Yazı: Osman Koca
Bugün Ortadoğu’nun (coğrafik bu tanımlama yazık ki Anglo-Sakson bakışın ürünüdür. Zira Filistin, coğrafyamıza göre güneyimize düşmektedir) kanayan yarası haline gelen Filistin’in makus yazgısı sanıldığının aksine yeni olmayıp çok eskilere dayanır. Kadim dünyanın kayıtlarına düşürülen tarihi notlarla seyahatnamelere bakıldığında, ataları Girit’ten gelen ve İbrani doktrinlerinde Kenan olarak geçen Hami ailesinin çile yüklü yaşantısı, kısmen kesintilere uğramış olsa da hiçbir zaman tümüyle ortadan kalkmış değildir.
Çalışmamızda tarihi notları müverrihlerin uzmanlık sahasına bırakıp biz salt seyyahların kaleme aldıkları metinlere odaklanacağız.
Bunlardan ilki XV. asrın oryantalist gezginlerinden biri olan Fransız Bertrandon De La Broquiree’nin Denizaşırı Seyahat adlı seyahatnamesidir. Eser, bilhassa Kudüs faslıyla göze çarpmaktadır. 1432’de Fransa’dan ayrılan, sonra İtalya, Yunanistan ve Kıbrıs kanalıyla Müslümanlarla ilk tanıştığı Yafa’ya ulaşan, oradan da daha sonra Kudüs’e varan seyyahın skolastik ortaçağ felsefesinin hakim olduğu bir süreçte bu gezisini bizzat devrin kralının emriyle, rehberlik ve kılavuzluk amacı taşıyarak yaptığını söylemesi ve fakat bu arada gittiği bölgelerde casusluk faaliyetlerinde bulunması dikkati şayan bir durumdur.
Şimdi bu seyahatnameden iktibaslarla Filistin’i tanıyalım…
Fransız seyyah öncelikle Arz-ı Mev’ud’a vardığını ve orada Jaffe adında bir limana girdiğini söyleyip bölgenin coğrafyasıyla söze başlar:
“Jaffe, eskiden Hıristiyanların inşa ettiği bir şehirdi. Tepelikti. Ya şimdi! Ayakta duran ne bir kaide, ne sütun, ne yapı görebilirsiniz. O kerte örenlik ve tahrip edilmiş yani. Geriye bir tek hacıların güneşten korunduğu sığınıklardan izler kalmış. Kutsal topraklar bu bölgeyle başlıyor. Deniz ile kıyı arasında suyu tatlı olan iki çeşme var. Ne ki bunlardan biri meğer yılın birçok zamanı sular altında kalıyormuş…”
Hemen ardından seyahatinin amacını açıklar:
“Gelen hacılara rehberlik etmek, sayılarını belirlemek, onları emniyet içinde hac bölgelerine iletmek ve bu arada yol boyunca haraç bölgelerinde istenen meblağları karşılamak amacıyla bölgeyi iyi bilen kılavuz ve Arapça konuşan tercümanlarla birlikte deniz yolculuğu pek mihnetli olduğundan kara yolunu tercih etmiştik.”
Rames şehrine vardıklarına artık güvendedirler. Burada iki gün kalır. Sonra Kudüs’e varır. Şehri anlatırken İsevi motifleri sıkça kullanır:
“Mesihimiz İsa’nın bizim için onca çile çektikten sonra öldüğü kutsal site Kudüs’e geçtiğimizde iki gün boyunca mistik yerleri ziyaret ettik. Hacda yapılması şart olan görevlerimizi tamamladık. Yine ziyaret edilmesi mutat yerleri gördük. Efendimiz İsa’nın açlık ve susuzluğa mahkum edildiği dağa çıktık. Oradan vaftiz edildiği Şeria nehrine indik. Sırasıyla Saint Jean, Azize Marie Madeleine ve Efendimiz’in dirilttiği Lazare adını taşıyan kiliseleri ziyaret ettik. Geri döndük. Mesihimizin doğum yeri olan Bethlehem’e gittik. Ki burada yeni kurulan bir kilise ve bu kilisede görev yapan birkaç Cordelier rahibi hariç, hiçbir Hıristiyan’a rastlamadık. Burası tümüyle Araplara aittir.”
Saint Jean Baptiste ile Saint Zacharie’nin evlerini ziyaret ederken vaktiyle kral Herode’nin Innocent’lere yaptığı zulüm ve işkencelerden bahseder. On kişilik bir kafileyle yaptığı haccı anlatır. Gazze şehrinden Gazere diye bahseder ve bölge valisinin Hıristiyan tebaaya karşı sert ve katı tutumlarından serzenişte bulunur. Beytülkala ile Ebron vadileri arasında kalan Saint Abraham şehrine vardığında Hıristiyanlık tarihinden bahseder:
“Tanrı ilk insan Adem babamızı burada yarattı. İbrahim, İshak, Yakup ve daha birçok peygamber eşleriyle birlikte burada bir camiin içinde gömülüydü. İçeri girmek istedik ancak görevliler izin vermedi. Meyus bir halde ayrılmak zorunda kaldık.”
Naçar Gazze’ye dönen seyyah, yolda ateşli bir hastalığa yakalandığını, Arap tabipler tarafından tedavi edildiğini, burada üç kez senyör karşısına çıktığını; ilkinde taşıdıkları kılıçlar yüzünden, ikincisinde kaldıkları handaki rahatsız edici ortamdan, üçüncüsünde ise yöre halkının kazıklarından birinde davalı, diğer ikisinde davacı olduklarını söyleyip çölde karşılaştıkları ve ilk kez gördükleri bir hayvanı nasıl öldürdüklerini anlatır. Gazze ile Rames arasındaki bölgenin güzelliklerinden bahsedip Ramleh, Saint Jean d’Acre şehirlerini dolaştıktan sonra oradan Beyrut’a doğru yola çıktığını haber verip böylece Kudüs faslını burada noktalar.
İkinci incelememiz, daha ziyade I.Haçlı Seferi’nin anlatıldığı tarihi eserin Kudüs bölümünü teşkil eden “Beşinci Kitap-Kutsal Ülke” başlıklı faslıdır. Fasıl boyunca Kudüs’ün çektiği sıkıntıları, yaşadığı kırım ve kıyımları en ince detayına kadar aktaran yazar, bugünkü Filistin’i daha iyi ve sağlıklı tanımamız açısından bize birtakım ipuçları sunmaktadır. Oryantalist Steven Runciman adı geçen eserde, Haçlı ordularının Baudouin De Borg komutasında büyük zaferler elde ettiğini ve Remle’ye ulaştığını bildirdikten sonra şunları söyler:
“Filistin’deki diğer şehirlerin aksine Remle halkı müslümandı. Türk fethinden önce eyaletin başkentiydi. Fakat son yıllarda önemini kaybetmişti. Haçlıların yaklaşması şehir ahalisini dehşete düşürmüştü. Mısır donanmasından yardım alamayacak kerte kıyıdan uzaktı. Halk, galeyana gelip şehirdeki kiliseleri talan etikten sonra şehrin güneydoğusuna çekildi. Robert De Flandre ile Guston De Bearn isimli iki şövalye, haçlı ordusunun öncüleriyle şehre girdiğinde bütün yolları boş ve bütün evleri metruk bulunca sevinç ve gurur hissine kapıldılar. Kutsal Ülke artık ellerindeydi. İlk iş olarak talan ve tahrip edilmiş kiliseleri onardılar. Müslümanları boyundurukları altına aldılar. Gözlerini yeni, büyük zaferlere diktiler.”
Haçlıların gözünü zaferden çok hırs ve intikam bürümüştür artık. Akıl almaz işkence tekniklerine müracaat eder, toplu katliamlara kalkışırlar. Gerisini Arap seyyah İbnü’l-Kalanisi’nin günlüklerinden okuyalım:
“Büyük bir zaferle akılları başlarından giden haçlılar, zincirden boşanmış deliler gibi yollarda, evlerde, camilerde, hasılı her yerde erkek, kadın, çocuk, yaşlı demeden önlerine çıkan herkesi katlettiler. Öyle ki katliam bütün gün sürdü. Cesetler dağ gibi üst üste yığıldı, kanlar göl olup taştı. Ne ki bununla da yetinmediler. Toplu Müslüman kıyımından sonra sıra Kudüs Yahudilerine geldi. Sırf Müslümanlara yakın durdukları için onlara da merhamet edilmedi. Bütün Yahudileri sinagoglara tıktılar. En ufak acıma duygusu göstermeksizin sinagogları ateşe verip Yahudileri havraları içinde diri diri yaktılar. Kudüs’teki eşine benzerine rastlanmayacak bu katliamda katledenlerin sayısını bir tek Allah bilir. Bilinen tek cihet, Müslüman ve Yahudilerin birlikte katledildiği gerçeğidir. Hıristiyanların bile kahir ekseriyeti böylesine menfur ve vahşi saldırılar karşısında dehşete düştüklerini ve bu durumdan utanç duyduklarını itiraf ederler.”
Birinci Haçlı Seferi zaferle sonuçlanır. Sıra Kudüs Krallığının kurulmasına gelmiştir. Tankread ile Baudouin aralarında anlaşırlar. Tankred Antakya’ya, Baudouin ise Kudüs’e kral olur. Ünlü kumandan Raymond ise bu esnada İstanbul’a geri dönmüş, burada imparatorun dizinin dibine çekilmiş, yeni zaferlerin hayalini kurmaktadır.
Tudela’lı Benjamin (1165-1173) ile Ratisbon’lu Petachia (1170-1187)’nin gezi notlarından da kısaca bahsetmek gerek. Zira her ikisi de Yahudi olan bu iki seyyah, İslam ülkelerine yaptıkları gezilerinde İslam, Türk ve Bizans motifleri başta olmak üzere daha birçok millî ve medenî kavme dair gezi, gözlem ve incelemelerini büyük bir titizlikle kaleme almışlardır. İspanya’dan başladığı yolculuğunu doğu istikametinde sürdürüp güneyde sonlandıran Tudela’lı Benjamin gezip gördüğü ülke, şehir ve merkezi yerlerin tarihini anlatırken bu arada önemli yerleşkeleriyle ticari faaliyetlerine, bölge halklarının sosyal dokusuyla dini hayatlarına kadar birçok ayrıntıyı da istatistiki verilere dayandırarak dile getirmiştir. Aynı istikametin izini süren Ratisbon’lu Petachia ise halefine ilaveten yerleşim birimlerinin demografik yapısını, tapınaklarını, medreselerini, dini liderlerin şeceresini ve mezar kültünü kaleme almıştır.
Hıristiyan olan Fransız Bertrandon De La Broquiree ve İngiliz Steven Runciman ile Yahudi olan Tudela’lı Benjamin ve Ratisbon’lu Petachia’nın gözlem ve kaynaklarını gözler önüne sürdükten sonra şimdi de bir Arap seyyahın gözüyle Filistin’e bakalım istiyoruz. Bu bağlamda dünyaca meşhur seyyah İbn Batuta’nın Seyahatnamesi’ni mercek altına alacağız.
1325’te Fas’ın Tanca şehrinden ilk büyük yolculuğuna çıkan seyyahımız; Cezayir, Tunus, Libya üzerinden İskenderiye’ye gelerek güney Mısır’a yönelir, sonra tekrar kuzeye döner. Bu dönüş yolculuğunda Kahire üzerinden Gazze’ye uğradığını bakınız nasıl anlatmaktadır :
“Katya’dan sonra Gazze’ye vardık. Şehrin nüfusu kalabalık, caddeleri güzel, mescitleri pek büyüktü. Cuma namazlarının kılındığı selatin Emir Cavi’ye aitti. Minberi beyaz mermerdendir. Kadısı Bedreddin-i Selahtü’l-Havrani, müderrisi Alemüddin bin Salim, şehrin ileri gelenleri Beni Salim’dir.”
Gazze’de pek oyalanmaz İbn Batuta. Oradan ayrılıp Kudüs’e doğru yola çıkar derhal:
“Gazze’den çıkıp Halilürrahman kasabasına gittim. Küçük bir şehir ise de değerine kıymet biçilmez. Vadi içinde nur gibi parlamaktadır. Yontma taştan yapılmış mescidi fevkalade güzel, sağlam ve yüksektir. Direklerinde bulunan taşın bir yüzü 37 karıştır. Bu kaideleri Hz.Süleyman bizzat cinlerine yaptırmıştır. Mescit içindeki mağarada Hz.İbrahim, Hz.İshak, Hz.Yakup’un kabirleri bulunur. Karşılarındaki üç medfun da ise mübareke ve mükerreme zevcelerine aittir.”
Mescidi tafsilatlı bir dille anlatmaya devam eder seyyahımız. Yukarıda zikredilen peygamberlerin kıssalarından haber verir. Lut gölünü betimler. Kudüs yolu üzerinde Hz.Yunus’un kabrini ziyaret eder. Hz.İsa’nın doğum yeri olan Beytüllahm’e uğrar. Nihayet Kudüs’e varmıştır:
“Bu görkemli ve kutsal şehir Peygamber Efendimizin göğe çıktığı yerdir. Şehir epey büyük ve geniş olup binaları taşlıktır. Şehrin kale duvarlarının bir kısmı yıkıktır. Memluk Sultanı Baybars şehir haçlıların eline geçmesin diyerekten bütün yerleri tahrip etmiştir. Şehirde evvelce su yok imiş. Dımaşk Emiri Seyfeddin Tengiz halen mevcut olan suyu getirmiş.”
Ardından Mescid-i Mukaddes’i tarif eder:
“En kıymetli mescitlerden biri olup güzellik ve incelikte emsallerinden pek üstündür. Yeryüzünde bundan daha büyük mescidin bulunmadığı rivayet edilir. Doğudan batıya uzaklığı 752 zıra, güneyden kuzeye genişliği 135 zıradır. Üç tarafı da kapalı olsa da, imamlar yalnızca kıble kapısından girerler. Meydanı çatısız ve geniş avluludur. Sırf Mescid-i Aksa çatı ile örtülü olup sağlamlıkta emsalsizdir. İnşasında görülen hüner, sanat hayret ve takdire şayandır. Altın yaldızlar, çeşit çeşit taşlarla süslüdür. Çatısı kaplı başka bölmeler var ise de bunlar küçük alanlıklardır.”
Kubbetü’s-Sahra’ya gelir sıra:
“Bu kubbe pek sağlam ve hayrete maliktir. Çeşit çeşit bezelidir. Yüksek bir yerde bulunduğundan mescide mermer merdivenle çıkılır. Mermer döşeli dört kapısı vardır. İç ve dışında bulunan binbir çeşit nakış ve süsü ne anlatmaya dil, ne yazmaya kalem yetişir. Şu kadarını söyleyeyim ki bunların çoğu altın yaldızlı olduğundan sürekli ışık gibi parlar. Kubbenin ortasında eserlerde anlatıldığı üzere Efendimizin göğe yükseldiği mübarek sahra yani kaya görülür. Sert kaya takriben bir adım boyu yüksekliğindedir. Hemen altında küçük bir mağaraya rastlanır. Bu da bir adım yüksekliğinde olup oraya merdivenle inilir. Karşınıza mihrap şekli çıkar. Sahranın çevresi iki kafesle kuşatılmıştır. Yakın olanı demirden, uzak olanıysa ağaçtandır. Kubbede asılı bir kalkan vardır. Halkın söylediklerine itibar edilecek olursa bu kalkan Hz.Hamza’nındır.”
Daha sonra bölgenin kutsal yerlerinden olan Hz.İsa’nın doğduğu evi, Rabia-ı Bedeviye’nin mezarını, Hz.Meryem türbesini kısaca tanıttıktan sonra Kudüs’ün âlimlerine getirir faslı:
“Bunlar Gazze ahalisinden ve ileri gelenlerinden şehrin kadısı Şemseddin Muhammed bin Salim, şehrin hatibi salih ve fadıl İmadeddin Nablusi, muhaddis ve müftü Şahabeddin-i Taberi, misafir maliki âlimi ve hangah şeyhi Ebu Abdullah Muhammed bin Müsbit Gırnati, takve ve zühd sahibi ve Mahbul lakaplı Ebu Ali Hasan, müttaki ve âbid Kemaleddin-i Meraği, aslen Erzurumlu âlim Ebu Abdurrahim Abdurrahman bin Mustafa’dır. Ki bu sonuncusu Taceddin-i Rufai müritlerindendir. Onunla konuşup bizzat elinden tasavvuf hırkası giydim.”
Görüleceği üzere İbn Batuta’nın Filistin gözlenceleri tümüyle dini ve künyevi bilgilerden müteşekkil olup intibaları daha çok Kudüs bölgesinde yoğunlaşmıştır.
Çalışmamızın son bölümünü ünlü Türk seyyahı Evliya Çelebi’ye ayırdık. Bir hac vesilesiyle yolu Filistin’e düşen seyyahımız Beytül-Mukaddes’i çeşitli yönleriyle tanıtarak girer konuya :
“Yunanca İliya, Süryanice Makdine, İberce Has, Arapça Beytülmukaddes yahut Kudüs derler. 124000 peygamberin makamıdır. Tufan öncesi ve sonrası ademoğlunun kıblesi idi. Peygamber Efendimizden sonra kıble Mekke’ye çevrildi. Bütün Hıristiyanlar Hz.İsa burada doğduğu için kutsal toprakları Müslümanlardan geri almak umuduyla cenk ederler. Kudüs kalesi, Davut peygamber zamanında Talut eliyle yaptırılmıştır.”
Dedikten sonra Kudüs’ün müslümanlar eline geçişini anlatır seyyahımız. Sancaklarını, muvazzaf kadrosunu, eşrafını, evkafını sıralar uzun uzun. Kudüs-i Şerif kalesini tüm detaylarıyla kaleme alır. Tek tek camilerini tanıtır. Aksa Camii, Sahratullah Camii bunlardan yalnızca ikisidir. Ülkenin meşhur ziyaret yerlerini de tüm yönleriyle dile getirdikten sonra şehrin mescitlerinden, kiliselerinden, köylerinden, kalelerinden, göllerinden, tepelerinden, hamamlarından, kaplıcalarından, peygamber mesleklerinden, gezip gördüğü yerleri tarihinden bahseder.
İbn Batuta’nın kısacık gözlemlerinin aksine seyahatnamesinde Filistin’e hatırı sayılır bir yer ayıran Evliya Çelebi, mizahi dilini bu fasılda da kullanmaktan kaçınmaz.
“Nur Kandili Vasfı” başlıklı fasılda tanık olduğu ilginç bir olayı bize şöyle aktarır:
“Kiliseye girdim. Bir de ne göreyim. Şaşkın ve sapkınlar güruhu -güya- Efendimiz Hz.İsa’nın pörsümen nalına, siyah hırkasına, hurma lifi kuşağına dokunmak için birbirlerini ezip geçiyorlar. Dayanamadım. Keferelerin hatrını saydığı rahiplerden birinin yakasına yapışıp; ‘Bre melun, bu putlara ne diye taparsınız?’ diye hesap sorunca; tırstı tabi kefere başı ve gayet anlamlı bir dille; ‘Vallahi biz onlara tapmayız. Ne ki şu gördüğün Rumlar ahmak sürüsü! Ne vaazdan anlıyorlar, ne de öğüt dinliyorlar. Ne yapalım biz de şu sahte suretleri gösterip onların parasını alıyor, aldığımız paraları da cizye karşılığı size veriyoruz.’ demez mi; keferenin yakasını bırakıp çıktım dışarı.”
“Mescidi Aksa Avlusunu Ziyaret” başlıklı fasılda ise dil, mizahi olmaktan çıkıp fantastik anlatıya dönüşür adeta:
“Mescidi Aksa’nın altında büyükçe bir mağara vardır. Yerlisi, Ak Mağara der. Meğer Hz.Süleyman Peygamberin devlerinin hapis tutulduğu yer imiş burası. Zemini dev ve peri kemikleriyle doludur. Bir incik kemiği kendi elimle tamı tamına yedi karış geldi. Bazı kurukafalarsa haniyse kilise sütunları kadardı. Kayalarda hurma lifinden ipler bağlıdır. Rehberimiz; ‘Hz.Süleyman Peygamber, devleri bu iple bağlarmış’ deyince, ne yalan söyleyeyim önce inanasım gelmedi. Doğru olmasa gerek diye düşündüm. Hem diyelim ki doğrudur, bu bir mucizedir, peki ya üzerinden dile kolay 3640 sene geçtiği halde bu ipler niye çürümedi! Çekinmedim. Düşüncemi rehberin gözlerine bakıp dillendirdim. Ciddi bir yüz ifadesi takınarak bana; ‘Hz.Süleyman Peygamber hurma yaprağından zembil yaparak geçinirdi. Bu ipleri de bizzat kendi elleriyle yaptığı için ipler çürümedi.’ diye cevap verince işte o zaman inandım. Ayrıca buradaki kumlar üzerinde acayip hayvan izleri vardır.”
Sonuç: Batılı seyyahların Filistin’e bakışı, tamamen ideolojik ve tarihsel yaklaşımlarının ürünü olup bilhassa müslüman kesimi aşağılayıcı ve kınayıcı itham ve iftiralarla doludur. Özellikle Haçlı Seferlerinin yapıldığı tarihlerde Kudüs, Şeria ve Gazze başta olmak üzere Filistin’in birçok şehrinde yapılan soykırımlar, kıyım ve kırımlar, Batının kendi kriterleri nazarında yapılması gereken masumane bir davranış olarak tüm dünyaya lanse edilmiştir. Oysa Doğu menşeli seyahatnamelerde Filistin’i savunan ideolojik bir yaklaşım asla ve asla söz konusu değildir. Kaynaklardan alıntılanan örnek metinlerde de görüldüğü gibi Doğulu seyyahlar, Filistin’i salt dini ve tarihi argümanlarla dile getirmekle iktifa etmişlerdir.
‘Batı ile Doğu’ arasında, hangi cenahın barbar ve vahşi olduğunu göstermesi açısından, bir başına bu mukayese bile yeterli bir delil ve kaynaklık teşkil etmektedir. İncelememizin hemen başında ifade ettiğimiz gibi Filistin’in çektiği bugünkü acıların kaynağı ve tarihi esasında ta kuruluşuna kadar uzanan kadim bir sürecin nişanesinden başka bir vetire değildir.
Ve beşeriyet tarihi, tarafsız bir gözlem ve doğru bir dille okunduğu takdirde şimdiki nesiller geçmişin bu kadim acılarını törpüleyecek ve bu sayede geleceğe daha emin ve güvenli adımlarla yürüyebileceklerdir.
Dipnotlar
1 Deniz Aşırı Seyahat, Bertrandon De La Broquiree, Eren Yayıcılık, 2000 2 Jaffe: Liman şehri Yafa 3 Bethlehem: Yani bugünkü Beytüllahm. 4 Saint Jean Baptiste: Hz.Yahya / Saint Zacharie: Hz.Zekeriya 5 Gazze’nin güneydoğusuna düşen bölge. 6 Yasak ilk olarak 1266 yılında Memluk Sultanı Baybars tarafından konmuş olup halen devam etmektedir. 7 Senyör: Kadı vasfını taşıyan vali. 8 Bu tuhaf yaratık, keler türü bir sürüngendir. 9 Ramleh: Ramallah / Saint Jean d’Acre: Liman kasabası Acre 10 Haçlı Seferleri Tarihi, Steven Runciman, TTK Yayınları, 1989 11 Müzeyyel fi-Tarihi Dımaşk, İbnü’l-Kasani, Leyden, 1908 12 Ortaçağ’da İki Yahudi Seyyahın Avrupa, Asya ve Afrika Gözlemleri, Tudela’lı Benjamin, Ratisbon’lu Petachia, Kaknüs Yayınları, 2001 13 Tuhfetü’n-Nuzzar fi Garaibi’l-Emsar, İbn Batuta, Üçdal Neşriyat, 1983 14 Bir zıra halk dilinde 4 ayak karesi olup bilimsel karşılığı yaklaşık 0,574 m2’dir. 15 Seyahatname, Mehmed
Seyahatnamelerin Kadim Ve Çilekeş Dostu: Filistin – Bu yazı 2011 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 51. sayısından alınmıştır.