Yazı: Ayşe Sevim İlüstrasyon: Hamza Sancar
Hatırladığım bir görüntü var. Anaannemin otomobile binişi… Yaşlı kadın ayağını arabaya atarken besmele çeker ve korkarak arka koltuğa otururdu. Kontak çevrildiği andan itibaren ise kırışık yüzü endişeden on yıl daha yaşlanırdı. Çizgiler birbirlerine dolanır, küçük küçük yüzlerce düğüm oluşurdu yüzünde. “Aman evladım yavaş sür”, “ Ay çok süratli, kaza olacak”, “Yavrum ne acelemiz var, dikkatli dikkatli gidelim e mi?” diyen sesi hışırdıyan bir radyo kanalını andırırdı. Ses yükselir, alçalır, boğuklaşır, tizleşirdi. Biz çocuklarsa onun bu haline kıkır kıkır gülerdik. Anaannem fokurdayışımız karşısında: “Şunlara bak adam olmuşlar da bana gülüyorlar, siz de kendi zamanınızın ucubelerine binin de korkun e mi?” derdi. Bu yaşlı kadının bedduasının koştura koştura iki binli yıllara geleceğini nereden bilebilirdim. Ah anaanneciğim ah, yaktın beni.
Anaannemin ucubesi şimdi karşımda duruyor: Boeing 737. Yaşlı kadının ağzından çıkan beddua da buralarda bir yerlerde olmalı. Biraz sonra beni ezip dümdüz edecek bir kaya gibi iki karış tepemde duruyor olabilir.
Bir hafta önce Samsun’da gerçekleşecek bir ihaleye katılmam için uçak biletleri alındı. Sekreter kız: “Rasim bey, check in yapacağım biletiniz cam kenarı mı yoksa koridor mu olsun” diye sordu. “Son isteğiniz nedir Rasim Bey?” diyordu sanki. Kıza dikkatle bakıp: “Koridor” dedim. Gizli bir lisanla: “Camın kenarına koyup göstere göstere öldürmeyin bari beni” demiştim aslında. Kız bu lisanı anlamadığı için duygusuzca “Peki” deyip yanımdan ayrıldı.
Evet Boing 737. Düşmanımı tanıyorum. Kocaman kanatlarıyla her an beni sokup zehirleyecek dev bir böcek sanki. Kısa ve orta mesafe menzilli, tek koridorlu, dar gövdeli, düşük fiyatlı, jet motorlu bir haşere bu. 737 serisi, Nisan 2009 tarihi itibariyle tarihteki en çok sipariş alan ve üretilen jet havalyolu uçağıymış. Dünya üzerinde her an 1.250 adet 737 uçağı havadaymış ve ortalama her beş saniyede bu uçaklardan biri kalkış ve iniş gerçekleştirmekteymiş. Ne kadar marifetli değil mi? Fakat bu marifetleri benim aklım kabul etmiyor. Bu dev böcek aşağıya süzülüp kıskaçlarıyla beni yakalayacak ve göğe doğru çıkacak. İşte benim gerçeğim bu… Üstelik zehirli bir böcek bu. Öyle bir zehri var ki ona bakmamla bacaklarım uyuşmaya başlıyor. Henüz beni ısırmadan zehrin etkisiyle dilim şişiyor, nefes alamıyorum.
Şu anda hava alanındayım. Bu dev böceklerle aramda kocaman bir cam var. Birazdan onlardan birinin midesine gireceğim. Beni rahat sindirebilmesi için emniyet kemerimi bağlayacağım. Sonra gülümseyen bir hostes koridorun ortasına gelip tuhaf el hareketleriyle tehlike anında ne yapmamız gerektiğini Türkçe ve İngilizce anlatacak. Yolcular dikkatli bir şekilde bu kızcağıza bakacaklar. İnsanlar uçak düşerken sakince koltuklarının altındaki can yeleklerini çıkarıp giyecekler, can yelekleri şişmezse yan tarafındaki boruya üfleyerek bu yelekleri şişerecekler, en yakın çıkış kapısını şaşırmadan bulacaklar, gaz maskelerini doğru takacaklar ya… İşte bu yüzden bu kızcağız tane tane bize yapmamız gerekenleri anlatıyor. “Aaaaaaaaaaa, korkuyorum, Allah, Allahım, ölüyoruzzzz, Anneciğim….” diye bağırmak, yanında oturan yabancıya sarılmak, kalp krizi geçirmek kimin aklına gelir zaten. Aslında bu ilk uçuşum değil. Daha önce üç kere uçağa bindim. Türkiye’de uçakla seyahat etmek ucuzladığından beri bizim şirket de havayolunu kullanmaya başladı ne yazık ki. Üç yolculuğum da tam bir kabustu. İlkinde bekleme salonuna çakılıp kalmıştım. Uçağın kalkmasına az bir müddet kala güzel bir kadın sesi duydum: “Sayın Rasim Korkut lütfen 112 nolu