Bir Çocukluk Rüyası :
Yazı ve Fotoğraflar: Gizem Altın Nance
İlk önce arabalar gitti. Onu eşyalar izledi. Sonra ev satıldı. Patronların inanamayan bakışları altında istifalar verildi.
Bir ay içerisinde, yıllardır biriktirdiğimiz yüzlerce eşya, mal-mülk satılıp gitti. İlk gidenlerin ardından birkaç damla gözyaşı döktüm, “Deli miyim, ne yapıyorum ben?” dedim. Sonra, sahip olduğum “şey”ler azaldıkça, hafiflediğimi, özgürleştiğimi farkettim. Yola çıkmamıza yakın kendimi ağırlık torbalarını atmış, hafiflemiş bir balon gibi hissediyordum; alabildiğince özgürdüm ve önümde keşfedilmeyi bekleyen koskocaman, masmavi bir gökyüzü vardı. Manevi değeri olan birkaç parça eşya depoya kondu, dostlara, ailelere veda edildi, “Rahat battı galiba”lara “Yol yakınken vazgeçin”lere göğüs gerildi. Mart ayında iki bisiklet ve adam başı dörder bisiklet çantasına sığacak kadar eşyayla dünyayı bisikletle gezmek üzere eşim Bryan’la birlikte yola çıktık.
Toplam 1,5 yıl sürecek turumuzun ilk durağı Hollanda idi. Bu seçimin nedeni, değirmenleri görmek için dayanılmaz bir istek duymamızdan değil, Hollanda’nın dünyanın en düz ülkesi olmasından kaynaklanıyordu. Hiç bisiklet turu tecrübemiz olmadığından, bisikletler de 1,5 sene boyunca kullanacağımız eşyaları taşıdıkları için gülle gibi ağır çektiklerinden, rehber kitaplarda okuduğumuz “yufka gibi dümdüz” tarifini okur okumaz kararımızı hemen vermiştik, “İlk hedefimiz Hollanda, ileri!”
BİSİKLET CENNETİ HOLLANDA
Hollanda, “Mart değirmenden baktırır, kazma kürek yaktırır” lafını benimsemişti anlaşılan, havaalanından çıktığımızda bizi bekleyen tipi bunu gösteriyordu. Neyse ki havalanının kapısından başlayıp şehir merkezine kadar giden bisikletlere ayrılmış özel yol, tipiyi görünce dibe vuran moralimizi hemen düzeltti. Yolda avazımız çıktığı kadar şarkılar söyleyerek, birbirimize “Bunu yaptığımıza inanabiliyor musun? Sonunda başladık!” deyip durarak şehir merkezine doğru pedal çevirdik.
Amsterdam’a bisiklete binen iki kardanadam olarak vardığımızda bir anda kendimizi yüzlerce, binlerce bisikletin arasında bulduk! Tüm Amsterdam bu iki tekerlekli ve güvenilir taşıma aracına atlamış, işine, evine gidiyor, alışverişini yapıyor, hatta çoluk çocuklarını okula götürüyorlardı. Bisikletleri de bu amaçlara uygun olarak değiştirmiş, eşya, insan taşıyacak hale getirmişlerdi. Şık giyimli bayanlar, takım elbiseli beyler, doksan yaşında nineler, beş-altı yaşındaki veletler, elele tutuşarak bisiklete binen aşıklardan oluşan rengarenk ve kozmopolit bir gruptu bu. Dayanamayıp aralarından birkaç kişiye neden bu kadar çok insanın bisiklete bindiğini sordum. Yüzüme “Ne biçim soru bu şimdi?” diye baktılarsa da sabırla açıkladılar: “Amsterdam tarihi bir şehir, o yüzden de sokaklar çok dar. Bu kadar insan arabaya binse sokaklar yürünmez hale gelir. Hava kirliliğinden nefes alınmaz, üstelik park yeri bulmak da kabus olur.” Trafik ışığında beklerken annesiyle sohbet ettiğim küçük kız çocuğu ise “Küresel ısınmadan haberin yok mu senin?” diye payladı beni işaret parmağını sallayarak. “Öğretmenim diyor ki biz arabadan inmezsek kalem kutumun üstündeki Harry’nin soyu tükenecekmiş.” Okul çantasından çıkardığı kalem kutusunu gösterdi dikkatle. Yüzüne tükenmez kalemle bıyık, ayaklarına da ayakkabılar çizilmiş olmasına rağmen Harry’nin bir penguen olduğu anlaşılıyordu.
