzünden zorunlu göçe maruz kalmışlar. Önce Mersin’e, 6 yıl orada kaldıktan sonra da İstanbul’a gelen ailede, Çetin kız kardeşleriyle birlikte göçle bozulan aile ekonomilerini düzeltme işini üstlenip çalışmaya başlamışlar. Okula gidemeyen bu kardeşler, ailenin en küçükleri olan Serap ve Ahmet’in eğitim masraflarını karşılıyıp eğitimlerini sürdürmelerini sağlıyorlar.
Kadınların okuma yazma bilmemelerinin nedenlerinin başında ise köylerinde okul olmayışı geliyor. Kendi köylerinde okul olmayınca aileler, kız çocuklarını uzak yerlere yollamak istemiyorlar. Fotoğrafçı bu durumu “Konuştuğum kişilerden özellikle 40–50 yaşlarındaki kadınlar çocukken köylerinde okul olmadığı için okuyamadıklarını ve bu gün hala köylerde okul olmadığını, çocukların taşımalı sistemle yakın köylerdeki okullara götürüldüğünü anlattılar. Yani 40 yıl önce de okul yoktu şimdi de yok, sorun bitmiş değil” şeklinde anlatıyor. Okuma yazma azlığının kadınlar üzerindeki etkisinin bu denli fazla olmasının diğer bir nedeni ise köylerde çocukların yapacak çok işinin olması. “Anneanne” adlı portrede işten dolayı ailelerin çocuklarını nasıl okula göndermek istemediklerini daha yakından görmek mümkün. Diğer bir dikkat çekici portre ise “Hayriye Üstün”e ait. “Hayriye Üstün”ün annesi henüz kendisine hamileyken altı yaşındaki ablası vefat ediyor ve ablasının nüfus cüzdanı Hayriye Hanım’a veriliyor. Okula gitme zamanı geldiğinde okula başlıyor ancak yaşı arkadaşlarına oranla daha büyük göründüğü için devam edemiyor. Hayriye Üstün bugün 60 küsur yaşında olmasına rağmen hala ablasından kendisine miras kalan nüfus cüzdanını kullanmaya devam ediyor.“
40 Fotoğraf 40 Hikâye Hem Okudum Hemi De Yazdım” projesindeki portreler dikkatlice incelediğinde karmaşık bir sürece tanıklık edildiği hissi kolayca oluşuyor. Güner “ Yaptığım çalışma, şehrin birçok sorununun ana unsurunu teşkil ediyor gibi görünen göçü, göçmenleri tanıma, anlama, anlatma çabasını içeriyor” diyor ve ekliyor “hikâyeler okunduğunda birçok “İstanbullu” ya da “şehirli” kendi hikâyesini, babasının yahut dedesinin hikâyesini okuyor, dinliyor, hatırlıyor gibi olacak bana kalırsa”. Portrelere yaklaştıkça bugün tehlike ve tehdit unsuru oldukları varsayılan ve önyargıyla yaklaşılan bu insanların hikâyelerinin aslında çok tanıdık olduğunu anlamak mümkün. Bu insanları ötekileştirip uzaklaştırmak yerine anlama çabası içinde olmak şüphesiz daha doğru. Hissiyatlarını belki de kendilerini ötekileştirenlere borçlu olan bu insanlar aslında arada ne denli büyük bir uçurumun oluştuğunun da farkındalar. Fotoğrafçı bu farkındalığa kurduğu bir diyalog sayesinde daha yakından tanıklık ediyor. “Okuma yazma kursiyerleriyle yaptığım kentlilik konulu seminerlerde şöyle bir soru soruyordum: sokakta gördüğünüz insanların şehirli ya da köylü olduğunu anlar mısınız? Konuşmadan, sohbet etmeden anlaşılmaz diyenler de oldu ama büyük oranda dışardan bakınca anlaşılır cevabı gelmişti. Peki, nasıl anlaşılır dediğimde çeşitli cevaplar alıyordum. Giyiminden, davranışlarından, kültüründen, konuşmasından… Mesela şivesiz konuşmayı şehirliliğin göstergesi olarak söylemişlerdi. Fakat bütün bu cevaplar içinde bana en ilginç geleni “yürüyüşünden” cevabı oldu. Şehirli nasıl yürür, köylü nasıl yürür diye sorduğumda, aslen Giresun’lu yaklaşık 55 yaşlarında olan bir kadın, şöyle dedi: “Köylünün omuzları düşük olur, sokakta omuzları düşük dolaşır”. Çok hazin ama göçmen psikolojisini anlatması açısından oldukça etkiliydi benim için”.
18 ay sadece çekimler ve fotoğraf seçiminin sürdüğünü anlatan Güner, filmlerin yıkanması, karanlık odada test baskıların alınması ve hikâyelerin yazılmasıyla beraber “40 Fotoğraf 40 Hikâye Hem Okudum Hemi De Yazdım” projesinin iki yıllık bir çabanın ürünü olduğunu söylüyor.
Konunun hassasiyeti ile fotoğrafçının vizörü arasındaki mesafe “40 Fotoğraf 40 Hikâye Hem Okudum Hemi De Yazdım” projesinde yalınlık kelimesiyle çözülüyor. Tüm portreler bulundukları mekân ile anlamsal bir bütünlük içerisindeler. Bu bütünlük konu ile ilişkilendirildiğinde fotoğrafçının işe başlamadan önce sorduğu “nasıl yaşıyorlar” sorusu ile de kurduğu bağı güçlendiriyor. “Nasıl yaşıyorlar” sorusunun insana olan yakınlığının rahatsız edici boyutlara ulaşmaması bu projenin aslında en hassas kısmı.
