Yazı: Ayşe Sevim
Tatil kelimesi kışın uslu uslu sözlükte yatarken, havalar ısınmaya başlayınca üzerindeki tozları silkerek ayağa kalkar. Şımarık bir kız çocuğunun yavaş yavaş uyanması gibi ağır bir kalkıştır bu. Aniden patlak vermek yerine, güneş sıcaklığını arttırdıkça zihnimize hafif hafif lekeler bırakmayı tercih eder. Bir gün “Acaba şehirden uzaklaşsam mı?” deriz, ertesi gün gözlerimiz tur broşürlerine takılır, üç gün sonra valiz sıkıştırıldığı yerden çıkartılır… Böylece maharetli elleriyle tatil, evrakları, terfileri, faturaları, görüşmeleri, projeleri üzerimizden bize fark etmeden sıyırarak topumuzu kendi düşüncesiyle meşgul eder. Tüm kış boyunca güzellik uykusuna yattığından karşı koyulamaz bir cazibesi vardır elbette. Pek çoğumuz sıkı bir hipnoz seansından geçmişçesine kendimizi “tatil”in isteklerine bırakırız. Onun için para harcamaya, zaman ayırmaya, plan yapmaya başlarız. Nasıl karşı koyalım? Sene boyunca bir çamaşır makinesinin içindeymiş gibi sağa sola savrulan biz değil miydik?
Evet, yaşanılan şehri katlayıp çekmeye koymanın ve başka şehirlerin kokularını teneffüs etmenin zamanı gelmiştir. Peki nereye gitmeli? Tatilin pek çok kişiyi güneş, kum ve deniz üçlüsü ile oyaladığını kabul ediyorum ama bu tür numaraları yutmayan esaslı hayranlarına şık alternatifler sunduğunu da unutmamak gerek. Derilerinin soyulmasına, güneşin altında şımarık şımarık uyuklamaya, denizde birbirlerine top atıp “ha ha ha” diye ağızlarına abartılı kahkahalar yayanlara söyleyecek bir şeyimiz yok. Onlar az şeyle mutlu olabilmeyi başarıyorlar. Ya çok şey isteyenler… Aşağı yukarı şöyle bir manzara gerçekleşir sanıyorum:
Haritalar açılıyor. Gidilecek şehirler işaretleniyor. Fotoğraf makineleri ayarlanıyor. Bazen yurtiçi, bazen de yurtdışı için valizler hazırlanıyor. Sonra otobüse, uçağa, gemiye koşuluyor. Durun durun, müsaadenizle filmi geriye almak istiyorum. Madem tüm kış şu bir avuç gün için beklediniz, sizi apar topar yollamayalım tatile. Gidebileceğiniz yerler noktasında bir falcının avuç içinde gördüğü kader çizgilerine benzeyen heyecanlı yollar sunalım. Size nereyi mi tavsiye edeceğiz? Daha fazla seçeneği. Bu sene gideceğiniz yere karar vermeden önce Miniatürk’e uğrarsanız bu seçeneklerden istediğiniz şekilde yararlanabilirsiniz. Gezi planınızı oluşturmanızda Miniatürk, internetten, broşürlerden, haritalardan çok daha yararlı olacaktır eminim ki. Türkiye’nin sınırlarının dışına çıkmaya niyetli olanlara, alt dudaklarını ısırtıp:“Ülkemde görmediğim ne çok şey varmış” dedirtecek cinsten bir gezi olacaktır kuşkusuz. İlk kez görenlerin: “Ben gerçekten böyle bir ülkede mi yaşıyorum?” diyeceği de muhakkak. Miniatürk’deki eserlerin ışığı altında ülkemizin gerçek mi yoksa buruş buruş bir büyükannenin torununa anlattığı bir masal mı olduğunu insan ciddi ciddi düşünebilir. Perilerin cirit attığı, şehzadelerin delikanlılık kokusunun tüttüğü, ibadethanelerin huzurla gözlerini size diktiği, kütüphanelerin fosur fosur kibirlendiği bir yer Miniatürk. Bu masal diyarına elimizi uzatıp size birkaç örnek sunalım ister misiniz?
Mesela Amasya Yalı Boyu Evleri. Miniatürk’de maketini göreceğiniz Yeşilırmak kıyısındaki bu evler, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarında inşa edilmişler. İnşa edilmek yerine şöyle boylu boyunca Yeşilırmak’ın kıyısına uzanmışlar demek daha doğru olur. Anadolu sivil Türk mimarisinin güzel örnekleri olan bu evler insana kocaman bir ailenin hissini veriyor. Odalarında çocukların koşturduğu, penceresine elinde tespihi olan yaşlı bir büyükannenin yerleştiği, yer tahtalarının sabunlu su koktuğu, erkeklerin ağırbaşlı, kadınların maharetli olduğu kocaman bir aile. Evler, böyle tatlı bir gürültüyle dolup taşıyor sanki. Yeşilırmak’ın teninin üstüne bu evlerin dalgalanan görüntüleri düşüp düşüp duruyor. Aynı zamanda Anadolu’nun ilk prefabrik konutları olan Amasya Yalı Boyu Evleri gerçekten insanın gözlerine sunacağı kıymetli bir manzara.
Şimdi Yeşilırmak’tan üzerinden atlayarak Bursa’ya gelin lütfen burada Miniatürk’de maketini gördüğünüz Bursa Ulu camii sizi bekliyor. Bursa’nın en büyük camisi olan eser, 1400 yılında ibadete açılmış. Yıldırım Bayezıd tarafından Niğbolu Zaferi sonrası, savaşın geliriyle halka armağan olarak inşa edilmiş. Güzel bir armağan. Bir halka, bir şehre verilebilecek İslam’a ait zarif bir parmak izi. Her şehrin bir ulu camii olmasına rağmen ulu camii denilince akla ilk isim olarak kazınan bu eser dışarıdan bakıldığında insanın zihnine estetik ve güç işaretleri bırakıyor. Meşhur Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi, ömrü boyunca bu camide imamlık yapmış. İnsan bu caminin içinde dolaşırken hüzünlü mevlidi duyar gibi oluyor. Ceviz oyma minberi ve hat levhalarıyla ünlü olan camii her namaz vakti dolup taşan kadınlı erkekli cemaatiyle de görülmeye değer. Kadınlar kucaklarında çocukları, dedeler başlarında takkeleri bu güzelim eseri bir an olsun yalnız bırakmıyorlar. Dev bir el bu camiyi oradan çekip alsa kuşkusuz şehre tarifi olmayan bir tenhalık düşer. Bursa’yı, Bursa Ulu Camii olmadan düşünmek bu camiyi gören herkesin takdir edeceği üzere mümkün değil.
Şimdi haritada biraz yukarı tırmanalım isterseniz. Sizi oldukça yükseğe çağırıyorum. Trabzon’daki Sümele Manastırına. Bin üç yüz metre yükseklikteki dağ gövdesi içine inşa edilmiş gizli bir tapınağa geleceksiniz. Meryem Ana Manastırı adıyla da bilinen bu manastır tam olarak Trabzon ili, Maçka, Trabzon ilçesi, Altındere, Maçka köyü sınırları içerisinde yer alan Panagia (Meryemana) deresinin batı yamaçlarında Mela (Yunanca ‘siyah’) tepesi üzerinde deniz seviyesinden 1.150 m yükseklikte yer almakta. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre 385 yılında Atinalı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler. Gördükleri rüyaya göre birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon’a gelmişler, orada karşılaşıp rüyaları birbirlerine anlatmışlar ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Sümele Manastırı bugünkü görünümünü 14. yüzyıl ortalarında yapılan eklemelerle almış. Manastırdaki kilise yaklaşık dört yüz metrekare büyüklüğünde ve mağaranın içine oyulmuş bir yapı biçiminde. Kale görünümündeki manastır vadiye yüz basamaklı dik ve dar bir merdivenle bağlı. Anlayacağınız bu ibadethane kendini kolayca muhatabına sunma taraftarı değil. Eteklerine ulaşmanız için önce yorulmanız gerekiyor. Basamakları çıktığınızda ise karşınıza tüm haşmetiyle dikiliyor. İki katı teras olmak üzere altı katlı olan manastırın içindeki her katta tek sıra halinde, fresklerle süslü sekizer oda yer almakta. Sümela Manastırı’nın Miniatürk’deki maketinden da anlayacağınız üzere saygı duyulacak bir güzelliği var.
Miniatürk’deki maketi de bir harika olan dünyanın sekizinci harikasına çağırıyoruz sizi. Gelebilecek misiniz? Çünkü burası da Sümela Manastırı gibi oldukça yüksek bir yerde. İslam dininin aksine diğer dinler özellikle de kutsal dinler arasına girmeyen inançlar tanrı ve insan arasına kocaman mesafeler koyduğundan genelde ibadethaneler, tapınaklar, kutsal yerler yüksek bölgelerde bulunuyor. Ayaklarınızı biraz yoracağız anlayacağınız. Gerçi Adıyaman Kahta’da bulunan Nemrut Dağı’ndaki iki bin iki yüz altı metre yükseklikteki Kommagene Krallığı’na ait kalıntılara geldiğinizde yorulduğunuza deydiğini anlayacaksınız. Dünyanın sekizinci harikası olarak anılan kalıntılar,M.Ö. 80-M.S. 72 yılları arasına ait. Nemrut Dağı’ndaki Açıkhava tapınağının doğu setinde sekiz adet yontma taşlı, tahtların üzerine oturmuş, sekiz- on metre yüksekliğinde büyük tanrı heykelleriyle kopmuş baş heykelleri bulunmakta. Burada dolaşırken taş kesilmiş devlerin arasında yürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Sanki bir felaket gerçekleşmiş ve tüm bu dev insan ve hayvanlar yüzlerindeki son ifadeyle taşlaşıvermişler. Damarlarından akan kan donmuş, etlerinin sıcaklığı taşın soğukluğuna dönüşmüş. Bir zamanlar hayatta olduklarından yaşamın ne olduğunu biliyorlar ve bir daha asla yaşayamayacakları için sizi kıskançlık ve kinle süzülüyorlar. Elinizde fotoğraf makinenizle dolaşırken her an birinin gazabına uğrayacakmış hissini duyuyorsunuz. Dev değil Tanrı olarak düşünüldüklerinde durum daha da korkunç sanki. Bu kadar huzursuz, öfkeli, kindar tanrılarla uğraşmak zamanında oldukça zor olmuştur. Merhametten izler taşımayan bu açık hava müzesi tedirginlik gerilim ve anlatılması zor hisler bırakıyor. Kalıntılar 1881 yılında Almanlar tarafından keşfedilmiş, 1984 yılında restore edilmiş ve alan, 1989 yılında Milli Park ilan edilmiş.
Şimdi tekrar aşağılara inelim. Tevazünün sesini duyuyor musunuz? Şehrin ortasından çağırıyor bizi? 1274 yılında inşa edilen Mevlana Türbesinden geliyor bu ses. “Kibir şeytandan aşk ademden” diyen aşkın beden bulmuş hali Hz. Mevlana’nın mis gibi kokan türbesindeyiz. Onunla göz göze gelmeye cesareti olmadığı halde onunla bir kez göz göze gelebilmek için her şeylerini verecek aşıkların mabedi burası. Tespih şıkırtıları arasında dolaştığınızı hissedeceğiniz bu türbenin Firuze çinilerle süslü kubbesi Selçuklu Dönemi’nin en güzel eserlerinden. On altı dilimden oluşan yeşil kubbe huni seklinde. Hem içerisi hem de dışarısı çini döşeli ve duvarları çok değerli yazılarla süslü. Türk çadırını andıracak bir mimari üslupta tasarlanmış dünyaca tanınan bu kubbe, Selçuklu Veziri Muhittin Pervane’nin eşi Gürcü Hatun tarafından Mimar Bedreddin Tebrizi’ye yaptırılmış. Semahane ile büyük kubbeli mescit ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Bir müze haline getirilen bu yerde Selçuk sanatının halı, kilim, kumaş örnekleri, Mevlevi sanatının çok değerli eserleri, neyler, kudümler de sergileniyor. Türbedeki ceviz sanduka Selçuk oymacılığının bir şaheseri. Bu sandukanın bas tarafının yüksekliği 2,65, ayak tarafının yüksekliği 2,13, uzunluğu da 2,91 metre.Her devirde ihtimam gören türbe, Anadolu’nun silinmez tapu senetlerinden biri olarak kabul ediliyor. Eserleri hemen hemen her dile tercüme edilen Mevlana’nın türbesi Miniaturk’te de ziyaretçileri karşılayan ilk eser. Mevalana’nın türbesiyle alakalı söyleyeceğimiz son söz onun kendi cümleleri olsun:
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama
Ariflerin gönüllerindedir mezarımız bizim
Mevlana
Buradan sizi bir savaşa götüreceğiz. Bombaların, sürgülerin, kan kokusunun arasından yürüyeceğiz. Rasim Özdenören Gül Yetiştiren Adam isimli kitabında bir karakterini şöyle konuşturur: “.. Biliyor musun korkaklık da bulaşıcıdır, yiğitlikte. Hepimiz yiğitleşmiştik. Ölüm vız geliyordu herkese ama savaş içinde oluyor bu tabii. Çünkü ölmeyi düşünmüyorsun, çünkü kolayca ölünüyor. Ölmek barış zamanında zor oluyor. Çünkü ölmeyi düşünmeye başlıyorsun o zaman. Bir de elde etmek istediğin şeyler söz konusu. Savaşırken bir şey elde edeceğine inanıyorsun ölmekle, barış zamanında bu yok işte..” Ölüm bu savaşta korkulacak bir şey değil. Çarçabuk göç ediyor Mehmetçikler. Çünkü ölümleriyle bir şey kazanıyorlar: Asla ölmemeyi yani şehit olmayı. Hepsi körpecik delikanlı. Erkek olmanın uzun koridorlarını dolaşmamışlar, çocukluğun bahçesinden henüz çıkmışlar. Araf’tayken toplanmışlar dünyadan. Henüz kirlenmemişken, çürümemişken dev kanatlarını gökyüzüne çarpa çarpa uçmuşlar. Mitralyöz seslerinin, dumanın, gençliklerinin arasından ruhları semaya yükselmiş. Evet Çanakkale Şehitler Anıtı’na bekliyoruz sizi. Ölmenin barış zamanında zor olduğunu anlıyorsunuz burada. Mehmetçiklerin mezar taşlarına bakıp üzülemiyorsunuz, insan sadece kendi için hüzünleniyor. Kurşunların arasında koşan on altı yaşında bir çocuk çok mühim bir şey yaptığını bilirken, on altısının üstüne seneler koyan bizlerin ne yaptığı sorusu bir kurtçuk olup yiyor zihnimizi. Çanakkale şehitleri anıtı Çanakkale’de, Morto Koyu önündeki Hisarlık Tepe üzerinde. Çanakkale’de şehit olan iki yüz elli bin askerin anısına yaptırılmış. Temeli 19 Nisan 1954 tarihinde atılan anıtın yapımı, 6.5 yılda tamamlanmış. Yani savaştan daha uzun sürmüş yapımı. Kurşunlanan bir askerin can verişinden de çok uzun sürmüş. İnsan bu anıtın önünde bir tatilin kişiye sunacağı tüm lezzetlerden daha kuvvetli bir zevk duyuyor. Uğultulu bir hesaplaşma.
Anıt için 1944 yılında yapılan yarışmayı Mimar Doğan Erginbaş, İsmail Utkular ve Mühendis Ertuğrul Barla’nın projelendirdiği eser kazanmış. Açılışı 21 Ağustos 1960 tarihinde yapılan anıtın altında müze, yanında Mehmetçik Anıtı ve Türk Şehitliği bulunmakta. Henüz gitmeyenler için ihmal edilmemesi gereken bir yer Çanakkale. Bu gezi gözlerinizden, zihninizden çok kalbinize sunacağınız bir hediye olacak.
Son olarak sizi bir gözyaşı mabedine çağırıyoruz. Eyüp Sultan Camiine. Camii Hz. Muhammet’in (sav) sancaktarı Ebu Eyyup El-Ensari’nin İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü yere, İstanbul’un fatihi Sultan II. Mehmet tarafından yapılmış. Eyüp Sultan adına inşa edilen cami, aynı zamanda İstanbul’un ilk camisi olma özelliğini taşıyor. Zamanla harap hale gelince, minareler korunarak cami yıktırılmış ve Sultan III. Selim tarafından yeniden yaptırılmış. Günümüze ulaşan da, barok üslubunda yaptırılan bu cami. Tahta çıkan Osmanlı şehzadelerinin kılıç kuşanma törenleri burada yapılırmış. Şehzade padişahlığa geçişini önce Eyüp Sultan’a onaylatırmış yani. Eyüp Sultan Camii, manevi kimliğin simgeleri sayılan türbeleri ve tekkeleriyle birlikte kutsal bir ziyaretgah yeri işlevi görmekte. Evlenenlerin, dileklerinin kabul edilmesi için gelenlerin ve de orayı sadece kokusundan ötürü sevenlerin mekanı bu camii. Türbeden çıkan teyzeciklerin ağlamaktan kızarmış gözlerinin kırış kırış kokusu, camiinin üzerinde uçuşan kuşların rüzgara kafa tutuşlarının kokusu, evden camiye gitmek için çıkarken cebine yolda çocuk görürsem veririm diye şeker atan dedelerin merhamet kokusu, insanın tüm günahlarının ama tüm günahlarının affedilebileceğinin kokusudur bu caminin duvarlarına sinen.
Masal Ülkesi Türkiye – Bu yazı 2007 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 5. sayısından alınmıştır.