Otelimize yerleşir yerleşmez şehirdeki 700,000 bisikletin arasına karıştık. Herkesin bindiği paslı, gacır gucur sesler çıkartan bisikletler arasında bizimkiler sütün içine düşmüş zeytin gibi dikkat çekiyordu! Meğer Amsterdam’da her yıl 150,000 bisiklet çalınırmış, o yüzden kimse para verip de iyi bir bisiklet almaya tenezzül etmezmiş. Adamlar biliyor, Amsterdam’da bisiklet tıpkı hayat gibi; bugün var yarın yok! Hatta bisikleti çalınan birinin gidip baska birisininkini yürütmesi de gayet doğal karşılanırmış. “Bir nevi bisiklet geri dönüşüm programı diye düşün” dedi, kaldığımız otelin barmeni kafamın karıştığını görünce. “Ben onunkini çalıyorum, birkaç ay sonra muhtemelen o da benimkini çalacak! Alan razı, veren razı”.
Kanallarıyla, bisiklet yollarıyla, Anne Frank’ın müzeye dönüştürülmüş eviyle, muhteşem Van Gogh müzesi ve ünlü Kırmızı Fener Sokağı’yla Amsterdam iyiydi hoştu ama, varışımızdan birkaç gün sonra ayaklarımızın altı kaşınmaya başladı. Macera bizi bekliyordu, hava da biraz açınca bisikletlere atlayıp güneye doğru yola çıktık. Ülkenin her bir köşesine giden 6.000 kilometrelik bisiklet yolları kaymak gibi düz ve son derece bakımlıydı. Belçika’ya doğru pedal sallarken birbirinden şirin ufak tefek kasabaların yanısıra, devasa süt ineklerinin otladığı yemyeşil meralardan geçtik. Hava yağmur, toprak ve tezek kokuyordu. Mevsim ilkbahar olduğundan tüm hayvanlar yavrulamıştı. Sık sık mola verip, annelerinin yanından ayrılmayan utangaç tayları, yünlerini kirletmeye fırsat bulamamış bembeyaz kuzucukları, yüzen yün toplarına benzeyen ördekleri seyretmek en büyük zevklerimizden biriydi.
DÜNYA KARDEŞLİĞİ
Yola çıkmadan önce Servas adında bir organizasyona üye olmuştuk. Servas, dünya barışını yaymak, halkların kaynaşmasını sağlamak amacıyla kurulmuş bir organizasyondu. Dünyanın dört bir yanındaki gönüllüler, dünyanın diğer dört bir yanından gelmiş gezginleri evlerinde misafir ediyor, onlara kalacak yer verip, bu yetmezmiş gibi bir de yedirip içiriyorlardı. Bunun karşılığında arkadaşlıktan, gezi hikayelerinin karşılıklı paylaşılmasından, sohbetten başka hiçbir beklentileri yoktu. Belçika’nın Brugge şehrine vardığımızda elimizdeki Servas kitapçığından seçtiğimiz bir aileyi aradık. Servas üyesi Luk ve Leive bizi kapıda açık kollar ve kocaman gülümsemelerle karşıladılar. Evin ikinci katındaki bahçe manzaralı odamızı gösterdikten sonra hazır olduğumuzda bizi alt katta yemeğe beklediklerini söyleyip aşağı indiler. Bryan’la birbirimize inanamayarak baktık. Daha yeni tanıştığımız Belçika’lı bir ailenin evindeydik! Bir saat sonra çekine çekine alt kata indik. Bunun bizim ilk Servas tecrübemiz olduğunu anlayan Luk ve Leive bizi rahatlatmak için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Birkaç saat sonra, sanki birbirimizi yıllardır tanıyor gibiydik. Luk ve Leive ertesi sabah erkenden işe gideceklerini, bizim rahatımıza bakmamızı söyleyip elimize evin anahtarlarını tutuşturdular! Daha birkaç saat önce tanışmış olmamıza rağmen bize duydukları bu güven bu yağmurlu Mart gününde içimizi ısıttı.
Brugge’ın hemen dışındaki bu şirin evde üç harika gün geçirdik. Gündüzleri onlar işe gittiklerinde biz de bu harika şehri geziyor, akşam hep beraber yemek yiyip sohbet ediyorduk. Onlar da bizim gibi bisikletçiydi, gönüllü olarak arabasız yaşadıklarından her yere bisikletle gidip geliyorlardı. Evlerinde televizyon, mikrodalga fırın, bulaşık makinası, bilgisayar, cep telefonları yoktu. Paraları olmadığından değildi bu durum, bilinçli olarak doğaya daha yakın, çevreye zarar vermeyecek bir yaşam tarzı seçmişlerdi. Bu evde akşamları beraber yemek pişirilip mum ışığında yendikten sonra ailecek sohbet ediliyor ve kitap okunuyordu.
Luk ve Leive yanımıza öğle yemeği için sandviçler vererek bizi Brüksel’e uğurladılar. O zamana kadar kadar yollar hala Hollanda’daki gibi dümdüzdü, o kadar ki şımarıp “Yahu, biraz da engebe olsa” demeye başlamıştık. Brüksel yakınlarına geldiğimizde hemen lafımızı geri aldık ama artık çok geçti! Dişimizi tırnağımıza takarak aştığımız tepelerin zirvesine çıkar çıkmaz bu sefer bizi dimdik bir iniş karşılıyordu. Bana kalırsa inişler çıkışlardan daha zorluydu, çünkü yüklü ve ağır olan bisikletimin fren sıkar sıkmaz durmak gibi bir adeti olmadığı ortaya çıkmıştı. Parmaklarım frenlere asılmaktan kasılıp, pençeye dönüştüler. Üstelik yolun bu kısmında bisiklet yolu da yoktu, yanımızdan vızır vızır arabalar geçiyordu. Ben kendi kendime soğuk terler dökerken Bryan her yokuşun tepesine vardığımızda aşağı bakıp seviçle “Heyoooo” diye bağırıyor, sonra kendini karpuz gibi yokuştan aşağı bırakıyordu! Ona mı endişeleneyim yoksa kendi derdime mi düşeyim şaşırmıştım.
Zaman içinde farkettim ki arabalar bisikletlere son derece saygılılardı. Arada büyük bir mesafe bırakarak solluyorlar, eğer bu mesafeyi koruyamayacaklarsa, güvenli bir şekilde geçebilecekleri bir fırsat oluncaya kadar bekliyorlardı. Yavaş yavaş kendime güvenim yerine geldi, Bryan gibi kendimi “Saldım çayıra, Mevlam kayıra” hızında yokuş aşağı bırakamasam da, frenlere var gücümle asılmadan yokuşlardan inebilmeye başladım. Belçika’nın dağlık ve son derece yeşil bölgesi olan Ardenler’den geçip Lüxemburg’a vardık. Bu küçücük ülke-şehre vardığımızda suyumuz bitmişti. Yol üstündeki bir evin kapısını çalıp su istedik. “Sadece su mu?” dedi kapıyı açan adam. Yanıt vermemizi beklemeden elinde mataralarla evin içine girdi. Geri geldiğinde elinde su dolu mataralardan başka iki muz, iki portakal ve kocaman bir çukulata parçası vardı. “Siz bisikletlisiniz, ihtiyacınız var” diyerek arkamızdan dualarla uğurladı.
YIKILAN ÖNYARGILAR
Planımız Lüksemburg’dan Fransa’ya geçmekti. İçimde Almanya’ya gitmek için en ufak bir istek yoktu. O sırada farkında değildim ama bu isteksizliğin sebebi aslında önyargıdan başka birşey değildi. Almanya’yı düşündüğümde aklıma Naziler, etrafa duman saçan fabrikalar ve Türk düşmanlığı geliyordu.
Saar nehrini izleyen bisiklet yolunda Fransa’ya doğru yol alırken Almanya’nın Saarburg şehrindeki nehir kıyısında kurulmuş pazardan öğle yemeğimiz için ekmek peynir ve meyve almaya karar verdik. Biz peynir sırasında beklerken yanımıza uzun saçlı bir Alman gelip bisikletlerle nereye gittiğimizi sordu. “Dünyayı geziyoruz” cevabını alınca çok heyecanlandı. Sonra hangi ülkeden olduğumuzu merak etti. Bryan “Amerika” deyince hiç sesini çıkarmadı. Ben “Türkiye” deyince sonradan adının Tom olduğunu öğrendiğim adamın resmen gözleri ışıdı. “Hiç itiraz istemem” dedi, “benim konuğumsunuz”.
Tom, üç arkadaşıyla paylaştığı evinde yer olmadığı için bizi şehrin hemen dışında bulunan, meyve sebze yetiştirdiği bahçesine götürdü. Biz çadırımızı kurarken o alışverişe çıkıp akşam yemeği için bir orduya yetecek kadar yemekle eli kolu dolu geri geldi. O akşam odun ateşinde pişmiş lezzetli etleri, biber ve domatesleri yerken Tom bize kendi hikayesini anlattı. Beş yıl önce o da aynen bizim gibi bisikletle dünyayı dolaşmış ve yolu Türkiye’ye düşmüş. “Türkler, özellikle de büyük şehirlerin dışındakiler” dedi Tom yaktığımız kamp ateşine bakarak, “bana çok yardım ettiler, evlerini açtılar, patlayana kadar yedirip içirdiler. Çok zor durumlarda yardım eli uzattılar. İşte ben de o yüzden senin Türk olduğunu öğrenince bu borcun birazını geri ödemeye karar verdim.”
Sonraki dört gün boyunca Tom’un bahçesinde su yolu açtık, meyve sebzelerini suladık, arı kovanından bal topladık ve her akşam Almanların ünlü şvenka mangalında tadı hala damağımda olan yemekler yedik. Yaktığımız ateşin etrafında Tom’un anlattığı bisiklet turu hikayeleri içimizdeki macera ateşini iyice besledi. “Burada istediğiniz kadar kalabilirsiniz” demesine rağmen, önümüzdeki yolların, hiç görmediğimiz yerlerin, tanışmadığımız insanların gizemi bizi mıknatıs gibi çekiyordu, yine yollara düştük. Ayrılırken Tom asla unutmayacağım birşey söyledi:
“İnanıyorum ki bu gezi bittiğinde, iyi ve güzel şeylere olan inancınız tazelenmiş olacak ve bu duygu hep sizinle kalacak. İnsanlar bizim zannettiğimizden çok daha iyi. Dünya bizim sandığımızdan daha güvenli. Korkmanız için hiçbir sebep yok. Rüzgar hep sırtınızda, güneş arkanızda olsun.”
Karnımız tok, sırtımız pek, kalbimiz hafif, İsviçre’ye doğru pedal çevirdik. Avusturalya’ya kadar daha çok yolumuz vardı.
Bisikletle Dünya Turu – Bu yazı 2007 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 7. sayısından alınmıştır.