Cuma , 22 Kasım 2024

Jaguarın İzinde

Birkaç yıl öncesine kadar nerede olduğunu bilmediğim bir yerdi Pantanal. Doğa tutkum 2004 yılında beni Amazon’a kadar götürmüştü; Brezilya’dan ayrılırken yaban hayatın nabzının attığı bu ülkeye tekrar yolumun düşeceğine dair kuvvetli bir his vardı içimde. Büyük kedilerin en gizemlilerinden biri olan jaguarın “memleketi” olan Pantanal’ın methini iş yerinde ziyaretime gelen bir dostumdan dinledikten sonra yeni bir Brezilya seyahatinin planlarını yapmaya başladım.

Yazı ve Fotoğraflar: Prof. Dr. Gürkan Öztürk

Pantanal’ın Yaban Hayatı

Dünyanın farklı yabani yaşam alanlarına yaptığım seyahatlerde uyguladığım ve hep iyi sonuç aldığım yöntemle önce Pantanal’a tur düzenleyen yerel firmaları araştırmakla başladım işe. Bu süreçte online kaynakları iyi kullanmak, tecrübelerini paylaşan kişilerin yorumlarını incelemek, amacınıza, sürenize, kesenize ve kafanıza en uygun programı bulmak için dikkatli bir analiz yapmanız çok önemli. Tur firmasının kalite ve güvenilirliğine emin olduktan sonra geriye karşılıklı yazışmalar ve rezervasyon işlemleri kalıyor. Bu bir kaç gün süren araştırma ardından aday firmaları ikiye indirdim; ancak yazışmaların sonucu hayal kırıklığıydı, rezervasyonlar aylar öncesinden dolmuştu.

Pantanal Brezilya’nın orta-batısında, Bolivya ve Paraguay sınırında, yaklaşık 200 bin kilometre karelik bataklık bir bölge. Hemen kuzeyinde bulunan Amazon’un bitki örtüsü buralara doğru sarkıyor olsa da Batı, Güney ve Doğu’da daha kuru karakterli ormanlar ve savanalarla çevrili. Bölge başta Paraguay Nehri olmak üzere büyük akarsulardan hayat buluyor ve yağmur mevsiminde büyük oranda sular altında kalıyor.Yuvarlatılmış rakamlarla 1000 kuş, 400 balık, 300 memeli, 500 sürüngen ve 9000 omurgasız hayvan türüyle Pantanal yaban hayatın anavatanlarından birini oluşturuyor. Tüm bunların arasında en özel olanı jaguar; dünya üzerinde bu muhteşem hayvanın doğal ortamında görülebileceği yegane yer burası. Bunun için en uygun zaman ise nehir seviyelerinin düştüğü, jaguarın avlanmak ve su içmek için nehir kıyısına indiği, ağustos – ekim ayları arasına denk gelen kurak kış mevsimi.

 

Geçen yıl rezervasyon için geç kalmıştım; bu yıl erken davrandım ve 21-26 Ağustos tarihlerindeki bir jaguar gözlem turuna üç ay öncesinden kaydımı yaptırdım. Bir Türk olarak pazarlık da yapmış olmama rağmen tecrübe ettiğim diğer eko turizm bölgelerine göre oldukça pahalı sayılabilecek 1750 dolarlık bir tarifeye razı oldum. Yine de 10 bin doları bulan lüks turların yanında benimki oldukça makul duruyordu.

Sırada uçuşları ayarlamak vardı. THY’nin en uzun uçuşlarından biri olan ve kesintisiz 14 saate yakın süren TK 015 Sao Paulo seferi parkurun en önemli ayağını oluşturdu.

Oradan Pantanal’a olan güzergah ise Mato Grosso eyaletinin başkenti olan Cuiba (Kuyaba şeklinde okunuyor) üzerinden devam ediyordu. İç hat uçuşlarını ayarlarken dünyanın sekizinci harikası Iguacu şelalerini de görebilmek üzere Foz do Iguacu şehrini dönüş güzergahına koyabileceğimi farkettim. Böylece  İstanbul – Sao Paulo – Cuiba – Foz do Iguacu – Sao Paulo – İstanbul parkurunu oluşturdum.

Sorunsuz iki uçuş ardından gece yarısına yakın bir saatte Cuiba’ya indim ve geceyi havaalanı yakınlarında rezervasyon yaptırdığım mütevazi bir otelde geçirdim. Sabah sekize gelirken resepsiyondan gelen telefon turu aldığım Pantanal Ecoexplorer firma yetkilisinin lobide beklediğini haber verdi. Turda bize eşlik edecek rehberimiz Karen ve küçük grubumuzdaki diğer üç “ekoturist” ise dışarıda minübüste beni bekliyordu.

Bir eyalet başkenti için oldukça geri kalmış bir şehir olan Cuiba’nın cadde ve bakımsız sokaklarını geçtikten sonra güneye inen karayoluna girdik. Bir saatlik bir yolculuğun ardından Pantanal’a giden yol üzerindeki son kasaba olan Pocana’ya ulaştık. Burada, medeniyetten uzak olacağımız 5 gün ihtiyaç duyabileceğimiz şeyler için küçük bir alışveriş yaptıktan sonra geri kalan yüz kilometreyi aşkın stabilize yola koyulduk. Yolun bir noktasında aracımız “Here begins the Pantanal” “Transpantaneira” tabelalarının önünde durdu.

Transpantaneira adı verilen yol oldukça meşhur ve Pantanal’ın derinliklerine gitmenin yegane seçeneği. Yolun iki tarafı savana – bataklık karışımı, yer yer orman öbekleriyle renklenen bir manzaraya sahip. Renk deyince gerçek rengi kastediyorum; tam mevsimine rastladığımız baştan aşağı çiçeklerle donanmış trompet ağaçlarının pembesinden.

Yol üzerinde sayıları yüzden fazla tahta köprü bulunuyor ve genellikle bu köprüler kurak mevsimin son su birikintilerinin üzerinden geçiyordu. Kuraklık bu gölcüklerde yaban hayatını konsantre etmişti ve görünüşe göre bundan en fazla canı yanan balıklardı.

Suyun içi caiman türü yöreye özgü timsahlarla, üstü ise her türden sucul kuşla doluydu. Bunun üstüne azalan oksijen nedeniyle balıklar hava almak için neredeyse sudan dışarı sıçrıyorlardı.

Kendimi bir doğa fotoğrafçısı olarak görürüm ve benim için ekoturizmin olmazsa olması fotoğraf çekmektir. Transpantaneria boyunca her gördüğümüz ilginç hayvan ve manzara için durduk, fotoğraf çektik. Bunların arasında en heyecan verici olanı tozlu yolda gördüğümüz jaguara ait bir ayak izleriydi; izler çok tazeydi, hayvan muhtemelen bizden dakikalar öncesinde oradan geçmişti.

Akşam saatlerine yakın, yol büyük bir nehrin kıyısında bitti. Burası Porto Jofre idi ve kalacağımız kamp alanı buradaydı. Her ne kadar adı kamp olsa da odalar tek kişilik dağıtıldı, kendi banyosu vardı, klimalı ve rahattı.

Sabah daha güneş doğmadan dışarıdan seslenenkuş korosunun davetini aldım. Ortam gerçekten eşsizdi. Farklı türden sayısız kuş, doğan güneşle birlikte beslenme telaşına kaptırmıştı kendisini. Bunların arasında bana en egzotik gelen bir tür yabani incirle kahvaltısını yapan bir tukan çiftiydi.

Kahvaltının ardından tur boyunca bize hizmet edecek sürat teknemizde yerimizi aldık ve dört turist, bir rehber ve motorcu ile nehir boyu tura başladık.

Nehirde bizden başka gruplar da vardı ve kısa sürede bunun bir avantaj olduğunu farkettik. Yanınızdan son hızla geçen bir tekne varsa, hele bunların sayısı birden fazlaysa kesinlikle birileri bir yerde bir jaguar gördü ve telsizle haber verdi anlamına geliyordu. Biz de bu şekilde nehir kıyısında dolaşan ilk jaguarımızı öğlen olmadan görme fırsatını yakaladık. Gerçekten çok şanslıydık, daha birinci günde jaguar gözlem turu amacına ulaşmıştı. Günün geri kalanında çoğunluğu kuş olan daha pek çok hayvanı yakından görme ve fotoğraflama şansı bulduk; akşam üstü dönüş yolundaki son sürpriz uzun uzun poz veren bir başka jaguardı.

İkinci gün hava serinlemiş, etraftaki hayvan sayısı da belirgin derecede azalmıştı. Her ne kadar hiç jaguar göremezek de havlayan maymunlar, kapiçino maymunları ve balık avlarlarken uzun uzun izleme imkanı bulduğumuz dev su samurları renkli bir gün geçirmemize yetti.

Av Zamanı

Nehirdeki üçüncü gün bizim için tam bir yaban hayatı gösterisi hazırlamıştı. Sabahın ilk saatlerindeki ilk seansta bir çift jaguarın büyük kedilere mahsus vahşi kur davranışlarını izledik. Öğleden sonraki ise bir doğa fotoğrafçısının ömründe belki bir kere görebileceği türden bir olaydı. Süratle yanımızdan geçen birkaç tekneyi yaklaşık yirmi dakika boyunca takibin ardından vardığımız yerde yaklaşık yirmi metre uzaktaki bir timsahı av olarak gözüne kestirmiş pusuda bir jaguar vardı. Tüm nefesler tutuldu, parmaklar deklanşörde, gözler vizörde bekliyorduk. Önce otlar arasından sinsice ilerleyen büyük kedi, son aşamada suyun karşı tarafındaki kumsalda güneşleyen timsaha kadar yüzdü; sudan fırlaması ile arkadan yaklaştığı avının üstüne sıçraması bir oldu. İlk saldırdığı nokta, timsahı felç ederek hareketsiz bırakabileceği ense bölgesiydi. Her ne kadar timsah mücadeleyi suya çekmeye çalıştıysa da jaguarın güçlü çenelerinden kurtulamadı; herşey on saniye içinde oldu bitti ve kedi en az kendi kadar cüssesi olan avını suyu geçerek karşı kıyıya taşıdı, otların arasına sürükledi ve afiyetle yemeye koyuldu.

Program yarım günlük bir nehir turuyla bitiyordu. Son iki saati Güney Amerika’nın dev kemirgeni kapavari için pusuya yatmış bir jaguarın saldırısını beklemekle geçirdik. Av – avcı mücadelesinde herkes avcıyı tutuyordu; ancak timsahtan çok daha uyanık olan kapavari jaguarın farkındaydı ve onun her adımında alarm niteliğinde sesler çıkarıyordu. Olmadı, dönüş vaktimiz geldi.

Tur firmamızın bizi Cuiba’daki otellerimize bırakması akşam saatlerini buldu. Ertesi sabah erken bir uçuşla Fos do Iguacu’ya ulaştım; anlatması başlı başına bir yazı olabilecek o muazzam şelalelerde beş saat geçirdikten sonra Sao Paulo’ya uçtum. Havaalanında geçirdiğim birkaç saatin ardından THY’nın İstanbul uçağında, unutulmayacak anılar, binlerce fotoğraf ve içimdeki o “galiba benim yolum Brezilya’ya yine düşer” hissiyle dönüş yolundaydım.

Bu yazı 2013 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 80. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir