Yazı: Önder Kaya
Dikilitaşlar bugün dünya üzerinde İstanbul, Roma, Paris ve Londra başta olmak üzere pek çok önemli merkezin meydanlarını süslemektedir. Fakat dikilitaş geleneğinin ilk ortaya çıktığı yer Mısır olup, bu meydanlardaki dikilitaşların önemli bir kısmı da firavunlar Mısır’ından getirtilmiştir.
Hükümdarlar niçin anıtsal taşlar dikme ihtiyacı hissederler? Esasen bu sorunun cevabı anıtların üzerindeki yazıtlarda saklıdır. Amaç çoğu zaman kazanılan bir zafer sonrası tanrıları memnun etmek, bir felaketin tekrarlanmaması için tanrılara yakarmak ya da hükümdarın zaferini gelecek kuşaklara da taşımak istemesidir. Yani tarihsel ve unutulması arzu edilmeyen bir olayın yaşatılma çabasıdır söz konusu olan.
İstanbul’daki dikilitaşların ise Bizans zamanından kaldıklarına şahit oluruz. İstanbul’un görkemli çağlarında şehrin dört bir yanının gerek Yunanistan, Mısır ya da başka memleketlerden getirilen ve gerekse de Konstantinopolis’te üretilen dikilitaşlarla donatıldığını biliyoruz. Bu gelenek tıpkı pek çok gelenekte de olduğu üzere Romalılardan mirastır. Romalılar da bu durumu Mısır ve Yunan kültüründen almışlardır. Yalnız Mısır dikilitaşları ile Romalıların arasındaki en önemli farklardan biri Roma dönemi dikilitaşlarının tepesinde genellikle tanrılardan birinin ya da imparatorun heykelinin iliştirilmesidir.
Hali hazırda İstanbul’da Bizans döneminden kalma 7 adet dikilitaş gözümüze çarpar. Bunlara kısaca bir nazar edecek olursak;
Dikilitaş denilince ilk akla gelen doğal olarak Bizans’ın eğlence ve yarış kültürünün kalbi olan bugünkü Sultanahmet meydanındaki Hipodrom meydanı akla gelir. Araba yarışları, gladyatör dövüşleri ve benzer aktivitelerin yapıldığı bu alanın yapımına imparator Büyük Konstantinus zamanında başlanmış ve ilerleyen yıllarda da ilaveler yapılarak genişletilmiştir. Bu işlemler sırasında hipodrom meydanına ve diğer yerlere abidevi taşlar da dikilmiştir. Bu taşlardan özellikle üçü günümüze kadar ulaşmıştır.
İstanbul’daki en şöhretli abidevi taşı zaten bu gelenekle aynı adı taşıyan Dikilitaş’tır. Bu taşın vatanı Mısır’daki meşhur Karnak tapınağıdır. Taş söz konusu tapınağın kapısına dikilen iki anıtsal taştan biriydi. MÖ. 1500lü yıllarda ön Asya seferinde başarılı olan firavun 3. Tutmosis tarafından dikilmişti. MS. 361-363 yılları arasında imparatorluk yapan Julianus tarafından İstanbul’u süslemek amacıyla yerinden söktürülen taş bu imparatorun ölümüyle Mısır’da kaderine terkedilmiştir. 30 yıl kadar sonra Bizans’ın büyük imparatorlarından I. Teodosius’un aklına tekrar gelen dikilitaşımız; İstanbul’a getirilerek hipodrom meydanına dikilmek istenmiş ancak bu büyük imparator taşın dikildiğini göremeden ölmüştür. Dikilitaş yaklaşık 32 günlük bir uğraş sonunda bugünkü yerine dikilmiştir. Zaten taş dikkatli bir biçimde incelendiğinde iki farklı parçadan oluştuğun anlaşılır. Tepedeki hiyeroglif yazılar 3. Tutmosis’in zafer metinleri olup Bizanslılar ve daha sonraki zamanlarda sihirli yazıtlar olarak addedilmiş ve halk abideden medet ummuştur.
