Cumartesi , 23 Kasım 2024

İstanbul’da Bir Oyuncak Müzesi

Yazı ve fotoğraflar: Önder Kaya

İlginçtir ki çocuklar, hem bir ülkenin geleceği olarak kabul edilir hem de onlar için çok az şey yapılır. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlayarak dünyada bir ilke imza atan ülkemizde, 2005 yılına gelene kadar bir oyuncak müzesinin olmaması da bu anlamda son derece düşündürücüdür. Üstelik bu müze zengin bir müteşebbisin ya da resmi kanalların eliyle değil, oyuncak sevdalısı, romantik bir “şair-yazar”ın girişimleriyle ortaya çıkmıştır. Halbuki Batı ülkelerindeki çocuk müzelerinin ilk örneklerine, 19. yüzyıl sonlarından itibaren tesadüf olunur. 1899’da Brooklyn Çocuk Müzesi açılır. Dünya üzerinde bugün 250’nin üzerinde çocuk müzesi bulunmakta.

Oyuncak, belki de dünyanın en eski objeleri arasında sayılabilecek bir malzeme. Öyle ki tarihi MÖ. 500’lere kadar gidiyor. Yapılan arkeolojik çalışmalar belki de bu tarihi çok daha eskilere taşıyacak. Ne de olsa çocuğun olduğu yerde, oyuncağın olmaması pek akla yakın gelmiyor. MÖ. 5. yüzyılda ilk olarak Mısır’da çocukların tahta atlarla oynadıkları, sonraki dönemlerde Yunan, Roma ve Çin gibi büyük uygarlıklarda da kil, tahta gibi malzemelerden elde edilen oyuncakların kullanıldığı biliniyor. Avrupa’da ise 18. yüzyılın sonlarında başlayan Sanayi Devrimi’nin etkisiyle seri oyuncak üretimine geçilmiştir. 19. yüzyılda hatırı sayılır oyuncak fabrikaları boy göstermeye başlar. Üretilen oyuncaklar, aynı zamanda dünyadaki siyasi ortamdan da nasibini ziyadesiyle almaktadır. İkinci Dünya savaşı öncesinde imal edilen oyuncaklarda, ülkelerin kendi propagandalarına rastlanır. Oyuncak gibi masum bir obje, ülkelerin kirli çıkar hesaplaşmalarını yetişen yeni nesle meşru gösterme çabasına dönüşür. İkinci Dünya Savaşı yıllarında oyuncak üretiminde doğal olarak ciddi düşüşler yaşanır. Hatta bu devrede oyuncak fabrikalarına hükümetlerce silah üretimi amacıyla el konulduğu için, ev üretimi oyuncaklar devreye girer. İkinci Dünya Savaşı’nın mağlup devletleri olan Batı Almanya ve Japonya, 1950’lerden itibaren toparlanma süreci içine girerek oyuncak üretiminde başat ülkeler durumuna gelirler. Halihazırda dünya oyuncak pazarının büyük bir kısmını Çin, Japonya, Tayvan, Singapur gibi ülkeler ellerinde tutmaktadır.

