Yazı: Asım Fahri Çelik – Fotoğraflar: Mehmet Demirci
Bunun gözlemle, incelemeyle, izlenimle ilgisi yok. Kars’a gidip gören herkes kendince yakaladığı bir duyguyla, ama nevi şahsına münhasır bir duyguyla döner dağarcığında geriye. Söylediklerimi ispat etme çabası ve telaşına girmeden söyleyeceklerimi sadece dinlemenizi isteyebilirim ancak sizden.
Gitmeyenlerin hasbel kader gördüğü bir fotoğraf karesi ya da “geleneklerimiz yörelerimiz” gibi genel geçer bir başlığı olan yerli bir belgeselde kameraya yakalanmış bir enstantane, Kars’la aranızda hemencecik bir yakınlığın tohumunu içinize atabilir rahatlıkla. Tıpkı bende olduğu gibi. Gizemli davetini daha o vakit kabul etmiştim Kars’ın. Onda, çokça adı duyulan bir Antalya’nın ya da bir Bodrum’un, güney sahillerinin, Kapadokya’nın yıpranmışlık duygusundan azade farklı deneyimler bulacağımı hissediyordum. Kimi zaman kırık kalpli bir aşk hikayesinin dibacesi ve müntehasıdır Kars… Sevdiğinin köyüdür.. Sevsin mi nefret mi etsin bilemeyen bir gencin gördüğüdür…
Kimi zaman dededen toruna bölüne eksile nerdeyse bir metrekareye kadar düşmüş bir toprak parçasıdır… Ne yapacağını şaşırıp göçten gayrı çare göremeyen bir umut fakiri aile babasının seneler sonra yeniden döndüğünde memeleketim derken yutkunduğudur… Kimileyin de gönderenin sürgün, gideninse önce, “bundan daha ötesi hangi doğudur” deyip gidince de iyiki gelmişim buraya diye sevindiği memur cenneti bir şehirdir Kars.
Bu üç örneğin çok çok ötesinde başka bir şehirden bahsedilmezse hakkı yenmiş olur Kars’ın. Taşıyla toprağıyla ya da tarihiyle kültürüyle tipik bir Doğu Anadolu şehrini göreceğinizi düşünürseniz daha o saat yanıltır sizi bu şehir. Farklılık ve gizem beklentisiyle çıktım yola.. “Hava kurşundan ağırdı” der, adını unuttuğum bir şair. Ben Dranas’ı tercih ettim kendimce ve ilgisizce. Aklımda hani o, Fahriye abla şiirindeki “hava keskin bir kömür kokusuyla dolardı” dizesi, hüzünle girdim şehre. Gri ve siyahın her köşeden fırladığı bir şehir buldum karşımda. Daha o dakikada şaşırttı bizi şehir. Her yer boy boy nev zuhur heykellerle dolu. Sanırsın ki Roma’dasın. Cadde ve merkezdeki sokakların başında at heykellerinden Kars’ın sembolü olmuş ozan heykellerine kadar her yer lebaleb heykel. Sonra öğrendik ki bu Karsın başına sık sık gelen bir etkinliğin uzantısı.
Her beldenin bir karpuz, domates, sarımsak, soğan festivali varken, Kars ta anlı şanlı Kafkas Kültür ve Sanat Festivali her yıl yurt dışından ve yurt içinden gelen birbirinden değerli misafirlerle coşkuyla kutlanıyormuş. Rusya’nın egemenliğindeyken edinilen bir alışkanlık bu. Daha sonra, Cumhuriyetin ilanından az evvel kurulan Cenubi Kafkas Cumhuriyetinin başkenti olan Kars’ta bu kültür ve sanat faaliyetler devam etmiş. Opera ve baleden hokey takımına kadar her türlü sanatsal ve sportif faaliyetin sürdürücüsü olmuş bir zamanlar kent. Ki bu, o zamanın Türkiye’sinde ufukları zorlayan bir tutumdur. Düşünsenize bir zamanlar neredeyse her mahallenin kendine ait bir tiyatro binası varmış. Bunların izlerine dikkatli bir göz hala rastlayabilir.
Şehrin çok da içine girmeden Kars Kalesine doğru çıkıyoruz ilk olarak. Tüm heybetiyle Kars’ı vakarla bekleyen ve seyreden Kars Kalesi, ne kadar zorlu olursa olsun üzerine tırmanılmayı ve hatta fethedilmeyi hak ediyor. Eteklerine tutunmuş bugünün Kümbet Camisi ise ayrı bir şenlik ayrı bir alem. Kars’ta camiler sözkonusu olduğunda kesinlikle unutulmaması gereken bir yapı da Katedral Camii’dir. Kiliseden camiye çevrilmiş binalar deyince İstanbul u görenlerin aklına Ayasofya ve benzerleri gelebilir. İşte bu cami onlardan değil. Kendine has mimarisiyle sizi daha Kars ın girişinde yakalıyor ve şehrin içine içine giderken dönüp tekrar tekrar bakmaktan alamıyorsunuz kendinizi.
Adının bir Türk boyu olduğu tahmin edilen Karsak’lardan geldiği söylenir. Ondan önce ne gibi adlar taşımış pek bilinmez. Yalnız bilinen o ki, çokça alınıp verilmiş bir kenttir Kars. Ana yolların üzerindeki her kentin yazgısını paylaşmış, sayısız efendisi ve sahibi olmuş, defalarca dolmuş boşalmıştır. İşgaller, istilalar, savaşlar, salgınların yanında göçlerle şehrin çehresi birkaç on kere değişe değişe bu güne kadar gelebilmeyi başarmıştır.
Şehir, bugünkü görünümünü büyük anlamda Ruslara borçlu. Deli Petro nun St. Petersburg’u büyük umutlarla bir bataklığı kurutarak üzerine inşa ettirdikten sonra halkının elitini burda yaşamaya mecbur etmesinden bu yana şehircilikte epeyce mesafe kat etmiş anlaşılan Ruslar. Bizi kahreden o meşhur Ayastefanos Anlaşmasından sonra Kars Rusya’ya kalır. Kırk yıl içerisinde Baltık mimarisi derler bir anlayışla yeni baştan bir Rus şehrine dönüştürülür. Izgara planlı olanak planlanır tıpkı Roma şehirleri gibi. Bu sayede Kars, Cumhuriyetin ilanından itibaren planlama bakımından en düzenli ilk şehir olma ünvanını da hak eder.
Birbirini düz olarak kesen cetvelle çizilmiş gibi net caddelere, halkın siyah taş dediği bazalt taştan inşa edilmiş siyah gri renkli konutlar ve kamu binaları serpmiş Ruslar. Öyle de kalmış şehir. Bu yüz küsür yıllık yapıların sağlamlığına denk başka bir örneğe pek rastlamadık şehirde. Anadolu’nun bu ucunda mahrumiyetlerle karşılaşacağı ön yargısıyla yola çıkmışken böyle bir şehir dokusuyla karşılaşmak insanı şaşırtıyor doğrusu. Biraz da yabancılık hissi veriyor. Bundan mıdır bilmem ama, Allah korusun, her an elden kayıp gidecekmiş gibi de duruyor sanki. Ta, yontma taş çağından beri dimdik ayakta kalabilmeyi başarmış bir şehir Kars. Bir sonraki durağımız olan Ani şehrinden bile eskidir muhtemelen. Epeyce şekli şemali değişmiştir ama asla terkedilmemiştir Ani gibi.
Karasal iklimin tüm olumsuzluklarını iliklerine kadar yaşayan bir şehirde kış yolları kapayacak kadar yağdırınca karı, insanlar ne yaparlarsa o yapılır Kars’ ta da. Kapalı mekanlara çekilip ucuna bucağına bir türlü ulaşılamayan muhabbetler demlenir de demlenir. Altı yedi ay bu böyle sürer gider. Ta ki bahar gelene kadar. Ki o da selam verir ateş almaya gelmiş gibi çeker gider sonra, arkasından da hemen yaz.
