Yazı: Alidost Ertuğrul – Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Türk şehirlerinin eski fotoğraflarına bakarken ilk dikkati çeken evlere ve diğer yapılara göre daha gösterişli ve yüksek olan camiler ve dolayısıyla kubbeler ile minarelerdir. İstanbul’da Karaköy’den Eminönü’ne, Galata Köprüsü’nden karşıya geçerken daha Karaköy’de iken bile Eminönü yönüne bakıldığında görülen manzaranın etkileyiciliği tartışılmaz sanırım. İstanbul’un kendine özgü karakteri tahrip edilmiş olsa bile bunları söyleyebiliyoruz. Sağ tarafta Süleymaniye ve Rüstempaşa Camileri, yanında Tahtakale Hamamı ve diğer tarafta Yeni Cami daha yukarılarda Nuruosmaniye Camii, Atik Ali Paşa ve Beyazıt Camileri, diğer yanda Ayasofya ve Sultanahmet ile diğer irili ufaklı camiler bu güzelliğin eşsiz parçalarını oluşturuyor. İstanbul’a hangi yönden yaklaşılırsa yaklaşılsın, camilerin ve camileri oluşturan kubbe ve minarelerin benzersiz görünümü her zaman etkileyici olmuştur.
İstanbul ile ona havasını kazandıran camileri ve camilerin ayrılmaz parçası olan kubbeleri düşünürken aklıma İtalyan yazar Edmondo de Amicis’in “İstanbul” adlı, seyahat notlarından oluşan seyahatname tarzındaki kitabının giriş cümleleri geldi. İstanbul’a gemiyle yaptığı yolculukta şehre yaklaşırken ki izlenimlerini okumadan geçmemek gerekir. İstanbul’a ilk gelişinde şehri gördüğünde duyduğu heyecanı ve şehri bir masal diyarı gibi kubbe ve minareleriyle anlatışını ilgilenenlere bırakalım. Bizi ve dışarıdan gelen herkesi hala etkileyen bu muhteşem şehir manzaralarının ardında camiler ve onların birbiri ardında sıralanan kubbelerinin çok önemli yeri vardır.
İstanbul’a ve diğer birçok şehrimize o etkileyici ve kendine has havayı veren şeyin aslında biraz da kubbeler olduğunu görürüz. Kubbenin kare planlı mekânların üzerini örtmek için eskiden beri İran ve Ortadoğu’da kullanıldığını biliyoruz. Bahsedilen yörelerde bulunan doğal yapı malzemelerinin de verdiği imkanlarla geliştirilen kubbeler, her devirde kullanılagelmiştir. Roma ve Bizans yapılarında da sıklıkla kullanılan kubbe formunun erken devirdeki zirve eseri, bilindiği üzere Ayasofya’dır. 530’lu yıllarda yapılan Ayasofya’da inşa edilen kubbe, o devre adar yapılmış olanların en büyüklerinden biriydi. Tabi ki birçok yapıda örtü ögesi olarak kubbe kullanılmıştı. Ancak Ayasofya’nın kubbesi devrinin mühendislik harikasıdır. Tarihi olaylar, herşeyin olağan, olabilir göründüğü bugünün gözü ile değil yaşandığı devir şartlarıyla değerlendirince, konunun ihtişamı ortaya çıkar. Ayasofya’dan takribi olarak bin yıl kadar sonra Osmanlı mimarları tarafından hem teknik hem de estetik yönden aşılması Ayasofya’nın, yapıldığı devirdeki kendine özgü konumunu göstermeye yeter.