Ülkemizde oyuncak denilince ilk akla gelen yer ise doğal olarak Eyüp semti ve Eyüp oyuncakçılarıdır. Her ne kadar tarihsel köklerinin hangi zamana kadar uzandığı tam olarak bilinmese de, sünnet olacak çocukların teberrüken Eyüp Sultan’a götürülmesi ve sünnet öncesi bu kutsal mekanda dua edilmesi adeti, muhtemelen oyuncakçıların burada toplanması ile doğrudan alakalı olsa gerek. Kendi ürettikleri oyuncakları satan bu meslek erbabı, Eyüp iskelesinden, camiye kadar olan saha da sağlı sollu dükkanlarda sıralanmışlardı. Günümüzde her ne kadar sünnet çocukları Eyüp Sultan’ı ziyarete devam etseler de, oyuncak dükkanların yerinde hacı malzemeleri, ya da dini CD, kitap vs. satan dükkanlar var. Halbuki Eyüp’teki oyuncakçılık geleneğinin kökleri çok eskilere dayanmaktaydı. Nitekim Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde bu oyuncakçıların sayısı 100 dükkan ve 105 nefer olarak verilir. En çok satışı olan oyuncaklar ise üzerine küçük ayna parçacıkları yapıştırılan kilden testiler ve bardaklar, topaçlar, kaynana zırıltıları, hacıyatmazlar, şakşaklar, boyalı aynalar, tahta kılıçlar ve içine su konularak öttürülen küçük toprak testilerdi.Eyüp’te üretilen oyuncaklar malını Eyüp’ten alan ve sur içini ya da sayfiye yerlerini dolaşarak satış yapan seyyar satıcılara da geçim kapısı olurdu. Yine taşraya oyuncak sevkiyatı da buradan yapılırdı. Söz konusu durum 19. yüzyıla kadar devam etti. Bu dönemde Avrupa’da sanayi alanında yaşanan gelişmeler, Osmanlı ekonomisini ve doğal olarak Eyüp oyuncakçılığını da vurdu. Kapitülasyonlar nedeniyle düşük gümrük duvarlarına, Avrupa’daki fabrikasyon üretimin getirdiği ucuzluk da eklenince, Eyüp oyuncakçılarının hitap ettiği piyasa hızla daraldı. Buna rağmen 1950’lere kadar İstanbul folklorunda Eyüp oyuncakçıları kayda değer bir figür olmaya devam ettiler. Oyuncak tarihi ve Eyüp oyuncakçıları hakkındaki bu kısa girişten sonra gelelim Göztepe’de Sunay Akın’ın ailesine ait restore edilmiş bir köşkte açılan müzemize. Her şeyden önce bu denli orjinal bir konuyu içeren müzeyi mutlaka görmenizi tavsiye etmekle işe başlayalım. Müzeye ulaşım çok kolay. Benim gibi toplu taşıma vasıtalarını kullanacaksanız (ki İstanbul trafiğinde bu sizi rahatlatan bir yöntem olabilir) Haydarpaşa’dan Gebze trenine binip Göztepe istasyonunda indikten sonra gar binasının tam karşısındaki sokaktan beş dakika yürümek suretiyle müzeye ulaşabilirsiniz.