Ardahan Posoflu olduğunu söyleyen bir teyzemize laf arasında sorduk, karsın nesi meşhur diye. “Ağacı meşhur oğlum, ağacı çam ağacı meşhur” dedi. Tarıma oldukça elverişli topraklara sahip Kars’ta neden sistemli ve geniş çapta üretim yapılmamasının sebebini de teyzemiz kendince tembelliğe bağladı. “Ağaçları kesmek daha kolay gelir bunlara“ dedi ve delil sundu bize. Artvinin Yusufelinden gelerek tarla kiralayan, eken, biçen sonra ürettiğini satıp parasıyla kirasını ödeyen insanlardan söz etti bize. Üstelik bu insanlar Kars’ın bizzat yerlisini kendi tarlalarında istihdam ederek yapıyorlar bu işi. Toprağın miras yoluyla kullanılamayacak kadar bölünüp küçülmesinin de payı büyük tabii. Bir de buna mirasçıların anlaşımazlığı eklenince olan yine Kars’a ve Karslılara oluyor.
Tüm bu grimtrak ve yeni ısınmaya başlamış şehirden sıcak insan manzaralarıyla dönüyoruz geriye. Misafire alışkınlar Karslılar. İmkanlarınca hürmet etmeyi kendilerine bir borç biliyorlar. Muhafazakarlığı çağrıştıran doğuda yani en uçtaki şehirde bizim ekose etek diye gördüğümüz onunsa ulusal kıyafeti olan ve adına “kilt” dediği kılıkla bir İskoçyalıya rastlarsanız şaşırmayın. Karslılar böyle manzaralara o kadaralışkınlar ki nasıl olsa misafirdir deyip dönüp bakmıyorlar bile. Ama biz İstanbullardan gelip şaşırıyoruz ve dönüp dönüp bir daha bakıyoruz ta oralardan gelmiş İskoçyalıya.
Uzun lafın kısası gezip görülesi hatta sevilesi, içinde uzunca bir süre kalınası bir şehir Kars. Hüzünle örülmüş olsa da bir bağ oluştu aramızda Karsla. Pek bir şey anlamadan damağımızda yeni bir dostluğun tadıyla yine görmek dileğiyle ayrıldık. Yola koyulmadan evvel meşhur Kars peynirlerinden de almayı unutmadık. Şunu da ikrar ederiz ki, Fransızların adı çıkmış peynircilikte. Sırf Fransızların bu şöhretini tekzip etmek için bile Kars’a mutlaka gidilmeli.
Kars’ın 40 küsür kilometre doğusundaki Ani şehri, bir sonraki durağımız. Yoksa harabeleri mi demeliyim. Bu gün Ocaklı adında bir köyün bekçiliğine emanet edilmiş bu harabeler. Bir zamanların efsane şehirlerinden Ani. Görünen o ki efsane geri dönemeyecek kadar yorgun ve yıkılmış. Karmaşık bir tarihi var, her telden ve her sesten.
Bu gün her türlü ana yolun sapasında kalmış Ani şehri, bir zamanların İpek Yolu üzerinde kurulduğu yükseltiden Orta Çağ’a bakar bakar dururmuş, kibirli güzelliğiyle yanında sadık dostu Arpaçay çağıl çağıl akarken. Arap,Sasani, Ermeni,Gürcü, Selçuklu kültürünün harmanlandığı bir tarih meşheri Ani. Kısmen restore edilmiş ikili surların arasından geçip ana kapıya vardığınızda karşılaştığınız görüntü, bundan sonra başınıza ne gibi güzellikler geleceğini de haber veriyor. Çok da sert geçmeyen hatta gelmekte pek nazlı olan bir kışın ertesi gelmiş olduk Ani’ye. Hava güzel. Güneş harabelerin üzerindeki her ayrıntıyı göze sunmakta oldukça cömert davranıyor. Görüntü tek kelimeyle harikulade. Unutulmuş ve terkedilmiş bir şehirden söz ediyoruz. Burayı görünce “neden böyle bir şehir terkedilir ki” diye sorası geliyor insanın kendi kendine. Ömrü savaşlar salgın hastalıklar ve tabii ki zenginlikle geçmiş olan bu şehrin kalıntıları bile muhteşem. Hatıraları sanki hala taptaze ve bizimle paylaşmaya hazır gibi.
Tam Ermenistan sınırında olması Ani’ nin terkedilmişliğine bir de unutuluş lanetini eklemiş. Bir dönemin şartları içerisinde güvenlik gerekçesiyle Ani’de fotoğraf çekmek bile yasaktı. Ziyaret etmek isteyenler binbir dereden, getirtilen bezdirici formalitelerle boğuşmak zorunda kaldığından, Ani’ye gitmek yılgınlığı göze almak demekti o zamanlar. Ne mutlu ki şehir rahatça gezilebiliyor artık. Yine de ülkenin bu ucundaki harbelerden pek kimsenin haberi yok hala. Sadece dinlerin değil mezheplerin de buluşma noktasıydı bir zamanlar Ani. Ermeni Gregoryenlar’ın yanında Hıristiyanlığın başka bir yorumunu benimseyen Gürcüler’in de bir zamanlar ocak tüttürdüğü bu şehirde Türk’lerin Anadolu da yaptığı ilk cami olan Menuçehr ve onun az ötesinde bir Mecusi Tapınağı kalıntısı da hala varlığını koruyor. Bir zamanlar nüfusunun yüz bin kişinin üstünde olduğu söylenen bu şehirde, üç yüz şu kadar yıldır hiç bir Ademoğlu yaşamıyor. Yüzyılların ağırlığına ihmal ve ilgisizlik de eklenince epeyce hasarlı bir yapılar topluluğuna hüzünle bakar buluyorsunuz kendinizi. Yine de şehir sanki dün terkedilmiş gibi duruyor.
Üst üste gelen her kültür, yeni özellikler katmış kente. Örneğin surlar, kuzey surlarının 972 yılında II. Ashot tarafından yapılmasından bu yana kim bilir kaç kez elden geçirilmiş ve genişletilmiştir. Buradan gelip geçen her medeniyetin izini rahatlıkla görebileceğiniz bir sergi duvarı gibidir bu nedenle surlar.
Ani’de yıkılmamak için hala direnen yapılar içerisinde en çok kiliseler bulunuyor. Geride sadece temelleri kalmış sivil yapıların biçimini ise hayal gücümüze baş vurarak tahmin edebiliyoruz ancak. Bir zamanların bin bir kiliseli şehridir Ani. Hala da en çok, kilise kalıntısına rastlanır. Direnen kiliseler arasında Kurtarıcı Kilisesi, 1936 yılında düşen bir yıldırımla yarısını kaybetmiş. Tigran Honentz kilisesi olarak bilinen halkın Nakışlı Kilise dediği yapı ise taş işçiliğiyle tastamam hala ayakta ve gidip görülmeden anlaşılamayacak bir güzelliğe sahip. İçerideki freskler hala capcanlı. Sağa sola kazılmış vandallık örnekleri ve günümüz ziyaretçilerinin iz bırakma merakı fena yapmış o güzelim duvarları. Bununla birlikte iyi niyetli diyebileceğimiz restorasyonlar da olmamış değil kilisede. Ama aslına uygun olup olmadığı hala tartışılıyor bu müdahalelerin.
Bunların ötesinde fazlasıyla ilgiyi hak eden bir ören yeri olmasına rağmen bu gün bir kaç profesyonel meraklının dışında ziyaret eden yok gibi Ani’yi. Bileni az olduğu gibi duyanı da sadece duymuşluktan öteye geçmiyor anlaşılan. Bundan altı yedi yıl evvel duymak ve bilmenin dışında başka donanımlara da sahip olmak gerekiyordu Ani’yi görmek için. Örneğin, yetkili makamlardan izin belgesi almaktan, Karstan harabelere gelene kadar üç beş kere kontrol edilmeye, fotoğraf makinenize el konmasına kadar bir çok zorluğa ve bezdirici tedbire göğüs germek ve sabretmek gibi.
Hemen karşısı Ermenistan. Sınırın ötesinde harabelerin dibinde sayılacak bir mesafede bir taş ocağı var Ermenistan’ a ait. Hala faal. Başka yerde taş yokmuş gibi gece gündüz ve inatla işliyor ocak. Neyin inadı, bilinmiyor. Arada Arpaçayı doğal sınır iki ülke arasında. Olanlar umurunda değilmiş gibi kalenderce akıyor, Ani’nin neredeyse ayaklarının dibinde. Ve buldozer seslerine karışmış bir tarih, freskolar, Ihlara Vadisinde görülenlerden daha renkli. Ani, sessiz sedasız direniyor zamanın çıldırtıcılığına ve meçhul geleceğine…
Kars ve İzlenimler – Bu yazı 2007 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 6. sayısından alınmıştır.