Yazı ve Fotoğraflar: Dr. Gürkan Öztürk
“Arkadaşlık pekey demekle kaimdir” demiş bir büyüğümüz. Birkaç gün önce satın aldığım Nairobi biletininin elektronik kopyasını “Kenya bir iki…” başlığıyla kendisine gönderdiğim arkadaşım ve meslektaşım Serdar’ın telefondaki “Dostum, benim bilet de tamam; yalnız sorması ayıp da biz ne yapacağız Kenya’da?” sorusu bana bu özlü sözü hatırlattı. Eşine az rastlanır bu samimiyet sergisi ardından aynı teklifi yaptığım Temel de ekibe katıldı. Böylece iki fizyolog ve bir nörologdan oluşan tur grubumuz son şeklini aldı. Şimdi bana düşen gerçekten Kenya’da ne yapacağımız sorusuna cevap bulmaktı.
Çocukluğumdan beri içimde olan yabani hayat sevgisinin fotoğraf tutkusuyla birleşmesiyle her fırsatta kendimi kah tropikal bir ormanda, kah okyanusta balinaların peşinde bulmuştum. Ama hepsinden daha özel olan, vahşi yaşamın anayurdu olarak gördüğüm Afrika’ya bir türlü yolum düşmemişti. Zaten Serdar ve Temel de değişik zamanlarda içimdeki bu uhteyi dile getirdiğimde “gidersen haberim olsun, ben de gelmek isterim” gibi birşeyler söyledikleri için maceraya ortak oluvermişlerdi.Afrika’da bir fotosafariye karar verdiğinizde önünüzde seçenek olarak pek çok ülke sıralanıyor. Kenya, bunların arasında doğa turizmi kültürünün en yerleşik olanı ve politik ve güvenlik olarak diğerlerinden daha istikrarlı görüneni. Yaban hayatı ve doğal güzelliklerdeki zenginliği ise tartışılmaz: Great Ridge Vadisi, Masai Mara, Nakuru ve efsanevi dağ Kilimanjaro’nun eteklerindeki Amboseli bunlardan sadece birkaçı. Daha önceki tecrübelerimin oluşturduğu bir alışkanlıkla bu tür seyahatleri Türkiye’den bir şirketin turu ile yapmak yerine bir parça risk alıp internet üzerinden bağlantılar kurarak hedef coğrafyadaki bir firma ile angajmanlara girmeyi tercih ederim. Bunun en önemli avantajı maliyetin neredeyse üçte birine düşmesi iken, yerel tecrübeden daha fazla faydalanabilmek de bu yolla daha mümkün oluyor. Ancak bu tercihin hüsranla sonuçlanmaması için olmazsa olmaz kurallar var.
Öncelikle seçeceğiniz şirket güvenilir olacak. Bunun için birkaç saatinizi internette geçirip aday şirketlerle ilgili bilgi toplamanız ve her türlü müşteri yorumunu üşenmeden okumanız gerekiyor. İkincisi size uygun programlarının olup olmadığı; daha iyisi sizin takviminize uygun, size özel bir program oluşturup oluşturamayacakları. Üçüncü husus riski ve ekstra maliyeti azaltıcı bir tedbir olarak mümkünse hiç ön ödeme yapmamayı kabul ettirmeniz ya da minimum bir meblağ ile işi bağlamanız. Bu son aşamaya genellikle tur programının ayrıntıları ile ilgili bir düzine yazışma sonucunda karşılıklı güven oluşmasıyla daha kolay varılabiliyor. Ön ödeme için karşı tarafa vereceğiniz kredi kartı bilgilerinizin güvenliği bir tarafa, üçüncü dünya ülkeleriyle olan muamelelerinizde çoğu zaman kartla yapılan işlemlerde fazladan komisyon ödemeniz gerekebiliyor. Daha kötüsü karşınızdaki firmanın sadece nakit kabul etmesi. Bu durumda para transferi için yüklü bir masrafa hazır olmanın yanısıra, sıradışı böyle bir ülkeyle iş yapan bir banka bulmak başlı başına bir ızdırap halini alabiliyor.
Tüm bu aşamaları bir kez daha yaşayarak Nairobi merkezli, Kenya’nın yanısıra Ruanda, Uganda ve Tanzanya’da da turlar düzenleyen Trevaron Tours ile toplam 3 gece / 4 günlük bize özel bir program üzerinde anlaştık. Buna göre şirket bizi sadece bize tahsisli bir araç ve İngilizce konuşan bir rehberle Nairobi Jomo Kenyatta havaalanında karşılayacak ve yaklaşık altı saatlik bir yolculukla doğrudan Masai Mara Ulusal Koruma Alanı’na götürecekti. Kenya’nın güney batısında bulunan bu mevkide iki gece kaldıktan sonra Nairobi üzerinden güney doğudaki Amboseli’ye geçecek ve orada da bir gece kalacaktık. Tur, Nairobi’ye dönüşle havaalanında son bulacaktı. Programın gündüzleri “game drive” olarak adlandırılan, araçla yabani hayvanların arandığı, izlendiği ve en önemlisi görüntülendiği safari turlarıyla dolu olacaktı. Ulaşım, koruma alanı giriş ücretleri, tam pansiyon barınma ve yemek ve daha başka ekstraları olan paketin fiyatını kişi başına 800 USD olarak bağlamıştım. Nairobi’ye THY’nin tarifeli seferiyle uçtuk.
Son yıllarda Afrika’nın çeşitli ülkelerine başlatılan uçuşların ne kadar isabetli atılımlar olduğunu ağzına kadar dolu uçaktan ve ekseriyeti Avrupa’dan aktarma ile gelen yabancı yolcu çoğunluğundan anlayabiliyordunuz. Altı saatten fazla süren yolculuğun ardından havaalanına indiğimizde saat sabah ikiyi geçiyordu. Pasaport memurlarının uyanması ve gümrükten çıkmamız yaklaşık bir saatimizi daha aldı. Dışarıda bizi rehberimiz Charles ve minibüsümüz bekliyordu. Karanlıkta başlayan Masai Mara yolculuğumuzda bize Afrika’da olduğumuzu hatırlatan ilk mesajı gün ışımaya başladığında sabahın sisi arasında seçilmeye başlayan zebra desenleri verdi. Biraz sonra bunlara impalalar ve Thomson gazelleri katıldı. Yolculuğun bundan sonraki kısmı akasya ağaçlarıyla bezeli düzlüklerde, binlerce otçul yaban hayvanının arasında geçti; zaman zaman küçük yerleşim yerlerinden geçtik, sabah erken saatte okul yoluna düşen çocukların telaşına şahit olduk.
Öğleden önce iki gece kalacağımız Olmoran çadır kampına ulaştık. Kamp Masai Mara Ulusal Koruma Bölgesi girişinin hemen yakınında, aynı zamanda bir Masai köyünün bitişiğinde kurulmuştu. Burası etrafı elektrikli tellerle çevrilerek yabani hayvanlara karşı yalıtılmış bir alanda yüksek tavanlı ve içinde banyosu olan on kadar büyük çadır ve idari ve restoran bölümünü barındıran bir kompleks olarak düzenlenmişti. Barınma ortamı çok lüks olmamakla birlikte oldukça temiz ve rahattı.
Bastıran yağmurla birlikte öğleden sonra koruma alanına girerek ilk safarimize çıktık. Aracımız üstü açılıp kapanır şekilde modifiye edilmiş bir minibüstü; açıldığında tavan yaklaşık elli santimetre kadar yukarıya yükseliyor ve oluşan aralık ayağa kalktığımızda tam kafa hizasından kesintisiz bir görüş alanı sağlıyordu. Araçta aynı zamanda rehberliğimizi de yapan Charles dışında sadece üç kişi olmamız itişip kakışmadan manzarının keyfini çıkarmamıza ve bol fotoğraf çekmemize imkan sağladı. Yanımda getirdiğim birinde tele, diğerinde geniş açı lens takılı iki dijital makinayı ve diğer donanımı koltukların üzerine yayabilme lüksü de cabası. Başkent Nairobi deniz seviyesinden 1700 metre yükseklikte bulunuyor. İsmini burada yaşayan Masai yerlileri ve Mara nehrinden alan Masai Mara ise 1500 metre civarında bir rakıma sahip. Aslında burası bizim alıştığımız tanımıyla tam bir yaylaydı. Aylardan marttı, yağışlı mevsim daha birkaç hafta önce başlamıştı ve ekvatora yalnızca bir enlem uzaklıktaki bu bölge üşütecek kadar serindi. Yer yer küçük tepelerle çevrelenmiş göz alabildiğine yayılan geniş düzlükler bel hizasına gelen otlaklarla döşenmişti. Tek tük etrafa serpiştirilmiş ya da bir arada kümelenerek küçük ormanlar oluşturan akasya ağaçları o estetik görünümleriyle zihnimizde bir kopyası bulunan yabani Afrika manzarasını çok güzel tamamlıyordu.
Mamafih, bu yeşil ve hayat dolu görünümün bir bedeli olduğunu bir süre sonra anlayacaktık. Kafanızı nereye çevirseniz besili ve sağlıklı görünümlü çeşit çeşit otçul ve rengarenk kuşlar görüyorduk ancak uzun otlar arasında saklanmış etçilleri bulmak o kadar kolay değildi. Afrika’ya giden her safaricinin mutlaka görmesi gereken beş önemli hayvan “beş büyükler” olarak gruplandırılmış. Bunlar fil, bizon, gergedan, leopar ve aslan. Küçük otçulların ardından beş büyüklerden ilkiyle karşılaştık; 20-30 bireyden oluşan bir fil sürüsü yağmur altında, bir su birikintisinin etrafında toplanmışlardı ve sanki çok eğleniyor gibiydiler. Biraz sonra zerafetli duruş ve yürüyüşleriyle zürafalar çıktı yolumuza. Beş büyüklerin gergedan üyesini görme vazifemizi, çok nadir rastlanan çift boynuzlu siyah gergedanın birden karşımıza çıkmasıyla yerine getirdik. O gün güneş batasıya kadar epeyce yol kat ettik, ancak etçillerin izine rastlayamadık.
Havanın kararmasıyla birlikte kampa geri döndük. Öğlen ilk kez tattığımız yemeklerin gerçekten de Türk ağız tadına çok uygun olduğuna akşam yemeğinde de şahit olduk. Ertesi gün sabah erkenden safari başladı. Bir kaç saat içinde çalılar arasında dinlenen 4-5 dişi ve iki yavrudan oluşan ilk aslan grubuna rastladık; ardından aracımızın önüne çıkacak kadar burun buruna geldiğimiz birkaç tanesiyle daha karşılaştık. Bir dişinin biraz ilerde otlayan impalaları çalılar arasından uzun süre takibini izledik, ancak bir kovalama sahnesine şahit olamadık. Öğlen yemeğinde bölgeye ismini veren Mara nehrinin kenarındaydık. Koruma alanının sıkı kuralları vardı. Araçlardan hiç bir şey dışarıya atılmayacak, özellikle hayvanlar hiç bir şekilde beslenmeyecekti. İkinci kural ise ziyaretçilerin araçlardan inmesini kesinlikle yasaklıyordu. Bu kuralın istisnası Mara kıyısında ayarlanmış bu piknikti ve bu, güvenliği sağlamak üzere burada görevlendirilmiş silahlı askerler sayesinde mümkün oluyordu. Yiyeceklerimizi çalmaya çalışan vervet maymunlarının sürekli tacizi altında karnımızı doyurduk. Çok ilginç bir gözlem maymunların ne yaparsak yapalım bizden korkmamaları ama rehberimiz
Charles’ın en küçük hareketinden ürkmeleriydi; muhtemelen hayvanlar kendilerine yeterince sert davranamayan beyaz turistlerle siyahi yerlileri birbirinden ayırt edebiliyorlardı. Bir asker refakatinde oldukça coşkun akan nehrin kıyısı boyunca bir kaç yüz metrelik bir yürüyüşle doğa belgesellerinin olmazsa olmaz konusu Afrika antiloplarının kurak mevsimde nehri geçerken timsahlara yem oluşlarının görüntülendiği bir geçiş bölgesini, yaklaşık yüz yaşında olduğu hesaplanan ünlü timsah Solomon’u ve diğer arkadaşlarını, nehir içinde ve kıyıda keyif yapan düzinelerce su aygırını görme ve görüntüleme imkanını bulduk. Bu küçük gezintide karşımıza çıkan en renkli karakter ise bir gökkuşağı keleri oldu ve bize uzun uzun poz verdi. Akşam üstü dönüş yolunun sürprizi bir çita ve yavrusu oldu. Rengarenk bir gökyüzünde batan güneşle birlikte koruma alanından ayrılırken beş büyüklerin hepsini tamamlama şansımızı kaybettiğimizin farkındaydık. Tüm gün her geçtiğimiz yerde izini aradığımız leoparı görememiştik; ertesi sabah Masai Mara’dan ayrılıyorduk ve bundan sonra gideceğimiz yerler leoparın yaşam alanı değildi.
Nairobi üzerinden Amboseli’ye ulaşmamız yaklaşık on saatimiz aldı. Aslında Tanzanya sınırları içinde bulunan ancak Kenya’nın güneydoğu düzlüklerinin sınırını oluşturan, 5895 m yüksekliğiyle Afrika’nın en yüksek dağı Kilimanjaro’yu tüm heybetiyle gördüğümüzde güneş batmak üzereydi. Bu dağın ismini ben dahil pek çok kişinin zihnine kaydeden muhtemelen Hemingway’in Kilimanjaro’nun Karları romanı olsa gerek. Ne kadar fotojenik olduğunu fotoğraflarından bildiğim bu dağı görmek için Amboseli’yi gezi programına dahil etmiştim. Hayalim arkadaki muhteşem Kilimanjaro manzarası önünde bir zürafayı, bir fili görüntüleyebilmekti. İlk arzum dağı gördüğümüz ilk dakikalarda gerçekleşti. Her ne kadar ışık çok ideal olmasa da bir zürafa tam da istediğim bir pozisyonda dağı arkasına alarak bize poz verdi. Gece kaldığımız yer bir öncekinden birkaç gömlek daha lüks olan Sentrim Amboseli çadır kampıydı.
Sabah gün doğumuyla buradaki safarimiz başladı. Hava bulutsuzdu; bu, kayıpsız bir Kilimanjaro görüntüsü demekti. Güneş biraz yükselip doğudan dağı aydınlatmaya başladığında karşımıza çıkan manzara çok şanslı olduğumuzu deklare ediyordu. Sabah güneşinin altın rengine boyadığı düzlüklerin Kilimanjaro’nun eteklerindeki ormanla buluştuğu noktada başlayan hareketlenme keyfimizi daha da arttırdı. Bir fil sürüsü buradan bize doğru harekete geçmişti. Arkada Kilimanjaro, önde filler, altın rengi otlaklar… Nefesimiz tutulu, parmağımız deklanjörün üstüne kilitli bir halde sürünün yanımıza kadar gelişini ve diğer yöne doğru uzaklaşmasını kendini kaptırmış bir ruh haleti içinde kesintisiz olarak görüntüledik. Yaklaşık bin metre civarındaki rakımıyla Amboseli, Masai Mara kadar canlı bir yeşilliğe sahip değildi. Belki bu sayede burada iki erkek ve bir kaç dişiden oluşan bir aslan grubunu kolayca bulabildik. Bazıları az önce yemeyi bitirdikleri bir bizonun karkasıyla oyalanırken, erkeklerden biri yediği etin yaptığı hararetle bir birikintiden uzun uzun su içiyordu.
Artanlardan karın doyurma peşindeki bir kaç çakal, bir iki sırtlan ve sırasını bekleyen akbabalar, belgesel kültürünün belleğimize çizdiği tabloyu bizim için dört dörtlük canlandırıyordu. Safarinin devamında beş büyüklerden olan Afrika bizonunu görebilmek de mümkün oldu. Dönüş yoluna koyulmazdan önce yapacağımız bir şey daha kalmıştı. Bir Masai köyünü ziyaret edip bu insanları yaşadıkları ortamda tanımak. Bunun bedeli kişi başı 25 dolardı. Evet, Masailer -haklı olarak- turistlerin ziyaretini bir ticarete dönüştürmüşlerdi. Bizi şefin oğlu karşıladı, gayet iyi anlaşılır bir İngilizce ile kendisini tanıttı ve bizim için hazırladıkları şeyleri anlattı. Derken tüm köy halkı yanımızda bir araya toplandı. Farklı kıyafetiyle diğerlerinden ayrılan köyün yaşlısı – siz buna isterseniz köyün büyücüsü deyin- kendince bizi kutsadı. Ardından sözlerini anlamasak da kulağa çok hoş gelen, köyün kadınlarının umulmadık ustalıkla çok sesli koro modunda söyledikleri şarkılar eşliğinde erkekler meşhur yükseğe sıçrama yarışmasını sergilediler. Moda tasarımcılarını kıskandıracak canlılık ve renklerdeki kıyafetleriyle Masailer’in bu hali bir bayram şenliğindeki kompozisyonu çağrıştırıyordu.
Köy bir halka üzerine dizilmiş kulübelerden oluşuyordu ve etrafı dikenli çalılarla çevrilmişti. Köyün ortasında ikinci bir çalı duvarıyla korunmaya alınmış alan, keçi ve sığırların yabani hayvanlardan uzak tutulabildiği bir ağıl olarak kullanılıyordu. Gösteriden sonra bize evlerinin içlerini gösterdiler. Bunlar yaklaşık 3-4 metre çapında küçük ve alçak, silindirik kulübelerdi. Saman, çamur ve tezek karışımıyla kulübeleri inşa etmenin kadınların görevi olduğunu öğrendik. Pencere olmadığı için içerisi zifiri karanlıktı ve tavan dik durulamayacak kadar alçaktı. İki odadan birinde anne ve çocuklar kalıyor ve yerdeki ateş burayı aynı zamanda bir mutfak yapıyordu. Diğer oda babanındı ve üst üste atılmış sığır postlarından oluşan bir yatakla, lüksü ve ayrıcalıklı statüyü temsil ediyordu. Ziyaretimiz köy pazarından yaptığımız incik – boncuk alış verişiyle sona erdi ve dönüş için Nairobi yoluna koyulduk. Tur şirketimizin bizim için Nairobi’de ayarladığı son bir etkinlik kalmıştı; Doğu Afrika’nın en ünlü lokantası Carnivor’da bir akşam yemeği. Deve kuşundan timsaha kadar çok farklı hayvan etlerinden oluşan menü oldukça ilginç ve bir o kadar da lezzetliydi. Dolu dolu geçen Kenya gezimiz bitmişti. Charles bizi havaalanına götürürken şehrin ortasında, refüjdeki ağaçlardan karnını doyuran zürafalar bize son bir şaşkınlık yaşattı. Evet, üçümüz de “iyi gezen” kişilerdik, çok yer görmüştük; ama Afrika gerçekten başkaydı…
Ne alınır?
Masai el sanat ürünleri, Kenya kahvesi ve tiryakilerin kaçırmaması gereken nefis Kenya çayı, egzotik tropikal meyveler.
Ne zaman gidilir?
Yağışların başladığı ocak-şubat aylarından itibaren her taraf yeşile bürünüyor, hayvanlar daha semiz ve sağlıklı bir görünüm alıyor. Nisan – mayıs ayları yağışların gezinizi aksatacak kadar yoğun olduğu zamanlar. Ardından sıcak ve kurak günler başlıyor. Ağustos ayı içinde otçul hayvanların toplu göçüne şahit olabiliyorsunuz. Etçil hayvanları en rahat görebileceğiniz zaman aralığı otların kuruduğu, büyük kedilerin saklanmasının güçleştiği yıl sonuna kadar sürecek olan kurak mevsim.
Bu yazı 2012 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 60. sayısından alınmıştır.