Fotoğrafçı bu noktada insanlara nasıl davranacakları konusunda müdahale etmediğinin altını çiziyor. “Bu insanları ele alırken tepeden bakmamaya, yargılamamaya özen gösterdim, içeriden bakma çabasında oldum. Amacım toplumsal bir duyarlılık oluşturmaktı ama ajite etmeden. Yaşam koşulları ne kadar zor olursa olsun bu insanlar dik durmayı bir şekilde başarıyorlardı bana göre. Bu inançlarıyla, çevresel destekle ya da yaşama umutlarıyla ilgili olabilir. Zaman zaman kendimi hırsız gibi hissettiğim de oldu. İnsanların evlerine girip özel hayatlarını çalan bir hırsız gibi. Hissettiğim bu duygudan ötürü gidip fotoğraflar çekip oradan uzaklaşmak yerine daha insani bir çizgiyi muhafaza etmeye çalıştım.”.
Fotoğraf, şüphesiz toplumsal olanı ortaya koymada en etkili araçlardan bir tanesi. Belgesel kelimesiyle kurduğu ilişkide ise sadece fotoğraf olmanın çok ötesinde bir anlama ulaşıyor. Belgeliyor, tanıklık ediyor, bir köprü kuruyor, zamanı birbirine bağlıyor. “40 fotoğraf 40 hikâye hem okudum hemi de yazdım” projesi de bu anlamda açık bir kapı bırakıyor ardında. Fotoğraflar teker teker bir diyalog başlatıyor. Fotoğrafçının bir duruma tanıklık etmesi ile başlayan serüvene dahil oluyoruz. Aradaki bir çok diyaloğu belki kendimizin anlayacağı bir dile çevirip kendi kendimizi dahil ediyoruz sürece. Bizim dışımızdakilerle bir köprü kuruyoruz. Bir taraftan eğitim konusu hakkında fikir edinirken diğer taraftan göçle gelen insanların yaşantılarına şahit oluyoruz. 2010 Avrupa Kültür Başkenti olacak İstanbul’un “varoş” olarak nitelendirilen Bağcılar İlçesi’nde gündelik hayatlara ilişiyoruz ve sorunlarını naif bir sesle dinliyoruz. Gerçeğin hüznü içimize otururken portrelerin satır aralarındaki boşlukları dolduran keskin fotoğraf kareleri sosyolog bir fotoğrafçı gözünden tarihe bir not daha düşürüyor.
***Bu projede yaşam okulundan aldıkları dersten yapabildikleri çıkarımlar kılavuzluğunda hayatlarını sürdüren, kimi henüz çocuk, kimi genç, kimi de yaşlı 40 küsur kişinin hikâyesi, 40 panoda anlatılmaya çalışıldı.
Bu projede yaşam okulundan aldıkları dersten yapabildikleri çıkarımlar kılavuzluğunda hayatlarını sürdüren, kimi henüz çocuk, kimi genç, kimi de yaşlı 40 küsur kişinin hikâyesi, 40 panoda anlatılmaya çalışıldı.
Zamanında neden okula gidemediler, şimdi nasıl yaşıyorlar türünden sorularla şekillenen “40 Fotoğraf 40 Hikâye: Hem Okudum Hemi de Yazdım ” projesi, İstanbul’un Bağcılar* ilçesinde uygulanan, yetişkinlere yönelik Okuma Yazma Kursları kampanyasında ortaya çıkmış bir çalışmadır. İlçede 32 bin okuma yazma bilmeyen kişinin olduğu tespit edildi. 2005–2006 yıllarında 4’er aylık kurslar şeklinde gerçekleştirilen kampanyaya ilçe sınırları içinden yaklaşık 20 bin kişi katıldı.
Bu insanların okula gidememişliklerinin yanında, ekonomik açıdan dar gelirli insanları temsil ediyor olmaları ve 2005 yılında İstanbul’un Bağcılar ilçesinde yaşıyor olmaları gibi birçok ortak nokta tespit etmek mümkündür. Fakat bu ortaklıkların bana göre en önemlisi, hepsinin İstanbul büyük şehrine göç etmiş ilk kuşak göçmenler olmasıdır. Temelde projeyi var eden şey de, okulsuzluğun daha ziyade köylerde yaygın olduğu düşünüldüğünde, esasen onların göçmenlikleridir. Dolayısıyla eğitim ana konusunun yanında ikinci önemli konu göç; yani farklı kültürel kimlikler, yoksulluk, yoksunluk, gelenek-görenek, çocuk işçiler ve bütün bu durumların kentle ilişkisi yani kentlileşme olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında projenin göç ve kentlileşme konusundan hareketle eğitimi ele aldığı da çok rahat düşünülebilir.
Bazılarının hikâyesi dramatik hatta trajik boyutlarda olmakla beraber okul göremedikleri için ilim sahibi olamamış fakat genelde irfan sahibi bu insanlarla; tanışma ve karşılaşma fırsatı vermesi bakımından bu proje hayatımda çok özel bir yere sahiptir. Bana güvenip evlerini ve yaşamlarını açtıkları için hepsine teşekkür ederim.
Gülnur Güner
Hem Okudum Hemi de Yazdım – Bu yazı 2007 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 7. sayısından alınmıştır.