Tarihteki farklı Türk devletlerinde İran’daki Büyük Selçuklu Devletinden Anadolu Selçukluları’na, Beyliklere ve son olarak Osmanlı Devleti’ne kadar yapılan bütün önemli yapıların üst örtüsünün kubbe olması çok ilgi çekicidir. Neredeyse kubbe, Türk mimarisinin sembolü olmuştur diyebiliriz. Kubbenin Türkler tarafından bu kadar kabul görmesinin altında Orta Asya’dan gelen tesirlerin olduğu eskiden beri söylenmektedir. Orta Asya’da, göçebe yaşamış eski Türk kavimlerinden başlayarak günümüzde çok az da olsa Anadolu’unun değişik yerlerinde kullanılan ahşap iskeletli göçebe çadırlarının ana formu kubbedir. Ağaç dallarından yapılmış “yurt” adını alan bu çadırlar kubbeli yapılarıyla dikkat çekmektedir. Çadırın orta kısmında kubbenin az yükseltilerek temiz hava ve ışığın gelmesine izin verecek biçimde olması da düşünülmüştür. Bazı araştırmacılar, çadırlarda kullanılan bu örtü biçiminin; yerleşik hayata geçen ve göç ettikleri İran ve Ortadoğu’da bulunan geleneksel kubbelerle birleştirilerek kullanıldığını, sonraları Türk şehirlerinin ayrılmaz parçası olduğunu düşünmektedirler.
Mezar yapılarından medrese , cami gibi değişik fonksiyonlu yapılara kadar neredeyse bütün kamu yapılarının üst örtüsü olarak kubbe kullanılmıştır. İslam mimarisinde de önemli bir yere sahip olan kubbe formu, özellikle erken dönem camilerinin mihrap önündeki mekânın üst örtüsü olarak göze çarpar . Kubbeli mihrap mekânı ile mihrabın cami içindeki özel önemi hem içeridekilere hem de dışarıdakilere gösterilmek istenmiştir. Selçuklu devrinde yapılan bazı medreselerin orta avluları kubbe ile kapatılmıştır. Yine erken İslam mimarisi camileri gibi mihrap önündeki mekân hem yüksek tutulmuş hem de kubbe ile örtülmüştür. Bunların dışında türbe, hamam gibi yapılar da örtü olarak kubbe kullanılmıştır. Hamam soyunma mekânı üzerinde yine ışık gelmesi amacıyla aydınlık fenerleri yerleştirilmiştir. Bursa’da örneklerini gördüğümüz erken dönem Osmanlı camilerinin içinde yer alan şadırvanlar ve namaz kılma mekânlarının üstleri de hep kubbe ile kapatılmıştır. Aslında dışarıdan bakıldığı zaman insan aklının ve yapım tekniğinin gittiği doğru yer olan kubbe formu, diğer birçok yapı ögesi gibi biraz da yapısal bir zorunluluk dolayısıyla kendine bu kadar yaygın bir kullanım sahası bulmuştur.
Kullanılan taş ve tuğla gibi yapı malzemelerinin verdiği imkanlar da özellikle kare bir mekânın örtüsü olarak kubbenin kullanılmasını zorunlu hale getirmiştir. Önceleri yapısal zorunluluk olankubbeler, ardından geçen yüzyıllar sonrasında olgunlaştırılarak kazandığı estetik yönüyle de kullanılmıştır. Bu gözle bakıldığı zaman günümüzün birçok teknik gerecinin ileride teknik estetik olarak kıymet kazanacağı düşünülebilir. Konuyla doğrudan ilgisi olmasa da fotoğrafın ortaya çıkışı ve günümüzdeki sanatsal kullanımı da bizler için canlı birer örnektir. Bu gözle bakıldığı zaman Osmanlı – Türk kubbe mimarisinin aslında çok eskilerden gelen kubbe mimarisinin doruk ve bitim noktası olduğunu söylemek gerekir. Önceleri küçük kare bir mekânın üst örtüsü olarak kullanılan kubbe, mekân büyümesiyle birlikte yan yana dizilmeye başlanmış, bir ileriki safhada daha da gelişen büyük mekân talebine bağlı olarak büyük ayaklar tarafından taşınan ve diğer kubbelerle birarada kullanılarak kapalı tek bir mekânı örter olmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Ayasofya, geniş bir açıklığın üzerini örten ilk büyük kubbe olması yönüyle zirvedir. Teknik olarak onu 16. yüzyılda, Mimar Sinan eseri olan Süleymaniye geçebilmiştir. Ondan sonra yapılan kubbelerin aslında mimari fikir olarak çok gelişmediği fakat bu gelinen noktanın çeşitlemeleri olduğu çeşitli araştırmacılar tarafından dile getirilmiştir. Mimar Sinan’la zirve noktasına ulaşan Osmanlı kubbe mimarisi, Eminönü Yeni Camii / İstanbul Kubbeler ve Mimarisi Kubbeler ve Mimarisi Yeni Camii / İstanbul kendinden önceki yapılar dışında devrinin Rönesans eserlerini de hem teknik hem de estetik olarak aşmıştır.
Bahsedilen teknik ve estetik yönünden başka kubbeler, insanların zihninde eskiden beri yer alan gök kubbe tanımının yeryüzündeki sembolü gibi de algılanmıştır. Zaman zaman camilerin ana mekâna doğru yükselen, küçük ve yarım kubbelerle desteklenen, orta mekanı örten büyük kubbede tamama eren tekil yapısı, “tevhid” inancının gösterimi olarak düşünülmüştür. Ayrıca sınırlı kubbe ile biten o mekânın ortasında düşünmeye dalan insan için o büyük mekanın – gök kubbenin altındaki insanın basitliğini, acizliğini hissettirmesi de bir başka yönüdür. İnsanın kendine yönelip düşünmesine yardımcı olan bu etkinin kubbeleri yaptıran ve yapanlar tarafından da fark edilmemiş olması mümkün değildir. Kubbelerin yükünü ana taşıyıcıya aktaran kubbe kasnaklarına açılan pencereler yardımıyla, mekanların aydınlanması sağlanmıştır. Kasnak üzerinde içlik ve dışlık adı verilen çift katmanlı pencerelerden içte olanlara renkli camlar ve vitraylar işlenerek gökyüzünden gelen ışığın değişik renklerde cami içlerine süzülüp girmesiyle değişik ışık oyunlarına yol açmıştır. Kubbeler, her ne kadar Türkler tarafından meydana getirilmemiş olsa da Türkler tarafından geliştirilen ve yaygın olarak kullanılan bir yapı ögesi olmuştur. Kubbenin tek ve yan yana düzenli kullanımı ile fonksiyon dışında estetik de vurgulanmaya çalışılmıştır. Bu yönleriyle kubbe, anıtsal Türk mimarisinin sembolü olmuştur.
Bunları Biliyor musunuz ?
•Dışarıdan bakıldığında tek parça gibi görünen Ayasofya’nın kubbesinin ört parçadan oluştuğunu, geçirdiği yıkımlar sonrasında kubbenin iki bölümünün 4. yüzyıldan, bir bölümünün 6. yüzyıldan diğer bölümünün 10. yüzyıldan kalma olduğunu;
•Ayasofya’nın kubbesinde oluşan açılmaların Osmanlı devrinde yapılan payandalarla ayakta kaldığını;
•İstanbul’daki kubbeli yapılardan Ayasofya’nın yaklaşık 34 m çapında olduğunu ve hâlâ İstanbul’daki enbüyük çaplı kubbe olduğunu, ikinci büyük kubbenin Süleymaniye, üçüncünün Nuruosmaniye, dördüncü olarak da Sultan Ahmet ve Yavuz Selim Camileri’nin kubbelerininin geldiğini;
•Dışarıdan algılanmasa da binaların içeriden ve dışarıdan estetik görünmesi amacıyla bazı cami ve türbelerde çift cidarlı (iç içe iki ayrı kubbe) kubbeler yapıldığını; buna en güzel örneklerden birinin Mimar Sinan eseri olan Kanuni Türbesi ve Süleymaniye Camii’nde bulunduğunu;
• Kubbelerin genelde taş veya tuğla gibi parçalı malzemeden yapıldığını; kubbelerin yarılıp çökmemesi için bütün kubbelerde olmamakla birlikte kubbenin alt kısmında ve kesitte demirin kullanıldığını;
• Bazı yapılarda; kubbenin ahşaptan yapıldığını; (İstanbul’da buna en güzel örnek Beylerbeyi Camii’nde bulunmaktaydı, fakat geçirdiği yangın sonrasında bu özelliğini kaybetmiş, tamir edilirken ahşap yerine betonarme bir kubbe yapılmıştır.)
• Ülkemizin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve Ortadoğu gibi sıcak bölgelerde yüksek tavanlı ve kubbeli evler yapılarak serin mekânlar elde edildiğini.
Biliyor muydunuz?
Kubbeler ve Mimarisi – Bu yazı 2007 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 6. sayısından alınmıştır.