‘Bu hikâyedeki insanlar, tasavvufi anlamda olmasa da, gerçekten yaklaşık yarım asır öncesine kadar köy kasaba çalgı çalıp söyleyen kişilerdi. Çalgılı anlatım veya düğün dendiğinde onlar akla gelirdi.’
Kadirli, Osmaniye ilinin bir ilçesi. Tarihi çok eskilere dayanıyor ve bundan dolayıdır ki pek çok uygarlığın izini taşımakta. İbrahim Boysal Kadirlili bir yazar. Doğup büyüdüğü toprakların mayasındaki kültürel ve tarihi zenginlik ona da sirayet etmiş olacak ki yazdığı kitapların hepsi Kadirli’ye dair; Kadirli’yi ve onun sıra dışı karakterlerini anlatıyor. Dönük, Zurba ve Kadirli Hikâyeleri’nden sonra son kitabı Bir Kadirli Hikayesi: ‘Küçük Kara’nın Ölümü’nde de odak yine Kadirli ve onun insanları. Okuru, kıyıda köşede kalmış, görmezden gelinen insanların dünyasına misafir eden kitap, ayrıca bu insanların iç dünyalarına da kısa yolculuklar yaptırıyor. Abartısız, sahici, hoş görerek ve dahi göstererek…
Kitabın girişinde abdal iken aptala dönüşen bir kesime gönderme yapıyorsunuz. Haliyle okumaya niyetlenen kişinin aklına düşen ilk soru da bu dönüşümün ne şekilde olduğuna dair oluyor. Ancak ilerleyen sayfalarda kahramanların profiline şahit oldukça, ‘aşkla çalıp söyleyen abdallardan geriye kalan bu mu şimdi’ demekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu dönüşüm gerçekten bu kadar keskin mi yoksa abdal sözcüğüne gereğinden fazla mı mana yüklüyoruz?
Geçmiş hayatımızda, ‘aşkla çalıp söylemek’ derken, Pir Sultan Abdal’ın çalıp söylemesi ve Yunus Emre’nin ‘Deli gönül Abdal olmuş, gezer Elif deyu deyu’ gibi bilgilere dayalı bir temelden hareket edilmiştir. Hikâyedeki insanlar, tasavvufi anlamda olmasa da, gerçekten yaklaşık yarım asır öncesine kadar köy kasaba çalgı çalıp söyleyen kişilerdi. Çalgılı anlatım veya düğün dendiğinde onlar akla gelirdi. Zaman içerisinde, tasavvuf düşüncesi dumura uğrarken, çalgı ve müzik anlayışı da çeşitlenince, ‘Abdal’ kelimesinin anlattıkları da gündemden kalkmaya başlayınca, ‘Abdal’ ifadesinin ‘Aptal’ şeklinde söylenmeye başlandığına inanılıyor. Hemen belirteyim; buradaki ‘Aptal’ kelimesi; salak, şaşkın gibi anlamlarda değil, özel bir isim anlamındadır. Tarihteki gibi çalıp söyleyenler, Aşık Şeyh gibi isimlendirilse de, hiçbiri Abdal’ın tam karşılığı olmuyor. Geriye kalanın bu olduğunu sanıyorum.
Karakterleriniz, kıyıda köşede kalmış, umursanmayan, hor görülen insanlardan oluşuyor. Lakin hikâyenizde onların yaşamlarından aktardığınız çarpıcı kesitler ve bazı karakterlerin iç dünyasına yaptığınız yolculuklar sayesinde okura sahici bir sarsıntı yaşattığınızı söylemek abartı olmaz. Yazmadan önce bu insanları yakından tanıma adına yaptığınız şeyler oldu mu?
Hikâyedeki karakterler, bizim bu bölgede yani Çukurova’da anlatıldığı gibi halk içinde bu şekilde bir hayat sürdükleri için, onlara özel bir gözlem yapma gereği duymadım. Benim için, onların her göze çarpan yaşantılarına, biraz daha dikkatle bakmak yeterliydi.
Kitaptan sosyal mesajlar çıkarmak da mümkün. Mesela ‘sizin tenezzül etmediğiniz yiyecek ve eşyalar, başkaları için hayati önem taşıyabilir’; ‘kovaladığınız, hakir gördüğünüz, umursamadığınız, kötü sözlerle aşağıladığınız insanların da bir ailesi var; onların da çocukları, hayalleri, gözyaşları ve vicdanları var…’ Yazarken bu mesajları vermeyi önceden kurguluyor musunuz yoksa kendiliğinden mi ortaya çıkıyorlar?
Kitapta anlatılanlar, tamamen gerçek bir anlatım düşüncesinin gayretine dayalı olduğundan, sonuçta bir sosyal durum da sergilenmiş oluyor ama önceliğim, oldukça aslına uygun bir anlatım düşüncesidir. Yazmaya çalıştığım diğer kitaplarımda da hep böyle oldu. Çünkü insanların her yönüyle kendini bulduğu ve kendinden olan bir anlatımı, daha ilgiyle okuduğunu düşünüyorum.
İki Küçük Kara var kitapta. Biri insan diğeri köpek. Hikâyenin akışı ve bazı bölümlerdeki vurgulamalar açısından köpek ve ailesi oldukça isabetli bir tercih olmuş. Bazı sorgulamaların köpek üzerinden yapılması da hayli ilginç. Köpek, bu hikâyede bir metafor muydu? Ona yüklediğiniz anlamlar var mıydı?
Hikâyedeki iki ‘Küçükkara’, okuyucuyu meraklandırması için seçildi. Köpek ‘Küçükkara’, evet bir metafor olarak düşünüldü. Günümüzde köpek ve kedi gibi hayvanların, içinde oldukları zorluklara dikkat çekmek düşüncem vardı. Yani köpeği kullanmamda, hayvanseverlik duygularımın etkili olduğunu da sanıyorum.
Karakterleri şiveli konuşturmak hikâyedeki en zor işlerden biridir. Bu hikâyede yerinde ve dozunda kullanım sayesinde şiveli konuşmalar okura keyif veriyor. Bu tarzı benimsemenizdeki sebep/sebepler nedir? Önceki kitaplarınızda da var yanılmıyorsam böylesi bir konuşturma.
Yazdığım hikâye ve romanlarda bölgenin ‘Ağız’ diye ifade edilen dil şeklini kullanmayı önemsedim. Daha önce belirttiğim gibi bu, hem insanlara sıcak gelmesi, hem de en azından bölgenin geçmiş dil kültürünün unutulmaması çabasından kaynaklı.
“Küçük Kara’nın Ölümü”nden öncesi ve sonrası için neler diyeceksiniz?
Ben matematik öğretmeniydim. Emekli olduktan sonra, topluma faydalı olmaya devam etmeyi, şu anda başkanlığını yaptığım, Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı bünyesinde, böyle bir çalışmayla sürdürebileceğimi düşündüm. İlk kitap denemem, ‘Dönük’ isimli romanım oldu. Romanda Kadirli’nin Kurtuluşu anlatılıyor. Bu kitabın beğenilmesi üzerine, ‘Zurba’ isimli ikinci romanı yazdım. Buna da Kadirli’nin eşkıya romanı diyebiliriz. İstek üzere ‘Kadirli Hikâyeleri’ ile yazmaya devam ettim. Son olarak da, kendi özel isteğimle ‘Küçük Kara’nın Ölümü’ olarak ortaya çıktı.
Kitaplarımda bir yazarlık iddiası ve düşüncesi taşımadım ama kendi çevre kültürümüzü, gelecek nesillere gücüm oranında aktarma gayretim olmuştur. İnşallah amaca ulaşır.