Toplu taşıma vasıtası olarak minibüs ya da otobüsleri de tercih edebilirsiniz. Ancak bu tercihiniz yolunuzu biraz uzatır. Müzenin önünde sizi üç zürafa heykeli karşılıyor ki, bu heykeller ayrıca gece vakti sokak lambası vazifesi de görüyor. Sunay Akın zürafaların sebeb-i hikmetini, Erenköy’deki eski bir anıyı yaşatma girişimi olarak açıklar. Bu semtte Mecmua-i Fünun adlı derginin de yayıncısı olan Münir Paşa’nın bir köşkü vardır ve köşk, bahçesindeki zürafa heykeli ile tanınır. İşte bu üç heykel, kentteki çarpık yapılaşmadan nasibini alarak ortadan kalkan bir güzelliğin anısını yaşatmak amacıyla dikilmiştir. Müzenin açılış nedenini hemen girişte edinebileceğiniz bir kitapçıkta Sunay Akın, bir anısı üzerinden açıklar. Küçük yaştan itibaren oyuncakların sihirli dünyasına hayran olan yazar, 1990’da gittiği Nürnberg’de bir oyuncak müzesi ile karşılaşınca oldukça şaşırır. Sonrasında gittiği her ülkede var olan oyuncak müzelerini gezer. Önce müzayedelerden sonradan internetteki açık arttırma sitelerinden oyuncak toplamaya başlar ve Türkiye’de de böylesi bir müzenin kurulması için kollarını sıvar. Aslında iyi de eder. Son derece zengin bir kültürel birikime sahip bu coğrafyada özel konulara hasredilmiş müzelerin olmaması son derece üzücüdür. Binbir emekle kurulan bu tarz müzeler de ne yazık ki kurucusunun ölümünden ya da maddi darboğaz yaşanmasından dolayı uzun soluklu yaşayamaz. Sunay Akın’ın kurduğu müzede bugün, 4000 parçaya yakın oyuncak ziyaretçilerini bekliyor. Müzenin bahçesi de son derece eğlenceli biçimde tertiplenmiş. Bahçede sizi Türk mizahının iki dev ismi olan Keloğlan ve Nasreddin Hoca’nın heykelleri karşılıyor. Zaten müze de logosunu bu iki kahramandan almış. Şöyle ki; ambleme dikkatli bakacak olursanız sallanan bir tahta eşeğin üzerine Nasreddin Hoca misali ters oturmuş ve son derece eğlenen bir Keloğlan figürü ile karşılaşırsınız. Oyuncak müzesi altı kattan oluşuyor. Girişin altında iki kat ve üzerinde de üç kat var. Müzeden içeri girer girmez çocukluğunuzun anıları içinde kayboluveriyorsunuz. Hatta belki de denilebilir ki müze, çocuklardan çok yetişkinlere hitap ediyor. İçeriyi gezerken bazı çocukların “hiç renkli ve hareketli bir şey yok” diye söylenmelerine bizzat şahit oldum. Bazı aileler ise camekanların önünde duruyor ve çocuklarına hararetli hararetli gösterdikleri bir oyuncakla ne şekilde oynadıklarını anlatıyorlardı. Çocukların bir kısmı onların heyecanına ortak olurken, bazı çocuklar farklı kanallarda hala yayınlanan çizgi film kahramanlarının yarım asır önceki hallerinin karşısına geçip uzun uzun incelemeyi tercih ediyorlar. Bu durumun farkına Sunay Akın da varmış olacak ki, bu konuda şunları söylüyor; “Oyuncak müzelerini ilk kez ziyaret eden küçük misafirler, camekanların arkasında onlara gülümseyen oyuncaklara ulaşamazlar. Bu nedenle de ilk deneyimlerinde umduklarını bulamayabilirler. Ama daha sonraki gelişlerinde müze kültürünü öğrenecekler ve aynı arkeoloji müzelerinde olduğu gibi, bu nesnelerin bir oyun aracı değil, bir tarihi eser olduğunu kavrayacaklardır”. Müzenin ilk katında hediyelik eşya reyonu ile karşılaşıyorsunuz. Gezi sonrasında üzerinde müzenin logosu olan bazı anı eşyalarını buradan temin edebilirsiniz. Bu katta benim en çok ilgimi çeken oyuncakların başında 1960’lı-70’li yıllarda yapılmış ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerini temsil eden folklorik bebekler çekti. Bu kattaki Karagöz karakterleri de dikkat çekiyor. Gölge oyunu karakterleri müzeye Prof. Kenan Akyüz’ün bağışı. Müzeye tek katkıda bulunan Kenan Akyüz değil. Yine bu katta Müjdat Gezen’in oyuncakları da sergileniyor. Ünlü tiyatrocu, müzeye verdiği oyuncaklarının sergilendiği vitrine “oyuncu olmasaydım çocuk olmak isterdim oyunlar oynamak için” şeklinde bir notu iliştirivermiş. Tarih 2005. Üst katlarda ise Nazım Hikmet reyonu var. Birinci katta benim gibi “yolun yarısını” yaşayan kişilerin tatlı bir tebessümle hatırladığı eski bir dostla da karşılaşıveriyorunuz. Sağlı sollu eski oyuncakçıların, seyyar oyuncak satıcılarının sıralandığı koridorun karşısındaki camekanda, “Cin Ali” kitabı selamlayacaktır sizi. İlk kez 1969’da yayınlanan bu kitap, kim bilir kaç Türk çocuğunun okuma yazma öğrenmesinde etkin rol oynadı. “Cin Ali”lerin tam karşısında ise “Eyüp Oyuncakçısı” adlı bir reyon bulunuyor. Yaşlı bir oyuncakçı, önündeki çaya aldırış etmeden, küçük bir çocuğun hayran bakışları arasında bir oyuncak imal ediyor. Yine bu katta erkek çocukların olmazsa olmazı vahşi batı odası ile itfaiye odası bulunuyor. İkinci kata çıkınca koridorda dini inanç temalı bir vitrinle karşılaşıyorsunuz. Bu vitrinde hem batı hem de doğu kültürünün esintileri var. Belki de bu oyuncaklar arasında en ilginci “Nuh’un Gemi”si. Gemi, yolcuları olan hayvanlarla birlikte gayet ustaca yapılmış. Hemen üstünde ise Mevlana ve semazenler yer alıyor. Spor odasındaki en ilginç objelerden biri ise Halit Kıvanç’a Brezilyalı ünlü golcü Pele’nin imzaladığı top. Pele, bu topu 1958’de İsveç’te düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonası sırasında imzalamış. Tren odası da ayrıca gezilmeli. Odanın içi bir tren kompartımanı gibi dizayn edilmiş. Ayrıca odada size bir tren sesi efekti de sürekli eşlik ediyor. Buradaki parçalar Devlet Demir Yolları’nın Sakarya Bakım ünitesinden sökülmüş ve bir tarafa ayrılmış aksesuarlardan oluşturulmuş. Odadaki trenler sizi hem San Fransisko’ya hem de Ankara’ya götürüyor. Daha doğrusu hayalleriniz hangisini isterse. Hastane ve polis odası ile sirk odası da bu katta. Sirk odasını gezerken burada bulunan bazı bebeklerin saçlarının, küçük çocukların saçlarından imal edildiğini öğrenmek ilginç geliyor. Özellikle 20. yy başlarında çoğu fakir aile, kızlarının saçlarını kestirerek oyuncak fabrikalarına satma yoluna gidiyormuş. Harita odası adını muhtemelen duvardaki büyük haritadan alıyor. Burada denizaltı ve gemi temalı oyuncaklar sergileniyor.