Altta sütunun yerleştirildiği kaide ise sütunun dikiliş hikayesini ve imparator I. Teodisus’un hayatından çeşitli kesitleri içerir. Kaide de hem Grekçe hem de Latince olarak sütunun dikiliş hikayesi yine anıtın ağzından şu şekilde aktarılır; “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin emirlerine itaat ederek, yenilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam gerekti. Her şey Teodosius ve onun kesintisiz sülalesine boyun eğiyor. Bana da galip geldiler ve vali Proklos’un idaresi altında 32 günde yükselmeye mecbur oldum”.
Yukarıda da belirttiğim üzere sütunun kaidesinde ayrıca Teodosius ve ailesini anlatan ve mekan olarak da hipodromda geçen bir takım sahneler tasvir edilmiştir. Kaidenin Sultanahmet camine bakan yüzünde imparator I. Teodosius araba yarışlarında başarı kazananlara çelenk vermek için ayakta beklemektedir. Diğer tarafta tahtta oturan I. Teodosius karısı ve çocukları olan Arkadius ve Honorius ile birlikte kendisine takdim edilen hediyeleri kabul etmektedir. Güney yüzde imparator, araba yarışlarını seyrederken kuzey tarafta locada oturan Arkadius ve karısı resmedilmiştir.
Dikilitaşın biraz ilerisinde onunla karşılaştırıldığında çok sönük kalan hatta meydanı gezen çoğu turistin fotoğrafını dahi çekmeye tenezzül etmediği bir başka abide ile karşılaşırız. Aslında söz konusu yapı 1204 yılına gelinceye kadar son derece görkemli bir anıttı. Örme sütun ya da Konstantinus sütunu adını taşıyan bu yapıtın tam olarak kim tarafından dikildiği bilinmemektedir. Fakat bilinen şudur ki 911-959 yılları arasında saltanat süren İmparator 7. Konstantinus tarafından onarılmıştır. Anıtın bu dönemde çevresi bakır ve tunç levhalarla çevreli olup süslemeler bu yapıyı oldukça görkemli göstermekteydi. Ne yazık ki 1204 yılında Konstantinopolis’i işgal eden Haçlılar, anıtı saran tunç ve bakır levhaları tenezzül ederek yerinden sökmüşler ve anıtta şimdiki çıplak haliyle ortada kalakalmıştır. Bereket versin ki devşirme malzeme kullanımı konusunda uyanık halkımız tarihsel süreç içinde bu anıta dokunmamış ve böylelikle de günümüze kadar gelebilmiştir.
Sultanahmet meydanında gerek boyutları gerekse de şekli ile diğer iki dikilitaştan ayrılan bir abide daha vardır. Fakat işin ilginç yanı bu abide adeta torağın içine gömülü gibi durmaktadır ve dikkatli bakılmazsa gözden dahi kaçabilir. Burmalı ya da yılanlı sütun adıyla anılan bu dikilitaşın anavatanı ise Yunanistan’dır. Aslında biraz İranlılık da vardır. Zira söz konusu anıt Pers kuvvetlerini MÖ. 480 yılında önce Pletea bir yıl sonra da Salamis savaşlarında yenen Sparta kralı Pausanias tarafından savaşta ele geçen ganimetler kullanılarak yaptırılmıştır. Ardından da tanrılara bir şükran ifadesi olarak Delphoi’deki Apollon tapınağına konulmuştur. Anıt, başkentini süslemek isteyen Büyük Konstantinus tarafından getirtilerek hipodrom meydanına dikilmiştir. Orijinal halinden ne yazık ki günümüze sadece gövde kısmı kalmıştır. Bu iç içe geçmiş sütun gövdelerinin bittiği yerde üç yılan ya da ejderha başı uzanmaktaydı. John Ebersolt’un İstanbul’a gelen ve Bizans anıtları hakkında bilgi veren doğu seyyahlarını tanıttığı eserinde bu ejderha başlarının Osmanlılar’ın ilk dönemlerinde de yerinde olduğunu fakat zaman içinde ortadan kalktığını görmekteyiz. Bu gün bu başlıklardan bir buçuk tanesi hakkında bilgimiz var. Şöyle ki, başlardan biri British Museum’da sergilenirken bir diğer başın sadece üst çene kemiği İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır. Eser uzun yıllar toprak altında kalmış ve 1856 yılında bölgede yapılan kazılar sonrasında izine rastlanmıştır. Yine orijinal halinde bu üç ejderha başının üzerinde de 3 m. çapında bir altın kazan yükselmekteydi ki bu altın kazanın akıbeti meçhuldür.
Yeri gelmişken atıtla ilgili bir hurafeyi de hemen aktaralım. Anıtın orijinal halinin üzerinde bulunan üç yılan veya ejderha kafası nedeniyle halk bu anıtın şehri yılan, çiyan, akrep gibi zehirli hayvanlardan koruduğuna inanmaya başlamıştı. Rivayete göre bir yeniçeri bu anıttaki yılan kafalarından birini kesince tılsım bozulmuş ve söz konusu haşerat şehre akın eder olmuştur.
Yılanlı Sütun ve Dikilitaş’ın bulunduğu alanın Osmanlılar zamanında da önemini koruduğunu bazen eğlence bazen de ceza infazı gibi önemli olaylara sahne olduğunu da belirtelim. 1530 yılında Kanuni Sultan Süleyman üç şehzadesinin yani Mustafa, Mehmet ve Selim’in sünnet düğününü bu alanda yaptırmıştı. Hatta bu düğün sırasında padişah, sevgili sadrazamı İbrahim Paşa’ya, kendi yaptırdığı sünnet düğününün mü yoksa daha önce İbrahim Paşa’nın Kanuni’nin kız kardeşiyle evlenirken yaptığı düğünün mü ihtişamlı olduğunu sorar. Paşa; “Tabiidir ki benim düğünüm daha ihtişamlıdır. Zira sizin düğününüzde benim düğünümdeki kadar devletlü bir konuk yoktur. Benim düğünüme zamanımızın Süleymanı, Budin fatihi, Mısır ve Şam padişahı, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olan halife hazretleri teşrif buyurmuşlardır” şeklinde bir cevap vererek padişahın teveccühünü kazanır. Öte yandan alanın acı hatıralarına da örnek verecek olursak Osmanlı tarihinin en namlı celladı Kara Ali 1648 yılında öldürdüğü Hezarpare Ahmet Paşa’nın cesedini bu alana attırmış ve ceset yeniçeriler tarafından parçalandığı için de paşa öldükten sonra “Hezar-pare” yani “bin parça” unvanı ile anılır olmuştur.
Günümüzde İstanbul’da belli bir semte adını veren iki dikilitaştan biri Kıztaşı diğeri ise Çemberlitaştır. Öncelikle Çemberlitaştan başlayacak olursak.; Söz konusu anıt tıpkı Burmalı Sütun gibi Büyük Konstantinus tarafından şehre getirilmişti. Anıtın saha önde bulunduğu yer Roma’daki Apollon tapınağı olup sütunun üst kısmında da güneşi selamlayan Apollon heykeli bulunmaktaydı. Konstantinus işte bu heykeli yerinden alarak kendi heykelini koydurmuştu. Anıtın üzerindeki heykeller zamanla değişmiş önce imparator Julianus, ardından da I. Teosdosius’un heykelleri konmuştu. Sütun Osmanlılar dönemine kadar salimen gelmiş fakat 1672 yılında çıkan yangında büyük zayiat görerek blokları çatlamıştır. Bunun üzerine de II. Mustafa tarafından etrafı demir çemberlerle desteklenmiş ve halk arasında Çemberlitaş olarak anılmaya başlanmıştır. Bu olay nedeniyle söz konusu anıt batı literatürüne “Yanık Sütun” olarak geçmiştir.
İstanbul’da bir semte adını veren diğer abideye yani Fatih’teki Kıztaşına gelince. Öncelikle bu anıtın Bizanslılar dönemindeki ismi Marcianus sütunu idi. Bu ismi taşımasının nedeni ise anıtın kaide kısmındaki Latince yazıda da belirtildiği üzere Konstantinopolis’in valisi Tatianus Decius tarafından 450-457 yılları arasında imparatorluk yapan Marcianus onuruna dikilmiş olmasıdır. Muhtemelen yine anıtın kaidesinde yer alan zafer tanrıçası Nike’yi temsil eden resimlerin kızlara benzetilmesinden dolayı da Osmanlılar’ın ilk dönemlerinden itibaren anıt, Kıztaşı olarak anılmaya başlanmıştır. Nitekim Fatih dönemi mahalle kayıtlarında da bölge bu isimle anılır. 2006 yılında anıtın restorasyonuna başlanmış ve 2007 yılında bitirilmiştir. Tıpkı Kıztaşı gibi dışarıdan getirilmeyen bizzat Bizanslılar tarafından dikilen bir başka anıt ise bugün Aksaray Haseki semtinde yer alan Arkadius anıtıdır. Abide günümüzde bir anıttan çok harabeye benzemektedir. Fakat adını taşıdığı imparator aynı zamanda gerçek anlamda ilk Bizans imparatorudur. Şöyle ki; Roma imparatoru I. Teodosius sınırları geniş imparatorluğunun yönetimini kolaylaştırmak amacıyla devletinin batı kısmının idaresini oğlu Honorius’a verirken doğu kısmının ve başkenti Konstantinopolis’in idaresini de diğer oğlu Arcadius’a vermişti. İşte bu oğul hem babasına duyduğu şükranı ifade etmek hem de babasının sağlığında iken beraber kazandıkları Vizigot zaferinin anısını yaşatmak için bu sütunu diktirmişti. İlk dikildiğinde muhteşem bir anıt olduğu tahmin edilen sütunun uzunluğunun yaklaşık 50 m. olduğu ve 17. yüzyılın sonlarına kadar da ayakta olduğu dönemin seyyahları tarafından dile getirilmektedir. Fakat İstanbul’un uğradığı yangın ve tabi afetler sonrasında anıt büyük zararlar görmüş ve sonuçta bu yüksekçe anıtın devrilmesinden çekinen Lale devri padişahlarından 3. Ahmet zamanında büyük ölçüde yıktırılmıştır. Anıt halk arasında bir takım efsanelere de malzeme olmuştur. Arkadius, babası imparator Teodosius’un anısına bu abideyi diktirmiş ve tepesine de heykelini koydurtmuştu. Heykel 8. yüzyılda bir depremde yıkılmıştı. Halk, söz konusu heykelin yılda bir kez haykırdığına ve dünyada ne kadar kuş varsa çevresine topladığına, bu esnada gökyüzünün karardığına ve kuşlardan bazılarının da bu hengamede düşerek öldüğüne inanırlardı. Bu kuşlar rivayetlere göre halkın kuş eti ziyafeti çekmesine yol açardı. Heykelin yıkılmasıyla şehir de önemli bir besin kaynağından yoksun kalmış olmalı (!).
İstanbul’da Bizans döneminde kalan son sütun ise büyük ölçüde meçhuliyetini korumaktadır. Sarayburnu’nda bulunan bu anıt hakkındaki tek bilgimiz anıtın üzerine Latince olarak işlenmiş durumdaki “Gotlara karşı kazanılan talihe teşekkür” yazısıdır ki bundan dolayı sütun Gotlar sütunu olarak adlandırılır. Ancak Bizans imparatorlarının farklı dönemlerde Gotların üzerine pek çok sefer yaptığını düşünürsek anıtın tarihlendirilmesi konusunda yaşanan güçlüğü daha iyi tahmin edebiliriz. En basitinden biraz önce bahsettiğimiz Arkadius ve babası Teodosius da Gotlar üzerine seferler düzenlemişlerdi.
İstanbul’u İstanbul yapan dikilitaşlarımızın varlığını daha nice yıllar devam ettirmesi ve sadece Dikili bir taş olmayan bu yapıların İstanbulluluk bilinci ile sahiplenilmesi temennisiyle satırlarımıza son veriyoruz.
Konstantinopolis’in Dikilitaşları – Bu yazı 2007 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 8. sayısından alınmıştır.