Yazı: Ekrem Demirli – Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Tanrı’nın kendisine “ev” olarak seçtiği bir yer –kalp, gönül- ile Tanrı adına yapılan ve ancak kendisine ulaşmaya “vesile” olan bir yer arasındaki değer farkı, sufilerin insanı varlığın gayesi sayan düşüncelerinin istilzam ettiği bir netice idi.
Yol, yolcu, yolculuk! Bu üç kelime, insanın serüvenini anlatabilecek üç basit kelime olduğu kadar “fıtrîlik” prensibi ekseninde temerküz eden İslam’ın dünya görüşünü, insana bakışını ve onunla ilişkisini yansıtan bir anlam dünyasını bizi açan bir anahtar da sayılabilir.
Vakıa “sırat, şeriat, tarîk, minhac, sebil, sübul” gibi İslam metinlerinde geçen pek çok kelime yol ve onun türevleri iken dinin övdüğü temel eylemler olan istikamet, hidayet ve seyr “yolda yürümek” ve bu yürümenin tarzları; dalalet ise yoldan çıkmak ve yolu şaşırmak anlamı taşır. Bu yönüyle İslam’ın hayatı bir “yolculuk”, dünyayı bu yolculuğun bir aşaması, yaratılış öncesini yolculuğun başlangıç noktası, ahireti ise yolculuğun yeni bir aşaması olarak nitelediğini söylemek gerekir. Ama özellikle İslam’ın tasavvufi yorumunu hesaba kattığımızda, bu “yolculuk” ilkesini ilga edecek bir nihayet ve “son durak” fikrine yer verilmediğini görürüz. Öyleyse “var olmak” bir yolculuk, “yaşamak” bir yolculuk, “ölüm” bir yolculuk, “tekrar diriliş” bir yolculuktur vs. İnsanın yolculuğu hiçbir zaman bitmez, sadece yeni bir yolculukla yer değiştirir. Bu yolculuk “vatan-ı aslî” denilen bir yerden akıllar, felekler, gökler, müvelledat aşamalarından dünya hayatına doğru “iniş” şeklinde, ardından aynı süreci gerisin geriye doğru çıkarak “yükseliş” şeklinde bir daire teşkil eder. Öyleyse insanın yolculuğu, Mevlana’nın kamışlıktan kopartılan kamış benzetmesiyle dile getirdiği vatandan ayrılmanın ıstırabıyla vatana dönme çabasının bir ifadesidir. Bununla birlikte bu genel sürecin farklı aşamalarında da “yolculuk” yapar insan. Bazen yolculuk bir “şeye” doğrudur. Bu “şey” bir yer olabilir, bir davranış olabilir, bir ahlak ve erdem olabilir, bir zaman olabilir, bir insan ya da insan gurubu olabilir vs. Hidayete ulaşmak, yanlış bir gidişatı bırakıp doğru ahlaka yolculuk ve bu uğurda bir “topluluğa” katılmak üzere “yolculuk etmektir.” Bazen yolculuk bir şeyden olabilir ve artık adı “hicret” veya “ayrılış” haline gelir. Bazen yolculuk bir şey için olur.
İslam belirgin ve tanımlanmış bir merkez fikrini kabul etmemeye mütemayildir. Bu nedenle söz gelişi Yahudilikte gördüğümüz Kutsal Mekân fikri ve buna bağlı olarak “seçilmişlik fikri” birincil olarak öne çıkmaz. Hiç kuşkusuz İslam da bütün büyük dini gelenekler gibi kendine özgü “kutsal mekân” ve “kutsal zaman” kavramına sahiptir. Bu yönüyle İslam’ın kutsal mekânı dendiğinde akla gelen ilk yer, Mekke, ibadet ise hacdır. Hac, İslam’ın “kutsal yolculuk” fikrinin en önemli unsurlarını içeren ve yoğun bir sembolik anlatıma sahip olduğu kadar İslam’ın eşya ve insan anlayışının temel özelliklerini yansıtan bir semboller bütünüdür. Bu yönüyle İslam’da hac ve Kabe, Yahudilikte gördüğümüz Mabet’in “Kutsal’ın tezahürü” olması fikrine tekabül etmez. Kabe ziyaretini “Kutsal’a yolculuk” adıyla ifade edebileceğimiz bir vesile şeklinde değerlendirmek mümkündür. Bu durumda hac ve bu uğurda çekilen meşakkat, bizatihi değil, götürdüğü amaç bakımından değer kazanır.
Sufilerin menkıbelerinde dile gelen bazı anlatımlar, bu düşünceyi maharetle işlemişlerdir. Yunus Emre “Ararsan Hakkı içinde ara / Kudus’te, Kabe’de Hacda değildir” derken bu duyguyu terennüm ettiği gibi “Bir gönül yıktın isen, kıldığın namaz değil” diyerek aynı düşünceye başka bir ibadette dikkat çeker. Aynı düşünce çağdaş bir mutasavvıfın Kabe’deyken bir müridine dönerek ‘Eline bir çekiç al ve Kabe’nin duvarını kırmaya başla’ sözünde de belirgindir. Bu ifade üzerine hayrete düşen mürid, şaşkın bir halde şeyhine bakarken Şeyh efendi, büyük bir geleneğin temsilcisi olmasını gösteren bir hikmetle konuşur: ‘Mümin kardeşinin kalbini kırmak, Kabe’nin duvarını yıkmaktan daha kötüdür.’ ‘Çünkü’ diye ekler, ‘Kabe Azer oğlu İbrahim’in yaptığı bir binadır, gönül ise Allah’ın yaptığı ve kendisine yerleştiği kendi evidir.’ Bu iki ev bir olabilir mi?
Tanrı’nın kendisine “ev” olarak seçtiği bir yer –kalp, gönül- ile Tanrı adına yapılan ve ancak kendisine ulaşmaya “vesile” olan bir yer arasındaki değer farkı, sufilerin insanı varlığın gayesi sayan düşüncelerinin istilzam ettiği bir netice idi. Bu düşünceyi en iyi açıklayan sufilerin başında gelen İbnü’l-Arabî Kabe’ye hitap ettiği mektuplarından birisinde insan ile Kabe’yi karşılaştırır ve insanın üstünlüğünü vurgular. Kabe bu sözler karşısında “kırılır” ve “üzülür.” Buna tepki olarak -İbnü’l-Arabî’nin bir ölçüde simgesel bir dille anlattığı şekilde- “Örtülerini toplayarak, (İbnü’l-Arabî’nin) üzerine doğru gelir.” İbnü’l-Arabî’nin bu ifadelerini hangi bağlamda söylediğini bilemeyiz belki. Ancak insan ile Kabe arasında yapılan bu tarz mukayeseleri tasavvufun insan fikrini olduğu kadar genel anlamda İslam’ın kutsal mekan ve bu mekana yolculuğu bir “araç” ve “vesile” sayan fikrini yansıtan düşünceler sayabiliriz. Bazen bir menkıbede Kabe’ye hacca gitmek yerine, bütün parasını bir yoksula harcayan bir derviş görürüz. Böyle menkıbelerden birisinde bütün hacıların bu fedakârlığı yapan “hacı”yı ziyaret ettiklerini ve haclarının onun sayesinde kabul edildiği anlatılır. Çünkü o, farkında olmasa bile, dinin önceliklerini doğru anlamış bir insandır. Bazen bizzat Kabe’nin bir insanı ziyarete geldiği anlatılır menkıbede. Bütün bu menkıbeler bir konuyu vurgulamada hemfikirdir: Hiçbir araç, esas maksadın yerini alacak kadar değerli olamaz.
Sufiler, hac ve kutsal mekânları ziyaretle ilgili bu düşünceleri geliştirdikleri gibi öte yandan “Maksad’a, yani Hakka yolculuk üzerinde de ilk bakışta anlaşılması güç bir takım düşünceleri ifade etmişlerdir. İlk hareket noktası ise, Tanrı’nın her zamanda ve her yerde hazır ve nazır olmasıdır. Bunun doğal sonucu ise insanın her yerde ve zaman dâhilinde Tanrı’ya yaklaşabilmesidir. Gerçekte, bize bizden daha yakın olan birine yaklaşmaktan ya da O’ndan uzak kalmaktan nasıl söz edebiliriz ki? Bayezid-i Bestami bir imamın cenaze namazında “Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz” dediğini duyunca, “Peki şimdi neredeyiz ki?” diye sorar. Gelmek ve gitmek fiillerinin böylesine öne çıktığı bir düşüncede “İçinde bulunulan anın ve mekânın neresi olduğu sorusuna nasıl cevap verilir?” Bayezid için bu cevap “Şimdi de Allah’tayız” şeklindeydi.
Ancak bu kez, cevaplanması gereken başka bir soru daha ortaya çıkar: Peki bütün bu geliş ve gidişlerin anlamı yok mu? Bu sorunun cevabı, birkaç asır bekleyecek ve en nihayet İbnü’l-Arabî tarafından ilahi isimler teorisiyle “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz ve şimdi de Allah’ın bir ismindeyiz” şeklinde verilecekti. Böylelikle İbnü’l-Arabî, insanın var oluş serüvenini anlatan “yolculuğa” “ilahi isimler arasında intikal” anlamıyla bir çerçeve kazandırır. Buradan ise yolculuğun başka bir yönü ortaya çıkar. O da dairesel bir varlık anlayışının istilzam ettiği bir düşünce olarak Maksad’a, Maksad’da, Maksad’dan ve Maksad ile yolculuktur. Yolculuktaki maksad En Kutsal, Allah olduğuna göre, hacda ya da başka bütün alanlarda “yolculuk” Allah’a doğrudur. İbnü’l-Arabî bu düşünceyi bilinçli ya da bilinçsiz bütün eylemlerimizde Tanrı’nın doğrudan ya da dolaylı amaç olmasıyla açıklar. Buradan şu sonuç çıkartmak ise her bir insan bireyine düşer: İnsan: Her daim Tanrı’ya giden bir yolcu! Tanrı, belirli bir nihayeti olan ya da bir sınırda duran bir varlık değil. O, sonsuzluğun bile selbî olarak işaret ettiği Nihayetsiz Mutlak’tır. Öyleyse Tanrı’ya gitmek olabilir de, “varmak” olmaz! Varmakermek ya da vuslat, bizim yolculuktaki ilerleyişimizi anlatır, yolculuğun sona ermesini değil. Bundan başka bir sonuç çıkar: İnsan: Her daim yolcu! Tanrı’daki bu yolculuk belirli bir noktada tersine döner. Bu dönüş, insanın yeni bir bilinçle kendini inşası diye anlatılır. Bunu başka bir şekilde ifade etmek istersek, yolculuk insanı “insan”dan alır, yerine yeni bir insan koyar. İnsanın kendinden alınmasına “fena”, yerine yeninin konması ise “beka” denir tasavvufta. Beka, insanın Tanrı’ya yolculuğunun yön değiştirmesiyle “kendine yolculuğa” dönmesi demektir. Buradan çıkan sonuç: İnsan, yine yolcu, yine yolcu! Aslında sorun İbnü’l-Arabî’nin dediğinde düğümleniyor: Hayat doğrusal bir çizgi değil, bir daire! Başı ve sonu olmadığına göre, hepimiz sürekli yolcuyuz! Bu yolculuğun bizi bizden alarak yerine yeni biz koyması ise basit bir formülde gizli. Tasavvuf metinlerinde sık karşılaştığımız bu formül, büyük düşünür Platon’a izafe edilen bir sözde şöyle dile getirilir: ‘Yolculuğa çıktım. Geri döndüğümde hiçbir şeyin değişmediğini gördüm. Meğer giderken kendimi de yanıma almışım.’ İslam irfanından nasiplenmiş sıradan bir insan buradan şu sonucu çıkartırken hiç de zorlanmayacaktır: İnsan kendini, yani nefs’ini yanına aldığı sürece, Kabe’yi ziyaret etmekle “hacı olmaz.”
Gezgin Dergi – Bu yazı 2007 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 11. sayısından alınmıştır.