Üçüncü katın ağırlığını ise asker odası ile uzay salonu teşkil ediyor. Asker salonunda bulunan ve Nazilerin geçiş törenini gösteren kısım ise oldukça manidar. Bu kısımda Nazi askerlerinin gamalı haç altında geçiş törenine şahit olursunuz. Oyuncakların üretim tarihinin 1939 öncesi olduğunu öğrenince, aslında 2. Dünya savaşına oyuncak endüstrisinin çok önceden girdiğini görüyorsunuz. Yine bu reyonda iç burkan oyuncaklardan birisi de B-29 Bombardıman uçağı. Bu uçak 1945 ortasında Hiroşima ve Nagazaki’de on binlerce çocuğun hayatını söndürmüştü. Kaderin bir cilvesi olarak çocuk oyuncağı şekline sokulmuş ve bir eğlence aracı haline getirilmiştir. Daha çok erkek çocukların tercih ettiği bu oyuncaklar, savaşın küçük zihinlerde ne kadar sıradanlaştırıldığını da gösterir. Belki de bundan dolayı Cengiz Bektaş şu satırları kaleme almış olsa gerek;

“İNANMAYIN İster Çelik İster Plastik Tahtadan Kağıttan Işıktan Utanıyorum silahlarınızdan İnanmayın çocuklar Yalan Çiçek atmadı hiçbir silah hiçbir zaman” “Uzay odası”nın tasarımı diğer odalardan biraz daha farklı. Burada adeta uzay tarihinin kısa bir özeti var ve çocukların da epey dikkatini çekiyor. Uzaya fırlatılan ilk yapay uydu olan Sovyet yapımı Sputnik’ten, uzaya çıkan ilk insan olan Yuri Gagarin ve uzay gemisi Vostok’a ya da aya ilk ayak basan insanı taşıyan Amerikan yapımı Apollo 11’e varıncaya kadar uzay tarihinin dönüm noktalarının yansıtan oyuncaklara tesadüf edebilirisiniz. Bu yanıyla müze eğlendirici olduğu kadar öğretici de. Bu katta ayrıca önemli çizgi roman kahramanlarının (Mickey Mouse ve Temel Reis) yanı sıra Hollywood yıldızlarının bez bebeklerini de görmek mümkün. Dördüncü kat ise çatı katı olarak dizayn edilmiş. Son derece küçük olan bu alanda çeşitli nedenlerden dolayı sergilenemeyen oyuncaklar tutuluyor. Yani işlevi itibariyle de gerçek anlamda bir çatı katı. Müzenin en alt katında yetmiş odalı bir sinema ve konferans salonu var ki çok şık dizayn edilmiş. Yine tuvaletler de burada bulunuyor. Ancak tuvalet deyip geçmeyin. Sizi tuvalete ulaştıran koridor, bir denizaltı gibi düzenlenmiş ve sağda solda değişik objeler size eşlik ediyor. Tuvalete girdiğimde, yine son derece eski bir çöp kutusu görmek beni oldukça şaşırttı. Duvarlar da oyuncak temalı fotoğraf ve kartpostallarla süslenmiş. Eee müzeyi dolaştıktan sonra acıktıysanız, o zaman giriş ile bodrum kat arasında bulunan kafeteryaya geçebilirsiniz. Aynı zamanda son derece güzel bir yazlık bahçeye de sahip olan kafeteryada değişik içecekler eşliğinde hafif yiyeceklerle yorgunluk atabilirsiniz. Oyuncaklar ve objeler burada da peşinizi bırakmıyor. Oyuncaklara ilaveten mutfak objeleri, çeyrek asır öncesinin bulaşık, deterjan ürünleri değişik camekanlarda sergileniyor. Hasılı burada saatlerce vakit geçirmek mümkün. Müzeden ayrılırken siz de benim gibi buranın sembolü olan zürafalarla ya da bahçedeki Nasreddin Hoca ve Keloğlan’la hatıra fotoğrafı çektirmeyi unutmayın. İstanbul’da en çok hasreti çekilen böylesi özel temalı müzelerin yaygınlaşması dileğiyle yazımızı sonlandıralım.

İstanbul’da Bir Oyuncak Müzesi

Yazar : ÖNDER KAYA

1974'te İstanbul doğumlu. Öğretmen, araştırmacı-yazar ve tarihçi. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesinde yüksek lisansını yaptı. Öğretmenlik hayatına Robert Koleji'nde devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir