Pazartesi , 7 Ekim 2024

Afrika’da Hicret ve Suffe Ehli: Dugsiler

Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz

Hz. Peygamberimizin hicretten sonra Yesrib’i Medine haline getirmesindeki en temel unsurun Mescid’i olduğunu biliyoruz. Mescid derken, bunu bugünün insanının seküler muhayyilesine anlatabilmek gerçekten zor. Bugünün insanı mescidi sadece namaz kılınan yer olarak bilir. Oysa Hz. Peygamberimizin Mescid’i, onun Medinesinin remzidir. Daha doğrusu Yesrib’i Medineleştiren ruh ve nefestir. Allah’ın insanı yaratırken ona kendi ruhundan üflemesinden mülhem, Peygamberimizin ruhunu bir şehre, bir zamana ve mekana üflemesi, nakşetmesidir.

Hicret yurdu Medine’de ilk yapılan mekandır Mescid-i Nebi.. Ashab-ı Suffe ise bu mescidin yetimler ve kimsesizler bölümüdür. Hz. Peygamberimizin Kuran’ı ruhlarına, gönüllerine ve dillerine nakşettiği Kuran bülbüllerinin yeri ve yurdudur Suffe. “Medineli müslümanlar olan Ensar evini-barkını, bütün mal varlığını geride bırakarak şehirlerine hicret eden müslümanlara maddî ve manevi yönlerden çok yardımcı oldular.

Fakat buna rağmen, yer-yurt sahibi yapılamıyan bazı kimsesiz müslümanların açıkta kalmaması için böyle bir yer yapıldı. Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) bizzat ilgilenir, Beytü’lmâl’e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği hâllerde Ashab’a tavsiye eder, evlerine Suffe ehlinden götürebilecekleri kadar misafir almalarını söylerdi. Bu sebeple bunlara: Edyâfu’lmüslimîn (Müslümanların Misâfirleri) de denilmiştir. (Buhârî, Rikak, 17) Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Peygamberimiz, kendi ailesinin ihtiyaçlarından daha çok ilgilenirdi. Bir defasında, değirmen çekmekten yorgun düştüğü için bir hizmetçi isteğinde bulunan kızı Fâtıma’ya peygamberimiz: “Kızım! sen ne diyorsun? Ben, daha henüz Ehli Suffe’nin ihtiyaçlarını temin edebilmiş değilim. ” demişti. Peygamberimizin mescidi bittiğinde kerpiç duvarların üstü, içindekilere gölgelik olsun diye, kamışlar, hasırlar ve çeşitli ağaç ve otlarla kapatılmıştı. Bir gölgelikti aslında bir bakıma ilk okul.. Bu gölgelikte suffe ehli Peygamberimizin dizinin dibine çökerek, adeta bir pınardan taslarını dolduran çocuklar gibi, aldıklarını ummana dönüştüreceklerdi. Buradan yükselen Kuran sadaları tüm Arap yarımadasına, sonrasında da tüm dünyaya yayılacaktı.

Bu sene Kurban bayramını Kenya- Somali sınırında Somaliden Hicret etmek zorunda kalan insanların arasında geçirecektim.. Hem Afrika’yı ilk kez görmenin heyecanı, hem de yerlerinden yurtlarından uzakta çadırlarda ve ağaç gölgelerinde yaşayan bu insanların yoksulluklarına ve yoksuzluklarına şahit olacaktım. Dadaab bölgesinde gördüklerim, yaşadıklarım, hissettiklerim; her biri ayrı bir yazı konusu.. Orada tarihin ötesine gidiyorsunuz. Sanki binlerce yıl geriye doğru yol alıyorsunuz. Hicreti çok daha iyi anlıyorsunuz.

Bütün bunlara rağmen bu gezide beni asıl donduran, gönlümü formatlayan, bütün bilgimi ve birikimimi adeta yok eden veya sıradanlaştıran olay Dugsi denilen okulları görmem oldu. Okul dediğime bakmayın, bırakın avlu duvarını herhangi bir yapıdan söz etmiyorum.. Herhangi bir sıra, teneffüs zili, üniforma veya önlük, kara veya beyaz tahta, tebeşir veya kalem, kitap veya defterden de söz etmiyorum.. Anlatılası ve tarif edilesi değil..

Bize kılavuzluk eden mihmandarımız işte Dugsi diye bir ağacın gölgeliğini gösterdiğinde bir dostumun deyimiyle tüm anlam haritalarımız ve kök paradigmalarımız alt üst oluyordu. Anlamaya çalışmak kutsal olduğu kadar da çok zor bir durum.. Karşılaştığımız bu durumu herhangi bir modern ve pozitivist mantıksal telakki ile açıklayabilmek ve anlayabilmek gerçekten çok zor hatta imkansız..

