Ayasofya denilince biz İstanbulluların aklına tek bir adres gelir. Sultanahmet Meydanı’na nazır bu büyük mabed, adeta şehrin tarihini özetleyen sembol yapılardan biridir. Halbuki Türkiye coğrafyası içinde yer alan İznik ve Trabzon kentlerinde de benzer özelliğe sahip ve şehirle bütünleşen, aynı isimli yapılara tesadüf edilir. Bu yazıda Trabzon’da bir bölgeye de adını veren Ayasofya’dan bahsedeceğim. Bu yapı da tıpkı İstanbul’daki adaşı gibi önce kilise, ardından cami ve yarım asırdan beri de müze olarak hizmet vermekte. Trabzon’a vardığınızda, Ayasofya’ya ulaşmak hiç de zor değil.
Yazı: Önder Kaya Fotoğraflar: Baki Hiçyılmaz
Şehrin merkezi olarak kabul edebileceğimiz Orta hisar mahallesinden yaklaşık 20-25 dakikalık bir yürüyüş mesafesi ile Ayasofya’nın bulunduğu yere gelmeniz mümkün. Üstelik yol üzerinde Yavuz’un annesi Gülbahar Hatun adına inşa olunan cami ile Hüseyin Avni Aker Stadı’nı ve şehir surlarının bir kısmını da görebilirsiniz. Ancak yürümek istemiyorsanız meydana yakın bir yerden kalkan Ayasofya minibüslerine binerek de buraya ulaşabilirsiniz. Zaten yapının bulunduğu alan da kilise ile aynı adı taşıyor. Bölgeye eski dönemlerde gelen seyyahların bildirdiğine göre bir zamanlar deniz kenarında bulunman kilise, sonrasında yolun çeşitli sebeplerle doldurulması neticesinde sahilden yaklaşık yarım kilometre kadar içeride kalmıştır.
KOMNENOSLARA ALTIN ÇAĞINI YAŞATAN ADAM: I. MANUEL KOMNENOS Ayasofya’yı anlatırken 1238-1263 yılları arasında hüküm süren ve bu devlete altın çağını yaşatan I. Manuel Komnenos’tan bahsetmemek olmaz. Söz konusu imparator adeta Trabzon Rum İmparatorluğu için bir mihenk taşıdır. Devlet onun zamanında altın çağını yaşarken, ölümünden sonra varisleri kısa bir süre içinde Giresun ve Trabzon dışında neredeyse tüm topraklarını Türkmenlere kaptıracaktır. I. Manuel’in de en büyük hedefi tıpkı halefleri gibi İstanbul’u Haçlılardan geri almaktı. Bilindiği üzere İstanbul 1204’de Haçlılar tarafından ele geçirilince, şehirde bulunan pek çok Bizanslı asilzade, can ve mal güvenlikleri nedeniyle kaçmak durumunda kalmışlardı. İmparator çıkaran ailelerden biri olan Komnenos sülalesine mensup David ve Aleksios kardeşler de bu ortamda Karadeniz’in yolunu tutmuş ve aynı zamanda halaları olan Gürcü kraliçesi Tamara’nın yardımlarıyla Trabzon’u zapt ederek kendi devletlerinin temellerini atmışlardı. Bu tarihten itibaren Karadeniz’de bilhassa sahil kesiminde ilerleyerek, İznik’te Laskarisler tarafından kurulan bir diğer Rum devleti ile rekabet içerisine girmişlerdi. Her iki aile de kendilerini Bizans devletinin meşru varisi olarak kabul ediyordu. Ancak 1215’de Anadolu Selçuklu sultanı I. İzzeddin Keykavus’un Sinop limanını Komnenoslar’dan alması, Trabzon’un bu tezini zayıflatmıştır. Zira Sinop’un düşmesiyle Komnenoslar hem çok önemli bir limanı hem de İstanbul’a uzanan bağlantı yolları üzerindeki kontrollerini yitirmiş oluyorlardı. Fotoğraf: Halit Ömer Camcı
1238’de işbaşına geçen I. Manuel Komnenos, iktidarının ilk zamanlarında Anadolu’daki en büyük güç olan Selçuklular’a itaat arz etme yoluna gitti. Bu durum Anadolu Selçuklularının yıkım sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 1243 tarihli Kösedağ savaşına kadar devam etti. Hatta dönemin bazı kaynaklarında Selçuklu hükümdarı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in isteği üzerine söz konusu savaşa İznik Rumları ile birlikte Trabzon imparatorluğunun da asker gönderdiği kayıtlıdır. İki devletin verdiği destek kuvvetlerinin sayısı yaklaşık 3000 kadar olup, bu kuvvetlerin neredeyse tamamı savaş sırasında ve sonrasında Moğollarca imha edilmişti. I. Manuel, Anadolu’da meydana gelen köklü değişimi fark etmiş ve Selçuklu tabiyetini terk ederek Moğollar’a itaat sunma yoluna gitmişti. Esasen bu, son derece akıllıca bir hamleydi. Zira Moğollar’ın 1258’de Bağdat’ı ele geçirerek yağmalamasından hemen sonra doğudan gelen ticari malları Akdeniz’den Avrupa’ya geçirmek akıl kârı bir iş olmaktan çıkmıştı. Nitekim Suriye bölgesi Memluk ve Moğol devletleri arasında bir savaş alanı olduğundan mevcut güzergah kervanlar için güvenli değildi. Bu nedenle kervanlar İran’ın kuzeyine yönelerek Tebriz üzerinden Trabzon limanına çıkar oldular. Böylelikle Karadeniz yolu hızla önem kazandı ve Trabzon zenginleşmeye başladı.
Trabzon’daki bu zenginliğin tek kaynağı hiç kuşkusuz sadece doğudan gelen mallar değildi. Nitekim bölgede üretilen keten, yün ve ipekli dokumaların yanı sıra, dağlık kesimlerden elde edilen gümüş, demir ve şap gibi madenler de bölge ekonomisine önemli katkılar sağlıyordu. Nitekim I. Manuel zamanında çok sayıda gümüş sikke basıldığı görülür. Bu durum ülkenin ekonomik açıdan gücünü de gözler önüne serer. “Kirmanuel” adı verilen bu sikkelerin ön yüzünde, ayakta duran imparator resmedilirken, arka yüzünde aziz Eugenios ya da kucağında çocuk İsa’yı tutan “Altın başlı bakire Meryem” kabartması yer alıyordu.
Trabzon’un bu devrede zenginleşme nedenlerinden biri de Sinop limanının neredeyse 40 yıl aradfan sonra, 1254’de yeniden ele geçirilmiş olmasıydı. Selçuklu devletinin içine düştüğü buhrandan yararlanan Manuel, muhtemelen Moğolların da desteğiyle bu liman kentini ele geçirmişti. Böylelikle hem Komnenosların İstanbul umutları tazelenmiş, hem de ekonomik açıdan Karadeniz ticaretinde önemli bir köprübaşı kontrol altına alınmış oluyordu. Ancak bu parlak gelişme uzun vadeli olamadı. Önce, 1261’de İznik İmparatoru olan 8. Mihael Paleologos ani bir baskınla İstanbul’u Haçlılar’dan alarak Komnenosların bu hayalini yok etti. Ardından da I. Manuel’in 1263’de ölümü ile Trabzon imparatorluğu iç karışıklıklara gömüldü. Öyle ki, çok kısa bir süre sonra Giresun ve Trabzon’daki bazı topraklar dışında imparatorluğun tüm arazisi Türkmenlerin eline geçecektir.
İşte Ayasofya I. Manuel’in bu altın çağında tesis edildi. Semavi Eyice yapının muhtemelen pagan devirden kalma bir tapınak kalıntısının üzerinde 13. yy ortalarında yükseldiğini söylemektedir. Ona göre bu yapı, şehir merkezinin de hayli dışında kalması sebebiyle bir manastır kilisesi olarak tasarlanmıştı. Bu konudaki kapsamlı araştırmaları ile tanınan Tamara Talbot Rice ise yapıda görülen Selçuklu işi bir iğ kompozisyonundan hareketle kiliseyi hemen hemen aynı evreye, 13. yüzyılın ikinci çeyreğine tarihlendirir. SEYYAHLARIN DİLİNDEN AYASOFYA Kilisenin ne yazık ki Trabzon Rum devleti zamanındaki aksamı ve işleyişi hakkındaki bilgiler yok denecek kadar azdır. Yapı, muhtemelen şehir merkezinin birkaç kilometre dışında kalmasının da etkisiyle hemen camiye çevrilmemiş, fetihten yaklaşık bir asır sonrasına kadar kilise olarak kullanılmıştır. Ayasofya’nın camiye çevrilme hikayesi de biraz sislidir. Evliya Çelebi’nin farklı devirlerde çoğaltılan nüshalarında kiliseyi camiye çeviren şahsın adı Körlet ya da Kurd Ali Bey olarak okunmaktadır. Semavi Eyice, bugün de Trabzon’da Kurdoğulları adında köklü bir ailenin varlığından hareketle bu ismin Kurd Ali Bey okunması gerektiği kanısındadır. Kilise, Evliya Çelebi’deki kayda göre hicri 991, miladi 1583-84 tarihinde padişahtan alınan izinle camiye çevrilmiştir. Bu amaçla da bir minare inşa edilmiş, yapının içine de eski usulde ve son derece sanatkarane bir mihrap ile minber ilave olunmuştu. Çelebimizin dikkatini çeken bir diğer hususta cami içinde yer alan ve her çeşit mermerden oluşan uzun sütunlardı. Bunun dışında, o dönemde caminin çevresi zeytinlikler ve bahçe ile çevrelenmişti.
Aslen Trabzonlu olan ve 1777’de bu şehirde doğan Ermeni müellif Bıjışkyan da Ayasofya hakkında bilgi verirken, yapının etrafının Müslüman evleri ile çevrili olduğunu ve bu evlerin bulunduğu mahale Ayasofya denildiğini ifade eder. Onun anlatımına göre bir tepenin ortasına inşa olunan bu mabed için kilisenin bulunduğu yer, zeminin beslenmesi suretiyle bir düzlük haline getirilmişti.
Her ne kadar Bıjışkyan, caminin etrafının Müslüman evleri ile çevrili olduğunu söylese de 1830’lara gelindiğinde yapının bakımsızlıktan kullanılamaz hale geldiğini görürüz. İngiliz Coğrafya Derneği üyesi olan William John Hamilton da 1838’de Trabzon’a gelmiş ve Ayasofya’ya kadar uzanmıştı. Onun gözlemleri Ayasofya’nın içler acısı halini ortaya koyar niteliktedir. Hamilton, karşılaştığı manzara hakkında şunları söylemekteydi; “Deniz kıyısındaki Saint Sofya Kilisesi Türkler tarafından camiye dönüştürülmüştü ve iç burkan bir durumdaydı. Güneyinde Bizans tarzında açık bir kapısı vardı. Yapının içi fresklerle süslüydü. Fakat Türkler, freskleri ve boyamaları neredeyse yok etmişler. Bir zamanlar güzel olduğu anlaşılan mozaik zemin Alman felsefe ve tıp doktoru Koch da yapı hakkında benzeri yorumlarda bulunur. Epey zamandır ıssız kaldığını belirttiği Ayasofya, onun kenti ziyareti sırasında buğday deposu olarak kullanılmaktaydı. Bahçesinde biten çalı çırpılar ise, yolu buradan geçen kervanlardaki hayvanlar için beslenme imkanı sağlamaktaydı. Fotoğraf: Halit Ömer Camcı
Ayasofya’nın harap hali 1864 yılına kadar bu şekilde devam etti. Bu yıl içinde Trabzon’u teftişe gelen Bursalı Rıza Efendi’nin girişimleriyle camide önemli tamirler yapılmış, yer yer üzerine sürülmüş olan badana ve alçıları açılan freskler de kapatılmıştı. Ancak yapı, cami olarak uzun süreli hizmet veremeden 1880’li yıllarda askeri depo haline getirildi. Sonrasında bir ara şehirde baş gösteren kolera salgını sırasında bir tecrithane vazifesi gördü. Trabzon’a 1916-17 yılları arasında hakim olan Ruslar, Ayasofya’nın bahçesinde bir takım arkeolojik kazılar yapmışlar ve bazı buluntuları beraberlerinde götürmüşlerdi. Bir müddet daha bakımsız halde kalan Ayasofya, 2. Dünya savaşı yıllarında bir ara yeniden askeri depo işlevi gördü. 1957’de yeniden ibadete açıldıysa da, bir yıl sonra içindeki freskoların ortaya çıkarılması amacıyla yeniden ibadete kapatıldı. 1962’ye kadar Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Edinburgh Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttükleri çalışmalar sonrasında Ayasofya, 1964’de müze olarak hizmete açılmıştır. Halen de bu özelliğini koruyarak hizmet vermeye devam etmektedir. Fotoğraf: Halit Ömer Camcı
AYASOFYA’NIN İÇİNDE VE ÇEVRESİNDE BİR CEVELAN Tüm bu bilgilerin ardından biraz da yapının çevresini ve içini dolanalım. Hemen belirtelim ki Karadeniz’i tüm haşmetiyle ve en güzel haliyle görebileceğiniz yerlerden birisi kilise avlusunun kuzey kanadıdır. Bu nedenle sadece yapıya değil çevresindeki manzaraya da odaklanmanızı tavsiye ederim. Ayasofya’nın batısında bulunan ve kiliseye 25-30 metre uzaklıktaki çan kulesi daha geç bir tarihte, muhtemelen 1426-27 yıllarında inşa olunmuştu. Burası farklı kaynaklarda değişik amaçlara hizmet eden bir mekan olarak zikredilir. Bu anlamda astronomi dersleri ve bezen de deniz feneri olarak kullanıldığına dair rivayetler bulunmaktadır.
Yapıya Karadeniz’in bulunduğu tarafın aksi istikametindeki güney kanadından girilecek olursa hemen girişte tek başlı bir Bizans kartalına tesadüf olunur. Bizans mirası için kapışan İznik ve Trabzon Rum devletleri başlangıçta çift başlı kartalı sembol olarak kullanırken, sonraları Trabzon Rumları bu tutumdan vazgeçerek kendilerini doğu dünyasının yasal imparatorları olarak gösteren tek başlı kartal motifine dönmüşlerdi. Bununla birlikte ana apsisin doğu tarafında bir çift başlı kartal figürü de halen görülebilir. Muhtemelen bu kısım, rekabetin halihazırda devam ettiği günlerden kalmış olmalıdır. Yine kilisenin bu cephesinden içeri girerken doğu portiğinde, belki de Ayasofya’nın bir zamanlar cami olduğunun yegane kanıtı olan Cin suresinin 18. ayetine tesadüf olunur. Bu ayetin meali “Şüphesiz mescitler Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin” şeklindedir. İç kesime geçtiğimizde bazı yerlerde fresklerin canlılığını muhafaza ettiğini bazı yerlerde ise tanınamayacak hale geldiğini görürüz. İç kesimin doğu tarafında bulunan apsisde Hz. Meryem, kucağında bebek İsa’yı tutarken resmedilmiştir. Her ikisinin sağında bulunan iki büyük melek yani Mikail ve Cebrail, anne ile oğlu kutsamaktadır. Yine bu tasvirin hemen yanında Hz. İsa’nın göğe yükseliş tasviri de dikkat çekicidir.
Ayasofya’nın içeriden en görkemli kısmı olan kubbe bölümünde ise “Pantakrator” ya da başka bir deyişle “her şeye hakim” İsa motifi işlenmiştir. Her ne kadar Ayasofya’nın kubbesindeki bu işleme rutubetin ve zaman içinde kötü kullanımın etkisiyle zamana yenik düşmüş olsa da resmin ne şekilde olduğunu tahmin etmek pek de zor değildir. Pantakrator formunda Hz. İsa genellikle elinde kutsal bir metin olduğu halde ve bir eliyle de kutsal üçlemeyi işaret eder biçimde resmedilirdi. Kubbenin yanlarında ise Hz. İsa’nın hayatının değişik safhaları resmedilmiştir. Hz. İsa’nın doğumu, çarmıha gerilmesi, vaftiz edilişi ve on iki havari ile ilgili bezmeler kubbenin etrafını sarar.
Kilisenin batı duvarında ise tanıdık bir görüntü vardır. Bu resim Hz. İsa’nın son akşam yemeği sahnesidir. Bilindiği üzere bu yemek sırasında Hz. İsa sofrada bulunanlardan birinin kendisine ihanet ederek Romalılara teslim edeceği bilgisini en yakın takipçileri ile paylaşmıştı. Kilisenin batı tarafındaki giriş kısmı yani narteksinde bulunan bezemelerse belki de bugüne en iyi şekilde ulaşmış olanları. Bu kısımda Hz. Meryem’e Hz. İsa’nın müjdelenişi, Hz. İsa ve Kitab-ı Mukaddes, Dört İncil yazarı olan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna ile Hz. İsa’nın çeşitli mucizeleri resmedilmişti. Hasılı kilise bezemeleri ile de Ayasofya adeta Hırsitiyan inancının görsel bir şölenini sunmaktadır.
Ayasofya’nın müzeliğinden bahsederken hemen belirtelim ki sadece kilise değil, avlu da bir açık hava müzesi işlevi görmektedir. Nitekim avluyu dikkatle dolaşanlar aralarında Yavuz Sultan Selim’in Trabzon’da sancak beyliği yaptığı sırada vefat eden çocuklarının mezar taşlarının da bulunduğu pek çok sanatkarene mezar taşına tesadüf edeceklerdir. Yine Trabzon’da yıkılan bazı sivil yapı örneklerinin değişik aksamları ile yakın çevredeki arkeolojik kazılarda elde edilen Roma-Bizans devrine ait bazı sütun ve başlıklar burada sergilenmektedir. Bu keyifli Ayasofya gezisini müzenin hemen yanıbaşındaki çay bahçesinde bitirmenizi teklif ederek yazımızı sonlandıralım. Burada hem nefis Karadeniz çayını lezzetine varabilir, hem bölge ile özdeşleşen kuymaktan tadabilirsiniz. Tüm bu keyfi Karadeniz’in sembol yapılarından olan ve aynı zamanda şehrin en aktif kitapevlerinden birine isim olan bir seranderin gölgesinde gerçekleştirmeniz mümkün. Bizden söylemesi…
Bu yazı, Gezgin dergisinin 2010 yılının Eylül sayısında yayımlanmıştır.