Yazı ve Fotoğraflar : ÖMER KOÇ
Büyük şehirlerin stresi, kalabalık caddeleri ve trafik çilesi, buralardan daha sakin ve tenha yerlere kaçmak için yeter bir sebep. Sessiz sakin duruşuyla Arnavutköy de İstanbullular için ideal bir kaçış noktası olma özelliğine sahip.
Boğaziçi’ne kurulmuş renk renk ahşap evleri ile geleni geçeni selamlayan ve buram buram tarih kokan bir semt, Arnavutköy.
Arnavutköy, Beşiktaş ilçesine bağlı Kuruçeşme ve Bebek arasında kalan küçük bir sahil kasabası desek yeridir. Arnavutköy, Beşiktaş’ın Ortaköy’ün Kuruçeşme’nin Bebek’in kalabalık gürültülü ve keşmekeş trafiğine inat yazlık sayfiye bir mekan görünümde. Tarihi 1700 yıl öncesine kadar dayanmakta. Semtin ilk adı kaynaklarda Estie’dir (Hestai) Bizans döneminde Promotu 6.yy da ise Anaplus adını almış. Bir dönemde Mihalion olarak anılan kasaba sonrasında sahildeki büyük akıntıdan (Şeytan Akıntısı) esinlenilerek Mega Revma (Mega Reuma) ismi ile anılmış. Semtin kuruluşu Megara ve Argos’tan gelen Yunanlılar tarafından yapılmış, İstanbul’un fethi sonrasında Rumeli’den bu bölgeye getirilen Arnavut nüfusunun ve yeniçerilerin yerleşmesi semtin Arnavutköy olarak kalmasını sağlamış.
Yüzyıllardır bölge nüfusunun neredeyse tamamı gayrimüslimlerden oluşmakta iken II. Mahmut döneminde bölgeye yerleştirilen Müslüman halkın nüfusa oranı 1912 de %7 olarak görülmekte. Şuan bu oran %97 Müslüman %3 Gayrimüslimdir.
Arnavutköy’ün ilk sakinleri Rumlar, sormasında Museviler sonrasında Ermeniler, en son Müslümanlar buraya hayat vermiş ve beşeri hayatı devam ettirmiş. Müsait iklimi Etiler’den Ulus’tan aşağıya denize dökülen dereleri sayesinde her daim yeşil hep bol meyveli bir köy olarak tarihe kayıt düşülmüştür. Köy halkı geçimini yüzyıllarca önündeki denizden balıkçılık ve arkasındaki verimli tepelerde bostancılık yaparak sağlamış. İstanbul’un arka bahçesi sebze meyve deposu Arnavutköy ürünleri ve balıkları Pazar Kayığı adı verilen kayıklarla istanbul pazarlarında satışa çıkarılırmış. Bu ürünlerin en önemlisi şüphesiz Osmanlı çileği, bu çileği Arnavutköy’de ilk kez İpsilanti ailesi üretmiş mayıs haziran aylarında yamaçlara ekilen bu çileğin kokusunun dillere destan olduğu söylenir. Şuan da bostanların yerini beton binaların işgal ettiğini üzülerek yazıyorum. Zaman herşeyi çok çabuk değiştiriyor, yitip giden eski tarlalar eski evler yalılar gibi o ara sokaklar ya da sahildeki Rumların işlettiği meyhaneler ve tavernalar da bugün yerini lüks balık restoranlarına bırakmış. Günümüz de kıyı da sadece olta balıkçılığı devam etmekte akıntı burnu aynı şiddetiyle akmakta.
Semtin mimarisi genel olarak yaşayan etnik kökene göre şekil almış, estetik açıdan çok zengin bir görünüme sahip ahşap evlerin yanı sıra el işi taş oymacılığının usta eserleri olan taş binalarda semtte görülmekte. Semtte dini inançların mekanları da dikkat çekmekte, Rumlardan kalan iki kilise var. Bunlardan ilki Taksiarhis Kilisesi, bu yapı 1894 yılındaki depremde zarar görmüş ve yerine bugünkü kilise yapılmış. Bahçesinde bir ayazma var. Ayia Pareskevi Ayazması. Semtin bir diğer kilisesi ise Profiti İlias kilisesi (Ilyas Peygamber). Kilisenin hemen ilerisindeki bir tepe de Arnavutköy Rum Mezarlığı var. Musevilere ait olan Sinegog bugün yıkık bir halde bölge 1.derece sit alanı olduğu için gerekli bakımların tadilatların yapılması bürokrasiye takılmakta. Semtteki tarihi yapılardan biri de 1832 yılında yaptırılmış olan Tevfikiye Camisidir, cami II.Mahmut tarafından 1832 yılında yaptırılmış. Caminin hemen arkasında ise 1791 yılında inşa edilen Izzet Mehmet Paşa Çeşmesi bulunuyor. Semtteki diğer tarihi yapılar ise Ayia Kiryaki, Ayia Paraskevi, Ayios Onufrios, Ayia Marina, Ayia Fotini, Ayios İoannis, Ayia Triada, Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni ayazmalarıdır. Helenik tarzda yapılan Karakol binasını maalesef gezmek mümkün değil.
Evliya Çelebi Arnavutköy’den bahsederken “Ekmeğinin ve peksimetinin beyaz, Yahudiler’inin sahib-i zevk ve ehl-i saz, Rum Hıristiyanlar’ının kavmi-i laz, cemaati Müslim’in gayet az” olduğunu yazar. Bugün bu durum tam tersine, her halde bugün burayı gezen bir seyyah tekrar kaleme alsa ekmeğin fırınlarda, zevk ve sazın hatıralarda, eskiden yaşayan insanların ise sadece fotoğraflarda kaldığını yazar. 1821-1829 yılları arasında meydana gelen Mora ayaklanması ve Yunanistan’ın bağımsızlığının ardından burada yaşayan Rum halkının mal varlıklarına el konulması ile başlayan sancılı süreç günümüze kadar kanayan yara olarak gelmiştir. Burada yaşayan Rumların dışlanması yerlerine Musevilerin getirilmesi 1.dünya savaşı yıllarında varlıklı Ermenilerin burayı mesken tutması, İstiklal harbi sonrası Lozan anlaşması ve mübadele yılları, sonrasında 1942 yılında çıkarılan varlık vergisi, 1955 yılı 6/7 Eylül olayları, 70 li yıllarda yaşanan Kıbrıs sorunu ve zorunlu göçler gibi bir çok siyasi etmen ve ekonomik krizler burdaki nüfus yapısının sürekli değişmesine neden olmuş. Nüfusu ve mimariyi etkileyen bir diğer faktör ise yangınlar olmuş, belki de İstanbul’un yangınlardan en çok muzdarip semtidir Arnavutköy.
1798, 1887 ve 1908 yıllarında çıkan büyük yangınlar da toplam 1000 e yakın ev tamamen yanmış, kıyı boyunda bulunan evlerin tamamı baştan yapılmış. 1887 yılındaki büyük yangında yanan yahudi mahallesinin sakinleri Balat’a yerleşmiş yerlerine ise müslüman nüfus gelmiş. Günümüzde nüfus yaklaşık 5000 kişidir. Arnavutköy’de şu anda 80 Rum, 40-45 Ermeni, 25-30 da Musevi vatandaş yaşıyor.
Ben gezime sahil tarafından başladım, Kuruçeşme yönüne doğru uzanan ahşap binaları hayranlıkla izledim, 1980’li yıllarda bugünkü sahil yolunun kazıklar dikilerek inşa edilmesi sonucunda kıyıda denize paralel uzanan bütün evler yolun ardında kalmış, bir zamanlar önlerinde kayıklar bağlanan, plajında denize girilen sahil, koy olma özelliğiyle de çok geçmeden gözde bir yat limanı halini almış. Bugün burada çok sayıda gezi teknesi ve yat bağlı, parçalı bulutlu gök mavi deniz taze bahar ve pırıl pırıl bir güneş insanın içinde gezme görme duygularını kamçılıyor. Yolla binalar arasında hala deniz mevcut ama eski tadı olmadığını belirtiyor oturanlar. Balkonlarında otururken önce yolu arabaları sonra denizi görmeleri bunda en büyük etkendir tabiî ki.
İlk iskele Karakol binasının alt tarafındaki eski çöplük yerindeymiş. 1890 yılında genel bir tamir görmüş. Sonraki yıllarda bayan yolcular için bir kenarda kafesli özel bir bölme ayrıldığı biliniyor. 1980 yılı sonrasında sahil yolunda kıyı boyunca uzanan yalıların önünden geçirilişi sırasında iskele binası geride kalınca yıktırılmış yerine kazıklı yolun önüne bugünkü kullanılan yeni iskele binası inşa edilmiş, 1988 yılında hizmete açılmış.
Sahil kalabalık, vapur iskelesinin önü sürekli bir hareketlilik içinde ama öyle her 15 dakikada bir vapur seferi yok, zaten bu iskelede Şirket-i Hayriye zamanından kalma da değil.
Yeni yol yapımında beton bina üzerine ahşap giydirme suretiyle 1988 de inşa edilmiş, pembe panjurları da olsa fena olmaz hani, çünkü boğazdaki bu yapılar insanın içini ısıtıyor. 1910’lu yıllarda Arnavutköyün günlük yolcu sayısı 1500 kişiymiş. Nüfusa ve kent dağılımına göre hiç azımsanmayacak bir rakam. Ama şuan bu iskele sadece belli vapurların uğrak noktası, yerel halkda bundan muzdarip. Çünkü buraya ulaşım yolu 3 yerden mevcut, Beşiktaş Ortaköy trafiği, üst taraftan Etiler, Ulus trafiği, diğer taraftan Bebek trafiği buraya ulaşımı zorlaştırıyor. Oysa şehir hatları vapurlarının yoğun olarak çalışması yönünde semt sakinleri çok uğraş veriyor ve sadece bu konu değil onların direnişleri. Arnavutköy sakinleri arasında çok sayıda aydın, gazeteci, eğitimci, sanatçı bir kitle mevcut haksızlıklara karşı zorbalıklara karşı her zaman bir direnişin fitili ateşlenebilir. Semt sakinleri kurdukları platformlarla sosyal, görsel, yazılı medya aracılığıyla sorunlarını isteklerini her zaman canlı tutuyor. 3.köprü projesinin üstlerinden geçmesine karşı verdikleri çaba, komşuları Türkan Saylan’ı sımsıkı sahiplenmeleri bunlardan sadece bir kaçı.
Lüks balık restoranlarını teğet geçip kendimi ara sokaklara atıyorum. Burda atmosfer değişiyor, dar sokaklar, eski ya da tadilat görmüş cumbalı evler, önlerinde çeşit çeşit dizilmiş saksı çiçekleri camlarında hep biri gelecekmiş gibi bir yudum çayıyla bekleyen neneler beni başka bir dünyaya götürüyor. Nerdeyse her kapının önünde her pencerede bir kedi var. Daha önce defalarca gelmeme rağmen bu semtin büyüsü beni her zaman içine almıştır.
Sahil, bisiklete binen, koşan, yürüyen, çocuklarını gezdiren insanlar için hoş bir mekan.
Elimde kamera gezerken tam şu köşeden Yorgo amca çıkacak, Beatris teyze elinde filelerle pazardan dönecek, Fatma abla dışarıda oynayan çocuklara sürahiyle su getirecek beklentisindeyim. İşte tam bunları düşünürken paslı bir cumba arkasından bakan Zeliha Arlı hanımefendiyle karşılaştık. Kendisi 72 yaşında 40 yıl önce gelmiş bu semte o kadar sevmiş ki burayı eşinin ekmek teknesi taksiyi satarak kiracı olarak kaldığı bu 2 katlı küçük mü küçük ahşap evi satın almışlar, eşiyle beraber yaşıyor, ayaküstü semtin eski halinden komşularından güzel mekanlardan konuşuyoruz. Kendiside eskiden fotoğraf çektiği için beni hiç yadırgamıyor. Hatta geçmişle şimdiki farkı ortaya koymak için gençliğinde çekindiği fotoğraf ile bana poz veriyor. Buralar önceden sağlamdı insanlar evlerine bakardı onarırdı diyor, ne zaman ki göçler başladı buraların tadı tuzu kalmadı diye ekliyor.
Evinin karşısında harabe haldeki Sinegokun fotoğraflarını İsrail yetkilileri Zeliha hanımdan almış tekrar eski haline göre restore edecekler diyor. O konuştukça gözlerinde tarih canlanıyor sisler iniyor göz bebeklerine, dile kolay kimler geldi kimler geçti diyor buradan her gidenin bir anısı hikayesi özlemi kalmış içinde, dostlarını şuan fotoğraflara bakarak yad ediyor. Şimdiki komşularının çoğu 90 yıllardan sonra evleri satın alanlar yada kiracılar. Oda zaten çoğunu tanımıyor sabah gider akşam gelirler diyor. Gözleri uzaklara dalıyor, Viyanoş şu evde Viktorya bu köşede Elena burada oturuyordu diyor, kendisinin ve semtin hüzünlü hikayesini ses kaydedicisine hapsedip başka bir tarih kokan sokağa giriyoruz. Yollar dik, bazı yollar Arnavut kaldırımı yürümek biraz meşakkatli, bu parke taşlarına Arnavut kaldırımı denmesinin nedenini bu işi Arnavut ustaların yapmasından dolayı olduğunu öğreniyorum, elbet bir bağlantısı olmalıydı. Yokuşların kolay olması için merdivenler yapılmış, bu merdivenlerden biri on evler adında bir sokağa çıkıyor karşılıklı 5 er evden oluşan bu evlerden 9 tanesi tadilat görmüş 1 tanesi sırasını bekliyor. Bende Zeliha hanım gibi bu sokaktaki yaşanmış dolu dolu günleri düşünüyorum bir köşede soluklanırken.
Rumların Paskalya Bayramında Paskalya çörekleri ile renk renk boyanmış haşlanmış yumurta dağıtımı, Türklerin bu nazik ikrama börek ve baklava ile karşılık vermesi mahalle kültürü ve yardımlaşmanın en güzel örnekleridir.
Yükseklere çıkıldıkça manzara daha da güzelleşiyor kırmızı atılar yeşil dallar yapraklar köşkler derken Boğaziçi bütün güzelliğiyle ayaklarımızın altında kalıyor. Uzunca bir süre öylece kalakalıyorum. Gelen geçen gemilere bakıyorum sessizce arkalarında bıraktıkları köpükler bile bu tepeden güzel görünüyor. Balıkçılar belli belirsiz oltalarını sallıyor ya nasip, deniz ne verirse diye. Geldiğim noktaya geri dönmek için yokuşları birer birer birer döne döne iniyorum her köşe başı gene kedilerle dolu ve görmek istemediğim metal yığını arabalar güzelim tarihi binaların önlerinde park halinde. Biz fotoğrafçılar için en kötü manzara sanırım çok güzel bir yerde park etmiş araba. Maalesef Arnavutköy’de bu manzaradan kaçış yok. Geziye başlarken tanıştığımız Fıstık Kebap’ın sahibi Adnan Oğuz’un yanına uğruyorum sıcak ve demli bir çay yorgunluğumu bitiriyor. Onunla da yaptığımız konuşma dönüp dolanıp aynı yerde kilitleniyor, semt çok güzel boğaza nazır ama her şeyi değerli kılan içindeki insandır diyor. Buralardan göçmek zorunda kalan ve yıllar sonra doğdukları büyüdükleri evi sokağı aramaya gelen insanların hallerini gördükçe içinin burkulduğunu anlatıyor. Burada yaşayan herkesin bir hikayesi var. Önlerinde deniz arkalarında özlem var. Bende vedalaşıyorum Arnavutköy’le tekrar gelmek ümidiyle.
Arnavutköy – Bu yazı 2015 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 101. sayısından alınmıştır.