Anlayamadığı ve rasyonelleştiremediği, kendi ölçü ve kalıplarına uymadığı her şeyi “ilkellik” damgası ile paketleyen modernitenin ucuzculuğundan kurtulma çabası, içinde bulunduğumuz ve anlamaya çalıştığımız durumun ne muazzam bir şey olduğunu bize öğretmeye başlıyordu bile..

Dadaab mülteci kamplarının içindeki bazı Gargıt ağaçlarının gölgesinden, yahut etrafı çalı ve çaputlarla örtülmeye çalışılmış kulübelerden, tenekelerden yapılmış barakaların içinden gelen Kuran kıraatını duyduğumuzda iliklerimize kadar donuyoruz. Hele bir de bölgedeki 6-16 yaş arası tüm kız ve erkek çocukların yüzde 65-70 inin hafız olduğunu duyduğumuzda bu donuş bir irkilmeyi ve hayranlığı gözyaşlarına dönüştürüyor. Aslında donan, ağlayan, irkilen, biz mi, tarih mi, zaman mı, mekan mı, gelecek mi bilinmez..

Yükselen Kuran kıraatından ve okuyanların gözlerinden adeta Ebu Zer’i, Huzeyfe’yi, Ammar’ı, İbni Mesud’u hatırlıyor, tarihi yeniden tasavvur ediyorsunuz. Reci ve Bi’ri Mauneyi hatırlıyorsunuz. Ve yeniden 1400 yıl evvelinden, yerlerinden yurtlarından mahrum kalarak adeta bir yeni Hicret yaşayan bu insanların hallerine dönüyorsunuz. Garissa’daki yetimhanedeki bakışların her biri bir ruhun yeniden dirilişi gibi sanki.

Birbirine zıt duyguları aynı anda yaşıyor insan. Ve insan birbirine zıt duyguları aynı anda yaşıyorsa sıradışı bir boyuttadır muhakkak. Kitapsız, deftersiz, kalemsiz okul olur mu? Olurmuş.. Luh dedikleri boylarından büyük tahtalarından başka bir şeyleri yok.. Bu tahtalarda önce arapça öğreniyorlar sonra da hafızlığa başlıyorlar..

Yüreği yanık olan insanların sesi de yanık olurmuş.. Okunan Kuranı dinlerken, böyle okunur diyorsunuz.. Bir ağacın gölgesinde arşa yükselen Kuran sesinin Lehv-i Mahfuza ulaşmasını ve oradan yeniden nefes nefes, rahmet rahmet insanlara yağmasını yeniden yaşıyor ve hissediyorsunuz.. Kuran okurken iki yüz hatırlarım. Birincisi sesinin güzelliğini Kuranın üstüne örten riyakar, nefsi ve çıkarcı okuyuş ve okuyan tipi.. Diğeri ise Kuranın ruhunu, nefesini, bilincini, sesinin güzelliğine örten, setreden, mahçup, okurken gönlü titreyen, yüreği ağlayan okuyuş ve okuyan tipi.. Burada birinci tipi bulabilmeniz imkansız.. Daha neyin ne olduğunu bilmeyen o çocuk gözlere, Kuran öyle sinmişki, güzellik, saflık, masumiyet budur diyorsunuz. Tükenmemiş gülüşler, bitmemiş bakışlar, solmamış gözler, pörsümemiş yüzler görüyorsunuz.. Ve en önemlisi burada yetim olmanın ne olduğunu ve ne olmadığını yeniden anlıyorsunuz.. Kuran’dan yetim olanlarla, anne ve babadan yetim olanlar arasındaki farkı gönülden hissediyorsunuz. Dünya bir kez daha küçülüyor, tükeniyor ve kayboluyor..

Mekke’de gizli Kuran okuyan, Daru’l Erkam’da fısıldaşan insanlar, Ashab- Suffe’de ve Mescid-i Nebi’de açıktan Kuran okuyarak, adeta eski yurtlarına seslerini ulaştırıyorlardı. Hudeybiye’de teslim olarak teslim alan ve Hudeybiye’yi fetih haline dönüştürenler, Medine’yi Mekke’den Kuran ile fethetmişlerdi.. Dadaab şu an bir Hicret yurdu ve Dadaab’da binlerce çocuğun sadası Kuran olup semaya yükseliyor.. Ve bu sada onların yurtlarından hissediliyor ve duyuluyor.. Tıpkı gönüllerimizde ve ruhlarımızda duyulduğu gibi..

Bu yazı, Gezgin dergisinin 2012 yılının Ocak 59. sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir