Yazı ve Fotoğraflar: Erkam Bülbül
Doğu Afrika’nın sessiz sakin fakat epey de stratejik öneme sahip ülkelerinden biri Cibuti. İsmi bir yerlerden duyulsa da haritada göstermek biraz zor. Zaten küçük bir ülke. Nüfus bir milyona yakın. Önemli bir kısmı da mülteci. Kızıldeniz’in hemen girişinde ve Arap yarımadasına yüzünü dönmüş bu ülke tam bir sömürge ülkesi. Amerikan ve Fransız üslerinin bulunduğu Cibuti’nin bir ordusu da yok. Ülkede hayli fazla yabancı görmek mümkün. Zengin kesim de onlardan ibaret. Halkın geneli ciddi derecede fakir. Kara kıtanın kara kaderi gibi.
Bir gezgin olarak ülkeler hakkında sosyolojik denebilecek tespitler yapmak, genel bilgiler almak görevimiz. Bir seyahati, bir ülkeyi anlatmak da bu bilgilerin etrafında şekilleniyor çoğu kez. Ve sokağın içinden gelen bilgilerin büyük kısmı da devlet istatistiklerinden çok daha sahih. Bir dostun güzel bir sözü geliyor aklıma istatistik denildiğinde: “Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik.” Ondan sebep, taşıdığımız bilgilerin gerçekliği ansiklopedilerden daha fazla.
Genel geçer resmî bilgiler bir tarafa, seyahatin başlangıcından söze girelim. Birkaç şekilde gidiliyor Cibuti’ye. Biz Etiyopya-Addis Ababa’dan yola çıktık. Birkaç saatlik bir uçuşla indik Cibuti’ye. Addis Ababa dışında başka Etiyopya kentlerinden de uçak var. Dire Dawa’dan çok daha kısa mesafe. Ama uçak kalitesi açısından Addis Ababa en iyi tercih. Zira küçük kentlerden kalkan uçaklar ürkütücü olabiliyor. Mavi bir gökyüzü karşılıyor bizi, her daim çok sıcak olan bu ülkede. Havadan görülen manzara ise dehşet verici. Her taraf barakalardan oluşan evlerle dolu. Arada bir villalar göze çarpıyor. Malum makasın zengin tarafına hitap eden. Uluslararası havalimanı da küçük bir yer. Pek çok teknolojiden de uzak. Ben boynumdaki makine nedeniyle bir süre alıkonuyorum. Tanıdıklar sayesinde salıyorlar sonra. Aslında genel olarak kibar bir karşılama var. Ama önemli ülkelerin üslerinden dolayı böylesi ülkelerde makinelerle gezmek zor. Sokaklarda fotoğraf çekmek de aynı şekilde.
Kapıda vize alıp Cibuti’nin sıcak yüzüyle karşılaşıyoruz. Havaalanı etrafında bir nebze düzgün bir şehir görüntüsü görseniz de sonrası harap halde. Şehirde kocaman çöp yığınları, açık kanalizasyonlar ve yıkık-dökük evler göze çarpıyor hemen. Cibuti’nin başkentinin adı da Cibuti. Ve başkent dahil ülkede Kızıldeniz’in muhteşem hali dışında görülebilecek pek bir şey yok. Bizi en çok yoran şeylerin başında fotoğraf çekmemize verilen tepki geliyor.
Dostumuz Ali Farah bizi karşıladıktan sonra yemeğe götürüyor. Cibuti’de bir şey yemek isterseniz tercihlerinizin başında önce balık gelmeli. Kızıldeniz’in muhteşem balık çeşitliliğinin tadına en güzel burada bakabilirsiniz. Gittiğimiz restoran önce biraz dökük gibi gelse de aslında daha çok otantik olarak adlandırılabilecek şekilde. Daha önce gitmiş olanlarımızın övgüleri sonucu hemen mutfağa giriyoruz.burada balığı tandırda pişiriyorlar. Kişi başı kocaman bir balık. Tandırda balık pişirme usulünün Yemen ve Cibuti’den başka yerde pek görülmediği söyleniyor. Ben de ustalarla birlikte mutfakta biraz vakit geçiriyorum. Ardından yemeğe başlıyoruz. Bugüne kadar yediğim en lezzetli balık olduğunu söyleyebilirim. Özellikle balıkla birlikte verilen soslar tek kelimeyle harikuladeydi.
Yemek faslı bittiğinde –ki epey uzun sürdü– şehirde küçük bir tur atıyoruz. Vaktimiz kısa. Ben de ha bire fotoğraf çekme telaşındayım. Fakat bu şehirde fotoğraf çekmek gerçekten çok zor. Tepkiler çok fazla. Uzunca bir sohbetten sonra ancak birkaç kare kotarabiliyorsunuz. Fakat bizim bu kadar uzunca muhabbetler için vaktimizin olmaması canımızı sıkan bir durum haline geliyor.
Pek çok Afrika ve doğu ülkesinde de şehirlerin çok temiz olmadığını ve ibadethanelerin de buna paralel bir şekilde olduğunu gördüm. Burada sokakların temizliği konusunda büyük problemler göze çarparken ibadethaneler ise tam aksine pırıl pırıl. Özellikle ciddi su sorunu yaşayan bir ülke için böylesi temiz ibadethaneler göz kamaştırıcı nitelikte. Şehirde gezilebilecek noktalardan birkaçını akşam olmadan geziyoruz. Zaten çok fazla vakit geçmeden akşam oluyor. Gündüzleri fotoğraf çekmekte zorlandığımız bu şehrin gecesinde ise bize kalan çok az kare var.
Sabah ülkenin birkaç yetkilisiyle kısa görüşmeler oluyor. Kısa dense de geçen her vaktin aleyhime oluşuyla kıvranıyorum. Protokol olmaksızın sokaklarda dolaşmak zevkini kaçırıyorum. Sonra Cibuti’nin sokaklarına çıkıyoruz. Başta da dediğim gibi özel olan bir şey görmek mümkün değil pek. Karşılaştığınız güzel insan manzaralarını fotoğraflamak da kolay olmuyor tabii. Cibuti’yi önemli yapan şeylerin en başında limanı ve Kızıldeniz’e girişindeki konumu yer alıyor. Fakat sahilleri, kumsalları da stratejik derdi olmayanlar için çok güzel yerler. Özellikle sualtı meraklıları için iyi bir adres denebilir. Kızıldeniz’deki canlı çeşitliliğinin en güzel örneklerini bulabilirsiniz Cibuti’de.
İkinci günümüzü de sokaklarda, çarşıda, pazarlarda harcıyoruz. Akşamüzeri ışığın son saatlerinde biz de Kızıldeniz kenarında bir kumsala gitmek için yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir saat boyunca şehrin dışına, kırsala doğru yol gidip muhteşem bir kumsala varıyoruz. Yol boyunca dostumuz Ali Farah bize Cibuti’nin temel problemlerinden bahsediyor. Pek çok anlattığı şeyi de örnekleyerek aklımızdaki soru işaretlerini gidermeye çalışıyor. Tüm diğer doğu Afrika ülkelerinde olduğu gibi temel sorunların en başında khat otu geliyor. Khat otu çiğnemek bir ritüele dönüşmek üzere neredeyse bu ülkelerde. Günün belirli saatlerinde başka bir şey yapılmaksızın khat çiğneniyor.
Bir de bocce denilen eskiden İngiliz soylularının oynadığı sonradan ise Fransızlar aracılığıyla Cibutililere geçen bir oyun var ki akşam oldu mu her köşebaşında toplanmış 15-20 kişi görebilirsiniz. Khat çiğneyip bocce oynayan bu adamların dünya adına da dertleri olması pek mümkün değil.
Biz seyahatimizin detaylarına dönersek, Kızıldeniz’in muhteşem sahillerinde gün kendini geceye karıştırırken bir saatlik bir vakit geçiriyoruz. Bu güzel plajlarda özellikle yabancıların olması da Cibuti adına önemli şifreler taşıyor. Ülkenin sahip olduğu tüm güzelliklerden uzak bu ülkenin vatandaşları.
Cibuti’nin merkezine dönüp birkaç küçük hatıra eşyası alıyoruz. Tabii bolca da meyve. Tropikal meyveler yönünden de çok zengin bir yer burası. Fakat fiyatların ucuz olduğunu söylemek pek mümkün değil. Komşusu olan ülkelere nazaran epey pahalı. Alışverişi tamamladıktan sonra elimizde kalan Cibuti paralarını sokak aralarındaki kadınlarda tekrar dolar yaptırıyoruz. Döviz büroları yok ama şehir merkezindeki kadınlar birkaç bin doları bile sizin için bozabilirler. Bir kadının 2.000 doları bir anda paraya çevirmesi bana çok garip gelmişti. Böyle bir ülkede o kadar parayla dolaşabilmek gerçekten büyük bir cesaret gerektirir çünkü. Para bozdurma işlemi bittikten sonra Kızıldeniz’e bakan limanlarında son kez soğuk bir şeyler içip Kenya üzerinden Türkiye’ye geçmek için yola çıkıyoruz. İki kısa günde tanıdığımız bir ülke Cibuti. Sevimli, şirin de denebilir. Ama içinde özellikle doğu Afrika’ya dair pek çok hazin şifre de barındırıyor.
Bu yazı 2012 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 65. sayısından alınmıştır.