Slovakya, Avrupa Birliği’nin genç üyelerinden biri. 1 Mayıs 2004 yılında birliğe katılan bu küçük ülke, Avrupa’nın tam da orta yerinde, sessiz sedasız, turistlere kollarını açıyor. Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Ukrayna’yla komşu olan, Slovaklar’ın deyimiyle ‘küçük büyük ülke’, bu niteliği gerçekten hak ediyor. Denize kıyısı olmasa da, her adımda tarihin tozlu yapraklarının önünüze açılıverdiği Slovakya, sahip olduğumuz ortak geçmişimizi paylaşmak, tarih kitaplarımızın siyah-beyaz gravürleri içinde kaybolmak isteyenler için eşsiz bir ülke.
Yazı ve Fotoğraflar: Müge Aral
Slovakya, başkent sokaklarında geçmişin anılarını canlı tutmak adına yapılmış heykeller ya da havuzlar dışında, çalkantılı yakın geçmişin karanlık yüzünü taşımıyor. I. Dünya Savaşı sonucunda yıkılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ardından ortaya çıkan Çekoslavakya, kısa bir dönem için de olsa, II. Dünya Savaşı’yla birlikte ikiye ayrılmıştı. 1945’te tekrar birleşen ve 48’de komünist yönetime geçen Çekoslavakya için 1968’de Alexander Dubcek başa geçene kadar kapalı bir dönem başlamıştı. Çekoslavakya’nın demokrasiye dönüşü Kadife Devrimi’yle birlikte olacaktı. Çekoslavakya’nın ayrılması ise 1 Ocak 1993 yılında gerçekleşecekti.
Ekonomik reformların hızla gerçekleştirildiği Slovakya, bugün turizme oynuyor. Sahip olduğu doğal ve kültürel zenginlikleri tanıtmak için ülke çapında önemli faaliyetler gerçekleştiriliyor. Komşu ülkelerden turistlerin uğrak yeri olan Slovakya, aynı zamanda birçok Avrupalı turistin transit geçiş noktası. Oysa ülkede gezilip, görülmesi gereken sayısız kültürel değer var. Tüm bunların yanında ülke, Avrupa’nın termal turizm merkezi halini almış gözüküyor. 2007 yılında 27-28 milyon turistin geldiği ülke, bu rakamı arttırmak için turizme yatırım yapıyor ve ortak geçmişi paylaştıkları Türkler’i daha çok görmek istiyor.
Avrupa’nın en genç başkentlerinden biri: Bratislava
Avrupa’nın en genç başkentlerinden biri olan Bratislava, aynı zamanda Viyana’ya olan yakınlığı sayesinde önemli bir avantaja sahip. Öyle ki, iki şehir, Avrupa’nın en yakın iki başkenti ünvanını taşımakta. Tuna Nehri’nin kıyısında, 550 binlik nüfusuyla ve üzerinde geçmişin ihtişamlı günlerinin imzasıyla, Tuna’nın bu güzeli, taç giymiş kralların yürüdüğü caddeleri, yüzlerce yıllık binaları, kalesi ve meydanlarıyla 1,5 milyona yakın turisti ağırlıyor. Ancak bu rakam transit yolcuları da kapsamakta. Bu da Slovakya’nın kırmaya çalıştığı bir özelliği. Tüm tanıtım faaliyetleri, ülkeden geçen yolcuların kalıp, turistik geziler yapmasını hedefliyor.
Bratislava Kalesi’nin tepeden baktığı Tuna’nın kıyıları telaşsız insanlarla dolu. Şehrin tarihi binalarının arasında, geçmişe ait bir dekorun içinde sahnelenen tiyatro oyunundasınız adeta. Aniden ara bir sokaktan fırlayan turist grupları olmasa, bu sahnenin gerçekliği, size hangi yılda olduğunuzu unutturabilir. Bu yönüyle Brastislava, çalkaladığınızda kar yağdıran cam kürelere benziyor. Değişmeden, değişimin içinde varlığını koruyabiliyor. Elbette değişen çok şey var şehirde, tıpkı ülkede olduğu gibi. Önümüzdeki yıl Euro’ya geçecek olan ülke, şimdilerde bunun heyecanı ve endişesini taşımakta. Kimileri gelecekten ümitli olsa da, eski günleri aramayanlar yok değil. Oysa bir turist gözüyle Bratislava, mutlaka görülmesi gereken bir başkent.
Bursa’nın kardeşi Kosice
Başkentten sonra ülkenin ikinci büyük şehri olan Kosice, 240 binlik bir nüfusa sahip. Macar asıllı ünlü yazar Sanjor Marai’nin dediğine göre Kosice, insan büyüklüğünde bir şehir. Bir iki gün içinde sokaktan geçenleri tanımaya, onlarla selamlaşmaya başlamanız bu şehir için son derece doğal. Kosice’nin 2000 yılında Bursa’nın kardeş şehri olmasının dışında bizi bu şehre bağlayan çok önemli bir bağ daha var. Bu bağın adı II. Ferenc Rakoczi. 1735’te Tekirdağ’da öldükten sonra, İstanbul’daki Saint Benoît Lisesi’ndeki şapele yerleştirilen naaşı 1906’da Kosice’ye taşınmış. Bugün naaşı Kosice’nin ünlü St. Elisabeth Kathedrali’nde ziyaret edilebilir.
Rakoczi, Macarlar için önemli bir kişilik. 18. yüzyılda Macar bağımsızlık savaşını yürütmüş, önderlik etmiş; Macaristan prensi ilan edilmiş ancak 1708 yılındaki Trencin Savaşı’yla bağımsızlıkçıların Avusturya’ya yenilmesiyle sürgün hayatı başlamış. İşte Rakoczi’nin hayatının bu dönemi bizler için önemli çünkü 1715’te Osmanlı İmparatorluğu Rakoczi’yi davet etmiş ve Rakoczi de Tekirdağ’a yerleşmiş. Pasarofça Antlaşması’yla birlikte Osmanlı’ya yerleşen Macar mültecilerinin güvenliği sağlama alınınca, yandaşları da onu takip etmiş. Bugün Tekirdağ’da yaşamış olduğu ev bir müze haline getirilmiş. Aynı evin biraz daha küçük olsa da bir örneği Kosice’de bulunuyor ve “Rakoczi Müzesi” olarak anılıyor. Müzede Türkiye’den birçok eşya var. Hazırlanan Türk odasının duvarlarındaki ahşap boyamalar Türkiye’den getirilmiş ve Rakoczi’nin Tekirdağ’daki evinin resimlerini de müzede görmek mümkün. 2006 yılında Rakoczi’nin ölümünün 100. yılı anılmış ve Türkiye’den Kosice’ye çok sayıda ziyaretçi gitmiş.
Rakoczi, Kosice’de birçok yerde karşınıza çıkabilir. İşte bu yerlerden belki de en önemlisi, Kosice’nin en çok gurur duyduğu yapılardan biri olan St. Elisabeth Katedrali. Aynı zamanda Slovakya’nın en büyük katedrali olan St. Elisabeth’in simetrik olmayan mimarisinin tamamlanması 200 yıl sürmüş. Zaten kulelerinden bir tanesi maddi yetersizlikler nedeniyle tamamlanamamış. Bu nedenle simetrik bir mimari sayılmıyor. Katedralde Rakoczi’nin çocukluktan ölümüne kadar tüm hayatını anlatan freskler, Macar krallarının heykelleri ve Türkiye’den getirilmiş yer taşlarının bulunduğu bölümler nefes kesici. Bu katedral günlük yaşamın tam da orta yerinde, aynı zamanda elle tutulabilir bir zaman makinesi. Rakoczi ve arkadaşlarının mezarları da katedralde ziyaret edilebiliyor.
Kosice küçük bir şehir olsa da son derece zengin. 2013 için Avrupa Kültür Başkenti adayı olması da bunun bir göstergesi. Adım başı ziyaret edilmeyi hak eden kültürel değerleri barındırıyor. İşte onlardan bir tanesi de katedralin hemen yanı başındaki mum müzesi. Birçok şehirde var olan mum heykellerin sergilendiği müzelerden bir tane de, bu tarihi şehirde bulunuyor. Ancak bu müzenin bizler için ilgi çekici, önemli bir noktası var ki o da Evliya Çelebi. Kosice’ye gelip gelmediği hâlâ bir muamma olan Evliya Çelebi’nin mum heykeli müzenin girişinde ziyaretçilerini karşılıyor.
Kosice’yle ilgili bir de define hikâyesi var ki çok ilgi çekici. Bugün ana cadde üzerinde restore edilmiş olan pembe evin temelinde bulunan 2920 altın paranın öyküsü bu. 250 yıl boyunda 68 numaralı bu evin altında bekleyen paralar, 24 Ağustos 1935 günü evi restore eden işçiler tarafından bulunmuş. Şeytan dürtmüş olsa da, sağduyu galip gelmiş ve işçiler paraları şehre kazandırmışlar. Bu altın para koleksiyonu, dünyada tek seferde bulunan en büyük koleksiyon kabul ediliyor. Öyle ki, bugün Kosice’nin gururu olarak Doğu Slovakya Müzesi’nde sergileniyor. Paraların bu masalsı hikâyesi Kosice’de isimlere de ilham vermiş. İşte onlardan biri : Zlaty Dukat Oteli. Zlaty altın, dukat da para olduğuna göre, bu altın para oteli de Kosice’nin yarım yüzyıldan uzun bir geçmişe sahip olan bu hikâyesine atıfta bulunuyor.
Kaleler Ülkesi
Kosice’den fazla uzakta olmayan Spissky Kalesi, 1993 yılında Unesco dünya mirası listesinde olmasının yanı sıra, 4 hektarlık alanıyla Avrupa’nın en geniş kale komplekslerinden biri sayılmakta. Mohaç kelimesinin bizden tam ters anlama sahip olduğu bu ülkede, turistlere ilk anlatılanın, kalenin bulunduğu bölgenin tarihte hiçbir zaman ele geçirilemediği gerçeği dikkat çekici. Her ne kadar Mohaç Meydan Muharebesi, tarih kitaplarının derinliklerinde kalsa da, bu ülkenin tanıklık ettiği işgaller karşısında yüzlerce yıl önce inşa edilmiş kaleler hâlâ ayakta ve Slovaklar için bunlar artık sadece turizmin kaleleri.
15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren aristokratik ailelerin evi olarak hizmet vermiş kaleye, her yeni gelen aile eklemeler yapmış. Zapolya, Thurzo ve Csaky ailelerinin kaldığı kalede, küçük bir de müze var. 1780 yılında, geçirdiği yangının ardından kullanılamaz hale gelen kalenin son sahipleri Csakyler’in arması Türk ziyaretçiler için şaşırtıcı olabilir. Önceleri Tatar kafası olduğu söylenen ancak sonradan sakal eklenen ve Türk kafası olarak tanıtılan bir arma. Kalenin hijyen kuralları da en az bu arma kadar ilgi çekici. Suyun bulunmadığı kalede tuvaletler, kale duvarlarının dışına açılan pencereler. Tuvalet kâğıdı yerine yavru kedi veya civcivlerin kullanıldığı gerçek mi değil mi bilinmiyor ama rivayet edilmekte. Yemek sonrası el temizliğinin köpeklere yaptırıldığı ise daha gerçekçi duruyor. Hatırlatmakta fayda var, Slovakya’daki kaleler film seti olarak da kullanılmakta. Spissky Kalesi’nde en son “Son Lejyon” filminin bazı sahneleri çekilmiş.
Bir başka film setini aratmaz kale ise Orava Kalesi. Slovakya’nın kuzeybatısındaki bu kale, uçurumun kenarından düşecekmiş gibi dursa da, yüzyıllarca ayakta kalmaya kararlı. Orava Nehri’nden 112 metre yukarıda olan kale, tıpkı Spissky gibi 1800’lerde bir yangın geçirmiş. Bugünkü halini ise 19 ve 20.yüzyıllarda geçirdiği tamiratlarla almış. Yılda 200 bin ziyaretçinin geldiği Orava Kalesi, vampir filmlerini aratmayacak bir mimariye sahip. Öyle ki, ilk vampir filmi olduğu söylenen 1922 yapımlı Nosferatu da burada çekilmiş.
Slovakya’da kalelerle karşılaşmak son derece olağan. 1993 yılında yine Unesco’nun dünya mirası listesine alınan Banksa Stiavnica da, ülkenin diğer şehirleri gibi huzurla yoğrulmuş, tarihle iç içe geçmiş, biblo görünümünde bir kent. Ortaçağ’ın altın ve gümüş madenlerinin bulunduğu bölgelerden biri olan şehir, zengin bir geçmişe sahip. Bugün madenler kalmamış olsa da, tarihi mirasını yansıtan tüm mimari unsurlar Banksa Stiavnica’da sizleri bekliyor. Osmanlılar’ın Avrupa’ya doğru çıktıkları seferlerden korunmak amacıyla yapılan iki kaleden yeni olanı, ki 1564 yılında yapımına başlanmış, Habsburglarla Osmanlı’nın mücadelelerine ilişkin birçok gravürün görülebileceği bir kale. Kalede gravürler dışında, bu savaşlarda kullanılan silahları da görmek mümkün. İşte yine tozlu tarih yapraklarından bir sayfa daha bu küçük ülkede karşımıza çıkmakta.
Termal Turizm
Termal turizmde iddialı olan ülkemiz Slovakya’daki örnekleri mutlaka dikkate almalı. 1800 yıllık bir spa olan Allianoi’u sular altında kalmaya mahkûm eden bir zihniyetle yola çıkarsak, bazı kayıplar yaşayacağımız muhakkak. Avrupa’dan birçok insanın şifa bulmak ya da sadece rahatlamak amacıyla Slovakya’nın termal sularını tercih ettiğini söylemek yanlış olmaz.
Küçük de olsa, Banksa Stiavnica yakınlarındaki Sklene Teplice’nin termal suları, sahip olduğu özelliklerle Avrupa’da tek kabul edilmekte. Küçük bir mağaranın içindeki 42°C’lik magnezyum ve kalsiyum yüklü suların sinir hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Denizli Karahayıt bölgesiyle benzer özellikler taşıyan Sklene Teplice, Slovakya’nın diğer termal tesisleri kadar büyük olmasa da, turistlere farklı tedavi imkânları sunmak amacıyla, değişik yöntemler de izlemekte. Bunlardan biri tuz mağarasında dinlenme. Tuzlar İsrail’den getirilmiş olsa da, turistler için ilginç bir deneyim olduğu açık. Bu noktada Çankırı’daki tuz madenlerimizin zenginliğini düşünmemek elde değil.
Slovakya’nın belki de en çok gurur duyduğu termal merkezlerden biri Poprad’daki Aqua City olmalı. Yüksek Tatras Dağları’nın eteklerindeki bu tesis, 28°C’den 38°C’ye kadar değişik sıcaklıktaki sularını turistlerin rahatlaması için en iyi şekilde kullanıyor. Tesisin içindeki değişik özellikte ve güzellikteki havuzlar, her yaştan insana hitap etmekte. Üstelik bu sulardan yararlanmak için mutlaka bu tesiste kalmak gerekmiyor. Poprad’daki Aqua City, çevredeki insanların en büyük eğlence ve rahatlama mekânı denilebilir. Termal sular dışında, doğanın tüm kaynaklarından yararlanılan bu tesisteki buhar odalarında tuz soluyabilir, çiçeklerin kokusuyla ciğerlerinizi doldurabilir, kar mağarasında üşüdükten sonra kendinizi sıcak buharın kollarına atabilirsiniz. Doğal kaynakların en verimli şekilde kullanılmasının bir örneği olarak nitelendirilebilecek Aqua City, örnek alınması gereken bir oluşum gibi görünüyor.
14. yüzyılda bir spa merkezi olarak ün salmış ve 16. yüzyılda ünü tüm Avrupa’ya yayılmış olan Trencianske Teplice’nin termal suları romatizmal hastalıklara iyi geliyor. Bu küçük şehrin bir de hamamı var. Trencianske Teplice’nin bir diğer özelliği de her yıl haziran ayının son iki haftasında düzenlenen ArtFilm Film Festivali’ne ev sahipliği yapması. Bu vesileyle birçok ünlü yıldızın bir arada görülebildiği bu küçük Avrupa şehri, özellikle bu dönemde renkli görüntülere sahne oluyor.
KÜÇÜK BÜYÜK ÜLKE : SLOVAKYA – Bu yazı 2008 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 18. sayısından alınmıştır.