kapıya geliniz uçağınız kalkmak üzeredir.” Ankara Esenboğa Havalimanında adım çınlıyordu. Bu durum havalı bir şey gibi geldi bana… O anda biraz gevşedim. Yanımdaki koltukta gazete okuyan orta yaşlı adama dönüp: “Rasim Korkut benim” dedim. Neden bunu yaptım bilmiyorum. Adamın “Vayyy, gerçekten mi?” demesini mi bekliyordum acaba? Adam müzedeki eski çağdan kalma edevata boş boş bakan çocuklar gibi bana baktı ve: “Ha..” dedi. Tam o esnada adım bir daha havalimanın koridorlarında dolaştı. Güzel sesli kadın bu sefer azarlarcasına: “ Sayın Rasim Korkut, bu sizin için son uyarıdır, lütfen 112 nolu kapıya gelin” dedi. Gazete okuyan adam: “Koşmazsanız yetişemeyeceksiniz” deyince ayağa kalktım. Bu cümle havaya edilmiş bir el silah sesiydi sanki. Yarış başladı. Önümdeki insanlara çarpa çarpa 112 numralı kapıya doğru koşuyordum. Koşarken beynimdeki ses de şöyle bağırıyordu: “Sayın Rasim Korkut, 112 numaralı kapıya koş, koşmazsan yarın şefine ne diyeceksin, kapının önüne koyarlar seni, yerine göz dikmiş işsiz bir sürü yeni yetme var zaten. Koş Rasim koş, gazete okuyan adama da rezil oldun zaten, Koşşşşşş” Bunu garip mi buldunuz? İkinci yolculuğumu duyunca ne yapacaksınız acaba? Felaketti. Uçakta, içtiğim bulantı haplarına rağmen midem kaynamıştı. Koltuğumdan kalkıp tuvalete doğru yürümeye başlamıştım. Fakat o koridor birden nasıl uzadı anlatamam. Modern bir Çin Seddine dönüştü. Tuvalete yetişemeyeceğimi anlıyordum. Attığım her adımda tuvalet bir parça daha geri kaçıyordu. Sonunda birinin üstüne kustum. Bir kokonanın üstüne. Kahvaltıda yediğim her şey, şıkırdayan bir avizeye benzeyen kadının üzerindeydi. “Ayyyyyy, deli misin, ne yaptın ya, ne yaptın, manyaakkkk!”, “Şeyy özür dilerim, ben, ben, ööööö” Boing 737 o an tam bir sihirbaza döndü. Uçak hızla ilerlerken hostesler ağır çekimde bana doğru gelmeye başladılar. Yolcular ise bağıra çağıra burunlarını kapatıyor, bir sürüngeni gösterir gibi iğrenerek beni işaret ediyorlardı. Bayıldım. Ayıldığımda başımda, aldıkları paranın yaptıkları işin bedeli olmadığından bahseden iki hostes vardı. Uçak boştu. Üstüm kusmuk ve limon kolonyası kokuyordu.
Üçüncü seyahatimi ise aldığım uyku hapı yüzünden hatırlamıyorum. En rahat yolculuğumdu. Hosteslerin beni uyandırmasıyla gülümseyerek gözlerimi açtım. İçimdeki ses: “Bundan sonra uçak korkusu senin için bitmiştir Rasim” diyordu keyifle. Bavulumu almak için ilerken, birden kenardaki koltuklar gözüme ilişti. Oturmak istedim. Bir dakika oturacaktım. Altmış saniyecik. Üç bin altı yüz salisecik… Dört saat sonra uyandığımda gülümsemem görünmez bir silgiyle yüzümden silinmişti. Saate baktım. İhale tam yarım saat önce bitmişti. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmeye başladı. Ağır adımlarla otogara gittim. Dönüşü havayoluyla yapamazdım.
Bu dördüncü uçuşum olacak. Neyseki uçağım rötar yaptı. Tam bir saat. Bu benim için bir şans. Apar topar bu böceğin midesine atılmayacağım. Biraz nefes egzersizi, biraz gazete okumak bana iyi gelecek. Gidip elimi yüzümü yıkayayım. Sıvı sabun, elini altına koyunca akmaya başlayan çeşme, kağıt havlu… Aynaya bakıyorum. Uçuş korkusu olan bir adam. Elli yaşlarında. Çocukları üniversitede, karısı harika mantı yapıyor, annesi öldüğünde hayatında ilk kez anti depresan kullandı, birkaç terfi aldı, ütüsüz pantolan hiç giymedi, matematiksel olarak hesap edilse hayatının büyük kısmı yirmi metrekarelik bir ofiste geçti. Emekli olunca Ankara’dan ayrılıp İzmir’e yerleşecek. Fakat karayoluyla gidecek İzmir’e, demiryolu da olabilir.
Uçuş Korkusu – Bu yazı 2013 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 82. sayısından alınmıştır.