Kendi köklerini daha bilinçli ve sağlıklı bir şekilde anlayıp günümüz dünyasıyla bağdaştırabilecek anlayış, toplumumuzun daha sağlam bir kimliğe kavuşmasının önünü açacaktır.
Yazı: Esengül Birler Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
İstanbul’un sönmeyen kandili
Birçoğumuz eskiden atalarımızın ortaya koyduğu birçok başarıyla gurur duyar, hepsinden göğsümüz kabararak bahsederiz. Özellikle eski zamanların sanat eserlerine bakıp (camiler, hat sanatımız, ebrularımız, el yazmalarımız, vs..) dönemin naif hayat anlayışı ve felsefesinin yansıdığı o zarif görkeme hayran kalıp, çoğu zaman geçmişe merak dolu bir özlemle iç geçirmişizdir. Hem atalarımızın ortaya koyduğu ustalık hem de bu ustalıktan bize yansıyan kudret birçok şekilde bize köklerimizi daha iyi anlamaya ve farklı sanatlar aracılığıyla geçmişimizle bağ kurmaya iter.
Kendi köklerini daha bilinçli ve sağlıklı bir şekilde anlayıp günümüz dünyasıyla bağdaştırabilecek anlayış, toplumumuzun daha sağlam bir kimliğe kavuşmasının önünü açacaktır. Bu açıdan keşfedilesi hazinelerle dolu böylesi bir kültüre sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu bilmemiz büyük önem taşımaktadır.
Çünkü biz kendi arayışlarımız ve yaşam koşturmacamız içerisinde kaybolurken, başarılarından övünerek bahsettiğimiz atalarımızın geçmişteki arayışlarının, mücadelelerinin ve haykırışlarının özünü nadiren duyar ve biliriz. Hâlbuki tüm bunlar onların torunları olarak bizim de arayışımızın ve bize kalan mirasın bir parçasını oluşturur. İşte bizlerin genelde sadece güzel ve eski bir Osmanlı eseri olarak görmeye alışkın olduğumuz ‘Süleymaniye Camii ve Külliyesi’ esasında Sultan Süleyman ve Mimar Sinan gibi tarihimizdeki iki güçlü ve önemli karakterin çatışmalarıyla örülü bir arayış mücadelesinin sebebidir. Turan Oflazoğlu’nun Kalemi’nden Sinan’ın belki de en güzel ve önemli eseri olan ‘Süleymaniye Külliyesi’, mimarın belki de hayatındaki en büyük sınavı da olmuştur. ‘Sinan’ adlı eseriyle onun bu mücadelesini ve içerisinde olduğu durumu hayalimizde canlandırmamıza vesile olan tiyatro yazarı, Turan Oflazoğlu’na şahsen minnet borçluyum. Kanuni ve Sinan arasındaki çekişmeyi konu alan böylesi bir yapıtın varlığını öğrenir öğrenmez geçmişte Süleymaniye’ye verilen emeği, değeri ve yapımı esnasında çekilen zorlukları da daha çok anlamayı ve hissetmeyi sabırsızlıkla istedim. Kitapta anlatılan sınav, Sinan’a olduğu kadar Sultan Süleyman’a da aittir. Cihan imparatorunun ölüm korkusuna karşı kuşanabileceği tek silahı olabilecek olan Süleymaniye, Sultan’ı aceleci olmaya ve imparatorluğun dört bir yanının baş mimarı ve en güvendiği şahsiyet olan Sinan’la bile çatışmaya itmiştir. Neyse ki Sinan çevresindeki her aksilikle olduğu gibi Sultan Süleyman’ın karşısında da dik bir duruş sergilemiş, hatta Süleyman’a eserinin anahtarını en tez zamanda ellerine teslim edeceğini söyleyerek teselli bile etmiştir.Ayasofya mı, Süleymaniye’mi? Süleyman ve Sinan arasında geçen diyaloglarda temelde hep aynı nedenden doğan çatışmalar çeşitli şekillerde açığa çıkıp irdelenir. Mesela Süleyman ölümünden sonra kendi adıyla yaşamaya devam edecek olan esere bir an önce kavuşma açlığıyla yanıp tutuşurken, Bizans’ın önemli simgelerinden olan Ayasofya’nın büyüklüğüne ve ihtişamına da göz dikmiş, onu birçok yönden geçecek ve şehre adını kazıyacak olan Süleymaniye’nin tamamlanışını sabırsızlıkla beklemiştir! Sinan da Sultan Süleyman’ın düşüncelerine karşılık olarak Sultan’a anlamlı bir cevap vermiştir. Süleyman: Ayasofya ile bana yıllardır meydan okunur Sinan.
Sinan (iç geçirip) : Hünkârıma değil bana meydan okur Ayasofya.
Süleyman: Niye ağırdan alırsın peki? Jüstinyanus’un mabedi daha niceye dek yukardan bakacak bizlere?
Sinan : Jüstinyanus’u da başkalarını da, her bakımdan geçmiştir benim efendim.. Süleyman: Ayasofya bunları yalanlıyor ama.
Sinan: Padişahım gerçekten doruktur Ayasofya ve sanatta doruklar aşılmaz, olsa olsa yenileri konur ortaya. Onun için en az Ayasofya kadar yüce bir başka doruk peşindeyim ben…
Oflazoğlu, Sinan’ın sabrını, olgunluğunu, sanat ve mimari anlayışını kendi satırlarıyla ustalıkla işlemiştir. Sinan Sultan Süleyman’a duyduğu saygıyı hiçbir şekilde zedelemeden vizyonunu ve mimari anlayışını ifade etmekten geri kalmamıştır. Özellikle de Mimar Sinan’ın kendi içinde çok iyi sindirdiği ‘sabretme’ ilkesi, en kaygılı döneminde bile Sultan Süleyman’a ve çalışanlarına ibretle bahsedip, deneyimlerini aktardığı konuların başında gelir. Nitekim Süleyman’ın bu sabırsızlığını bilen bazı kişiler Sinan’ı gözden düşürmeye, yaptığı işleri küçük göstermeye kadar ileri gidebilmişler ama Sinan’ın deneyim, akıl ve ilminin gölgesinde kalmışlardır. Sai : Çok geniş bir sanat ufkunda dolaştı Sinan; yeniçeriyken İran’a, Suriye’ye, Mısır’a gitti Yavuz Selim’in ordusuyla; Sırbistan’ı, Macaristan’ı, Irak’ı daha nice ülkeyi Sultan Süleyman’la gördü.
Bilgi ve gerçek, inanan kişinin yitirilmiş malıdır diyerek sezdirmeden kondu her çiçeğe, peteğini sessizce ördü.
Sinan : (Parçaları tutturarak Süleymaniye’nin maketini kurarken) Benden önce kurulmuş bütün yapıları İbret gözüyle inceledim, hangi yönleriyle yaşamaktalar Hangi yönleriyle pes etmişler zamana.
Süleyman : Yaşadığımıza tanıklık edecek olanı ne yapıp yapıp tamamlayalım, o bizsiz yarınlar gelmeden…. O altın gün için yaşıyorum ben, çünkü asıl doğumum o gün olacak . (Maketten ayrı duran kubbeyi alıp duvarları göstererek ) Bunlar buna ne zaman kavuşup murada erecekler?
Sinan: (duvarları gösterip) Onlar… (kubbeyi işaretle) Buna ‘Hazırız,gel artık’ dedikleri zaman, ona kavuşmaya can attıkları zaman
Süleyman : Ama ben onlar kadar sabırlı değilim. Mimarbaşı, bunları birleştirmeye bak. Sevda yangını vuslatla önlenir ancak. (Kubbeyi duvarların üstüne geçirip çıkar) Bilindiği üzere ‘Sinan’ genç yaşlardan itibaren Osmanlı imparatorluğunun üç kıtasında mimari çalışmalar yaparak yetişmiş, eşsiz bir deneyim fırsatına sahip olmuş, kendini yetiştirmiş bir mimardır. Onun sanat anlayışı kalıcılığı ve ilahi olanı yakalama arzusuyla tüm mimari eserlere ibretle bakmasından ve doğayla bütünleşip bir olma amacından kaynaklanır.
Sinan : Mimari, Tanrı’nın uçsuz bucaksız evreninden Kendine uygun bir yer ayırmasıdır insanın; Ruhu nerdeyse yutacak bir boşluktan Ruhu barındıran bir mekan sağlamaktır.
(Maketin kubbesi takarak) Mabetse, görünen ve görünmeyen güçlerin imecesidir, Ortak yapımıdır yerle göğün;kısacası İnsanla Tanrı’nın buluştuğu ortam.
Mimariyi salt bir matematiksel tasarım anlayışından sıyıran ve özünde insan ruhunun doğayla yüce olanla bağlantısını atlamayan bir hassasiyetle mimariye gerekli anlamı yükleyen ‘Sinan’ dönemin ihtiyaçlarının hepsine bütüncül bir şekilde yaklaşmış, imparatorluğun dört bir yanında inşa edilen camilerin yanısıra kiliseler, su yolları, köprüler, fakir insanların evlerinin üzerinde de ilgiyle durmuştur.
Sedefkar : Şehir büyük, efendim, durmadan büyüyor da Bütün sorunları, bütün dertleriyle.
Harun : Başedilmez bir halde. Sinan : Kendi davranışlarımıza nasıl çeki düzen vermemiz gerekiyorsa, İstanbul’un gelişmesine dahi göz kulak olmalıyız. Başıbozuk, rasgele büyüyen şehir İçindekileri yutar sonunda.
Sai : Gerçi serhatlerde düşman yıllar kuvvetimizden Lakin İstanbul’da Kerbela çölündeyiz Bir avuç suya hasretimizden.
Şehirleşmenin insanlar ve toplumlar için ne anlam ifade edebileceği Sinan’ın ağzından gayet açık bir şekilde özetlenmiştir. Ne de olsa şehirler de binbir emekle mimarların ellerinden çıkmış eserlerdir.
Süleyman: Müjdemi isterim mimarbaşı !
Sinan : (arkası Süleyman’a dönük, dikkat kesilip) Hünkarım?
Süleyman : Yol boyunca ıssız yıkıntılardan derlenen pek değerli taşlar, paha biçilmez mermer direklerle dönüyorum İstanbul’a ; bunlara sen kendi yapında yer verince, hayatları yenilenmiş olacak.
Sinan : (başıyla onaylayıp) Geçmişin devamı böyle mümkündür ancak.
Sai : Yaşayanların varlığında yer alarak.
Yıllarca ayakta kalan, insanların köşelerinde sessiz sedasız durdukları caddelerinden ve içlerinden bir su gibi akarak geçtiği ve onlarla beraber nefes alıp verdiği yapılar, aslında önemli bir kültürel hafızayı da temsil ederler. İnsanlar günlük hayatlarını eski yapılarla iç içe geçirdikleri zaman onlar şehrin köşe başlarında birer biblo gibi algılanmaktan çıkacaktır ve ancak bu şekilde yaşayanların hafızalarında anlamlı bir yer edinecektir.
İşte yaşı gün geçtikçe ilerleyen Süleyman’ın telaşı da bundandır. Çünkü imparator geleceğin dimağları içindeki yerini ölümsüzlüğünde aceleyle arıyor ve Sinan’ı köşeye sıkıştırıyordu.
Süleyman : Vaktim azalıyor diye korkarım Sinan, Süleymaniye’yi görmeden ölürsem diye …. Şu temeli bunca beklemek şart mı?
Sinan : Devlet merkezini emin ellere bırakmadan padişahım sefere çıkar mı hiç? Ordusunun gerisini güvene almadan düşmana saldırır mı?
……….
Süleyman : Süleymaniye’de namaz kılarken Ölüm denilen avcı bana av olacaktır. Sinan : (maketi hayran seyrederken) Ölümü avlayacağız padişahım ! İçimizdeki ‘Altın Oran’
Sinan : Halkının geçmişini bilmeyen, umutlarını sezmeyen Çağının ruhuna, mevsimlerin huyuna yabancı olan Resme, şiire, musikiye kapalı kalan Altın ölçüye varabilir mi?
Sai : Sağlam ve güzel yapılar kurabilir mi?
Sinan : Çirkin duygulardan, kötü düşüncelerden İnancın duru sularıyla arınmamışsa içimiz…
Sai : Kusursuz biçimler tasarlayabilir miyiz?
Sinan : (makete çeşitli yerlerden bakarak) Altın ölçü, altın orantı dediğimiz Önce bizim içimizde oluşmalı ki Yansıyabilsin kurduğumuz yapılara; Tabii, davranışlarımıza da…
Sinan kusursuzluğa sabrederek ve başka sorumlulukların altından da kalkarak adım adım yaklaşıp, bir yandan Sultan Süleyman’ı teselli ederken bir yandan da işinin en ince ayrıntılarını atlamadan uğraş veriyordu. Tabii Sultan için önemini çok iyi bildiği Süleymaniye’yi hiçbir zaman aklından çıkarmadan.
Sinan : Gerçi sayıların altın raksına katılarak birleşiriz evren ruhunun dalgalarıyla biz, …Ancak, sayıya gelmeyeni, o ölümsüz bilinmeyeni Bütün varlıklarla bütün sayıların kaynağını da Hesaba katmamız gerekir; üç kişi fısıldaşırken Görünmeyen dördüncüyü de unutmamak Onun da hakkını gözetmek zorundayız daima.
Davut : Yani hesapsız hendesesiz mimarlık olmaz. Ama yalnızca hendeseyle de olmaz.
Sinan : (başıyla onaylayarak) : Çünkü yalnızca akıldan, beyinden üremez yapı dediğin, Yürekten, bütün ruhtan, varlığın derinliklerinden doğar.
Salt mimarlığı aşmış ve eserlerin zamanın imparatorluğunun dört bir yanını süsleyen bir mimar olan Sinan’ın kendi yapılarına olan bakış açısı da gerçek bir sanatçıya yakışacak niteliktedir. Her zaman başka birçok sanatçı ve emekçiyle çalışan Sinan onlara gereken değeri vermenin ötesinde kendisine çalışma gücü ve ilhamını veren varlığın/kaynağın kökenini de her zaman takdir etmiş, bunun için duacı olmuş ve böylece bu sanatından edindiği ünü ve başarıyı asla sadece kendisine mal etmemiştir.
……………
Bir Yapı Daha Var, Yaptığın Yapılardan Başka !
Sinan’a göre sanatta ilerlemenin de, ilhamın da sınırı yoktur. O sonsuzdur. İnsanın kalbi ve zihni açık olduğu, kişi kendi eserinin ve benliğinin pırıltısıyla gözleri kamaşıp kör olmadığı sürece yaratının tadına varabilir.
Sinan : Yaptığımız başkalarınca da övüldü mü kendimizden geçeriz, ‘Daha iyisi olmaz, olamaz’ deriz. İşte bu, dostlar, kendimize tapınmaktır. Oysa… Sai : Bir tapı daha var taptığın tapılardan başka. Bir yapı daha var yaptığın yapılardan başka. Sinan : Hiçbir yaptığınla yetinme geç öteye… Bir yapı daha var kurduğun yapılardan başka.
Sanat olsa olsa ancak insanın kendisine meydan okuduğu ve olgunlaştıkça serpildiği bir alan olabilir. Onun sınırlarını belirleyen, insanın hatta toplumların kendi potansiyelinden başka bir şey değildir.
Sedefkar : Üstadım, bizim camii aşacak mı Ayasofya’yı?
Sinan : Sanatta başkasıyla yarışmaya kalkışan farkında olmadan sultasına girer onun.
Sedefkar : Kubbenin büyüklüğü, yüksekliği bakımından bir fark olacak mı acaba demek istemiştim.
Sinan : Bizim kubbenin büyüklüğü de, yüksekliği de ancak gerektiği kadar olacak Sedefkâr; bunu da caminin bütünü belirleyecek, hatta çevre yapılarının tümü, dahası, camiyi taşıyacak tepe, şehrin manzarası.
Sinan : Buyruğunuz önünde benim boynum kıldan incedir; ama yapı, kendi arzusundan, kendi özleminden başka buyruk dinlemez.
Süleyman : (kesin) Çabuk istiyorum bu camiyi mimarbaşı Hem de çok, çok çabuk !
Sinan : Çabuk çökmeye mahkum bir Süleymaniye’ye razı olabilir Sultan Süleyman ; fakat Mimar Sinan Asla !
Sinan yapılarını aceleye getirmez. Mimarbaşı bu konudaki kararlı tavrını ne olursa olsun Sultan Süleyman’a göstermekten geri kalmaz. Hatta cezalandırılabileceğini bile bile.. Bundan dolayı düştüğü mahkemede de kendisini savunmasının, işine sahip çıkmasının yanı sıra, sanatının ve hayatının amacını özetleyecektir.
Sinan : Benim başladığımı ancak ben bitiririm. Ülkenin bütün mimarları çıraklarımdır benim. Ebussuud : Boynuz kulaktan sonra çıkar ama kulağı geçer. Sinan : Çırağın ustayı geçmesi, ustayı da yüceltir. Ancak, benim başladığımı benim bitirmem Yapının sağlığı için zorunludur efendim. Bir çocuk iki anadan doğar mı?
………
Sinan : (Süleyman’a) …. Maddeden ne kadar ruh üretebiliyorsak o kadar başarıyoruz demektir ; İnsanlığın geçmişini ne denli yaşatabiliyorsak eserlerimizde o denli yaşıyoruz demektir; İnsan soyunun geleceği bize bağlıdır ancak, bizim neler yapacağımıza Bizim nasıl davranacağımıza.
Ebussuud : Suçlanan yeterince aklanmıştır.
Sinan geçmişte daha nice farklı coğrafyalarda nice sorunlarla karşılaşmış olmasına rağmen, onlarla başa çıkmasını bilmiş ve günümüzde hala sapasağlam ayakta kalan, hala ilham kaynağı olabilen eserleri bize bırakabilmiştir.
Tarihimizdeki önemli kişiliklerden birisi olmasından da öte ‘Sinan’ eserleriyle gelebileceğimiz noktayı her daim gösteren, bize vizyon, güç ve ilham veren biricik pınarımızdır.
Sinan : Kurduğumuz yapıyı seyredenler içlerinde bulmalı dirilten ezgisini göklerin ruhumuzun boyutlarını, gücümüzün nelere yettiğini eserlerimizden çıkarabilmeli torunlarımız; kendilerinin ne kadar büyüyüp güçlenebileceklerini de.
Bu yazı, 2010 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 42. sayısından alınmıştır.