Yazı ve Fotoğraflar : Hayrettin Oğuz
Tarihi mekanlar ve yapılar da bizim gibi yalnız ve soyutlanmış durumda modern şehirlerde.. Bir mezar taşı, bir türbe, bir camii, bir han veya bir bedesten boynu bükük, garip ve ıssız bir insan gibi bekler durur zamanın girdabında.. Sanki zamana direnen yaşlı bir ağaç gibi.. Sanki mekana direnen bir taş duvar gibi.. Hatta belki de zaman ve mekan olarak içinde bulunduğu zaman diliminden, hayattan yalıtılmış durumda bu tür yapılar.. Daha eşiğinden girer girmez farklı bir dünyaya geçersiniz..
Şehrin içinde bazı mekanlara girdiğinizde şehirden soyutlanır yeni bir manaya katılırsınız.. Sanki geçmişe bir yolculuk yapar, boyut değiştirirsiniz.. İçinde bulunduğunuz hayatın keşmekeşinden kurtulur, tarihin gizemli bir zamanına gider orada bir müddet kalır, ruhi anlamda huzur içinde hissedersiniz kendinizi..
Gittiğiniz bu yerin insanı farklı, suyu, farklı, havası farklı, sesi farklı, nefesi farklıdır.. Gülüşler farklıdır buralarda.. Bakışlar farklıdır.. Size ısmarlanan acı ve demli çay evinizde içtiğiniz çaydan mukayese edilemeyecek kadar anlam taşır.. Size verilen selam içtendir.. Gözlerinize içten bakarlar.. İnsanların asırlardır yitirdiği aidiyet duygusu ve sadakat kaygısı hala bu insanların bakışlarında, elini uzatışlarındadır..
Yemek yerken denk geldiyseniz mutlaka yediğini paylaşır sizinle.. Hatta böldüğünün büyük olanını size uzatır.. Temiz bardağı özenle ayırır ve çayınızı koyar.. Yediği üzümün veya peynirin en güzel yanını size ayırır.. Dükkan içindeki sandalyenin en temizini size uzatır.. Aslında uzattığı kalbidir onun, manasıdır.. Hala yitmeyen ve yitirilmeyen insanlığıdır.. İçinde yaşadığı taş duvarlar kadar eskidir onun yüreği.. Önünde oturduğu ekmek teknesi kadar kutsal ve geniştir gönlü.. Dükkanının köşesindeki tozlu seccadesi sizin modern camilerinizden temiz ve kutsaldır.. Dinlenirken okuduğu Kuran-ı Kerim’i mana ve ruh olarak sizden çok daha iyi anlar Arapça bilemese de.. Ekmek teknesinin girişinde hala “besmele” asılıdır.. Duvarının bir köşesinde “Allah’ın Dediği Olur” ya da “Rızık Allah’tandır” yazar.. O geleceği fetişleştiren insanlara inat, geçmişin manasında çakılı kalmıştır ve vaktini zamanını bekler..
Kayseri’nin geleneksel yapılarından Vezir Hanı’nı geziyoruz.. Vezir Hanı, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından 1723 yılında yaptırılmış. İnşa edildikten sonra yayınlanan bir fermanla Vezir Hanı’nda sadece kuyumcu, abacı, kumaşçı, çuhacı gibi o günün itibar gören mesleklerinin faaliyet göstermesine izin verilmiş, bu uygulama Damat İbrahim Paşa’nın ölümünden sonra yürürlükten kaldırılmış. Bir süre dericilerin merkez olarak kullandığı han bugün ayakkabıcı, şapkacı, halı ve kilim tamircileri, terzi, antikacı, yüncü v.b. esnaf tarafından kullanılıyor..
Vezir Hanı, Kayseri Ulu Cami’nin kuzeydoğu köşesindedir. Giriş kapısı doğu cepheden olup, Kapalıçarşı’nın bir bölümünü oluşturan Urgancılar Çarşısı girişinin yanındandır. Hanın duvarı, yanındaki bedestenin duvarıyla birbirlerinden bir koridorla ayrılmıştır. Vezir Hanı, kesme taştan yapılmış bir yapıdır, iki katlı ve iki avluludur. Girişteki gayri muntazam küçük avludan sonra, ortasında eskiden bir çeşmenin havuzu bulunduğu bildirilen gayet geniş bir avluya girilir. Revakların altında bulunan iki ayrı merdivenle üst kata çıkılır. Girişteki kitabenin yeri boştur. Günümüzde de kullanılmakta olan Vezir Hanı’nda bir de yatır bulunmaktadır.
Esnaf Orta Anadolu’nun tabiri ile kıt kanaat geçinen gönlü zengin insanlar.. İçinde bulundukları zor duruma rağmen umut dolular.. Bu tür yerlerde sıradışı bir durumla karşılaşmamak imkansız.. Köşede gördüğümüz Şapkacıya doğru giderken dükkanın önündeki çalışma tezgahının üstünde gördüğümüz kitaplar bizi adeta şaşırtıyor.. Mustafa Kutlu’nun hikaye kitapları var.. Okunduğu belli.. Arasına bir kumaş parçası konmuş.. Belli ki orada kalmış okurken.. Dükkanın sahibi Mustafa abi güler yüzüyle bizi karşılıyor.. Siz mi okuyorsunuz diye soruyorum kitabı.. Sonra dükkanın içindeki kütüphaneyi gösteriyor.. Hem gülüyor hem mutlu oluyorum.. Bize keyifle ikram ettiği çayı aynı keyifle içerken sohbetin tadını çıkarıyoruz..
Sonra Antikacı Osman amca davet ediyor bizi.. Bir şey ikram etmek istiyor.. Teşekkür edip kapı önü sohbeti yapıyoruz.. Nasılsınız dediğimiz de “şükürler olsun, Allah bugünümüzü aratmasın” diyor.. Duaların en güzelini yapıyor ve öğretiyor bize..
Han’da ayakkabı imalatçıları için üretim yapan esnaflar var.. Mehmet Amca bunlardan bir tanesi.. O kadar hoş sohbet ki hem iştahla ve şevkle çalışmasını sürdürüyor hem de bizimle ilgileniyor.. İstanbul’u anlatıyor, eski fotoğraflarını gösteriyor.. Hayata böylesine bağlılığı bizim gibi umutsuzluk girdabında olan insanları öylesine etkiliyor ki aslında onun tecrübelerine değil kendi halimize şaşırıyoruz.. Genç olan Ünal abinin yanına gittiğimizde Mehmet Amca ile arasını kızıştırmak için sorduğumuz “hanginiz daha iyi usta” sorumuza “herkes ustadır ama ustalık ustaya saygıdır” diyor..
Kilimci Mehmet bey topladığı eski kilim ve halıları tamir ediyor.. Sanki bir gönül dokur gibi.. Ne güzel yüzleri var bu insanların.. Gönüllerinin tecellisi olduğu belli.. İşlerinin iyi olduğunu, yurt dışından bile tamir için kilimler geldiğini söyleyen Mehmet bey “bizim ekmeğimiz de bu iğnenin ucunda” diyerek, iğne ile sanki kilim değil ekmek dokuyor.. Terzi Doğan Amca’yı ütü yaparken yakalıyoruz.. Bakışları ötelerden.. Hemen bir şey ikram etmek istiyor.. Çayı Mustafa Abi’nin orada içtik gezip halinizi hatırınızı soralım dedik diyoruz.. Mutluluğu bizi de mutlu ediyor.. Eskilerden anlatıyor.. Yenileri tınmadığı, yenileri umursamadığı besbelli.. Bu insanlar yaşayışları ile zamanın sonunu gerçekten görmüş insanlar..
Han’da gördüğümüz en yaşlı esnaf Yahyalı’lı Ömer Amca.. Halı ve kilim satıyor.. Derviş meşrep bir insan.. Sigarasından derin derin çekerken yakaladık.. Ne güzel yüzün var dediğimizde “öyle demeyin nefsime hoş geliyor kibir ortaya çıkmasın evladım” diyor.. Cahilliğimizi anlatıyor biz okumuşlara bu insanlar.. Bütün epistemolojik ve ontolojik birikimimize rağmen cahilliğimizi ve cehaletimizi yüzümüze yansıtıyorlar.. Sohbet oradan buradan derken Ortadoğu’ya geliyor.. Nolacak dünyanın her yerinde Müslüman kanı akıyor dediğimizde öyle cevaplar veriyor ki etkilenmemek mümkün değil.. “Peygamberin torununun kanının akıtıldığı topraklar buralar öyle kolay kolay iflah olmaz evladım” dediğinde, bu insanların zaman, mekan ve mana olarak bizden çok farklı boyutlarda olduğunu anlıyoruz.. Zihnimizin, kafamızın, bakış açımızın ne denli “sekülerleştiğini” bir kez daha anlıyoruz.. Selahattin Usta’nın duvarındaki öğütler sanki hayat tecrübesi.. Nakış nakış tecrübesini duvarlara astığı yazılarda, özlü sözlerde, fotoğraflarda görebiliyoruz.. Vezirhan’ın balkonunda oturan yaşlıların sohbetlerini merak ediyoruz.. Ne konuşurlar, re düşünürler, hayata nasıl bakarlar bilinmez.. Bizi gördüklerinde turist zanneden bu insanlara aslında ne kadar yabancılaştığımızı görüyoruz onların bakışlarında..
İbni Battuta Anadolu’yu gezerken hep ahilerden söz eder ve şehri ayakta tutan insanların ahiler ve bu ahi ruhu olduğunu belirtir.. Modernitenin bütün baskısına ve kuşatmasına rağmen Vezirhan’ında bu ruhun izlerini hissetmemek mümkün değil.. Restorasyon yapılacağından dolayı mutlu ama biraz da kaygılı olan esnaf, restorasyon sonrasında Vezir Han’ın durumu hakkında net bilgiye sahip değiller.. Biz de ilgililerin tıpkı Sahabiye ve Hunat Medresesinde yapıldığı gibi tarihi dokuyu kaybetmeyi düşünmeyeceklerini restorasyon sonrasında Han’ın tarihi dokusunun muhafaza edileceği umudu ile helalleşip ayrılıyoruz..
Tarih modernite tarafından sıkıştırıldı ve kuşatıldı bu muhakkak.. Bunu gezdiğimiz her tarihi yapıda hissetmemek mümkün değil.. Ancak şunu da daha iyi anlıyoruz ki kendini özne zanneden modern insan ile görüntünün gerçekliğine hapsolan modern zaman ve mekan, bütün kuşatıcı özelliğine rağmen sadece bu mekanlarda büyüsünü, görüntüsünü yitiriyor.. Çünkü hakikat görüntü değil; o sadece hakikattir.. Ruhunu yitiren modernitenin bir ruhu kuşatması mümkün olsa da yok etmesi mümkün değildir.. Nitekim tarih, zaman, mekan ve umut da burada, bunun bilincinde olmakla başlıyor..
Zamanın Durduğu Mekanlar : VEZİRHANI : 95. Sayı – Bu yazı 2015 yılının Ocak ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 95. sayısından alınmıştır.