Trabzon kadısı Ömer Efendi, birkaç gün önce doğan oğlunu, ismini koymak üzere kucağına alır. Evvelâ kulağına ezan okur, ardından “Senin adın Yahya!” diye seslenir üç kez. İlk dersini böyle alır Yahya.
Sonra annesinin kucağına teslim edilir. Aradan birkaç gün geçer geçmez Ömer Efendi bir oğlan daha getirir zevcesi Afife Hatun’a. Onun bir tek sual dahi etmesine fırsat vermeden, Vali Yavuz Selim’in oğulcuğudur, der. Allah’ın izniyle sütün Yahya’ya da yeter Süleyman’a da.
Yazı: Rahşan Tekşen Fotoğraflar: Nurya Çakır
İlk derslerini babasından alır Yahya. Sonra da Müftü Ali Çelebi’den. Genç bünyesini besleyen tek gıdası ilimdir ve bu gıdanın ikmali için ona İstanbul gerektir. Osmanlı’ya yirmi dört sene şeyhülislâmlık yapmış Zenbilli Ali Efendi’nin rahle-i tedrisine oturur İstanbul’da. Zenbilli Ali Efendi ki, bir hata gördüğünde padişaha müdahale eden, vazifesinin padişaha müdahale etmek değil sadece fetva vermek olduğu hatırlatıldığında ise cevabını esirgemeyip, fetva sahibinin vazifesi padişahının ahiretini korumaktır, diye kafa tutabilen bir alimdir.1 İki yıl boyunca hocasının dizinin dibinden hiç ayrılmayan Yahya’yı hocası terk eder. Zira yalnızca medresedeki değil, dünyadaki vadesi de dolmuştur.
Hocasının yerine Canbaziyye Medresesi’ne tayin edilmesi, ona “müderris” mahlasını bahşeder.2 Otuz yaşında iken medresede vazifeye başlayan Yahya Efendi, yazdığı bütün şiirlerine Müderris imzasını atar. Yahya Efendi’nin eline bulaşan mürekkep, süt kardeşinin eline de bulaşmıştır. Zira o da bir şairdir ve şiirlerini Muhibbî mahlasıyla yazar. Ancak diğer eliyle de kılıç tutmak zorunda olan Süleyman’ın elindeki mürekkep lekesine, kan da karışır.
En hazini ise süt kardeşini uzunca bir süre kendisine küstüren, oğlu Mustafa’nın kanıdır. En büyük oğuldur Mustafa. Kanuni’nin gözünün nuru. Baba oğul ne vakit bir araya gelseler, perdenin arkasına gizlenen Hürrem Sultan’ın gözleri onları takip eder. Ancak böylesi bir oğlun babasına tattırabileceği onurla göğsü kabaran Kanuni’nin ensesine, Hürrem’in öfkeli nefesi yapışır her defasında. Kör olduğunu söyler Kanuni’ye. Mustafa’nın tahtta gözü olduğunu, onu arkadan vuracağını…
Oysa kendisi kör etmektedir sultanı, her gün yalanlarıyla mil çekerek gözlerine. Son ilmeği Rüstem Paşa atar ve İran şâhı ile şehzadenin işbirliği içinde olduğuna Kanuni’yi inandırarak, devletin bekası için katledilsin, buyruğunu sultanın ağzından çıkartır. Şehzade Mustafa bizzat babasının emriyle Konya ovasına çağrılır. Gerek hocaları gerek yakınları bunda iyi bir hâl sezmediklerini söyleseler de, buyruğa karşı çıkmaz ve Konya’ya gider. Çadırın kapısına kadar gelip kendisine selam veren oğluna mukabele bile etmez Kanuni. Hemen arkasını döner. Bu işareti alan Zal Mahmut Paşa, şehzadenin üzerine atlar ve oracıkta boynuna atılan bir kementle katledilmesine yardımcı olur.
Tek suçu Gülbahar Hatun’un oğlu olmak olan Mustafa, bu suçun bedelini canıyla öderken, yine tek suçu Mustafa’nın annesi olmak olan Gülbahar Hatun da, kendi suçunun bedelini saraydan çıkarılarak öder. Oğlu Beyazıt’ın tahta geçmesine hiçbir engel kalmadığına kani olan Hürrem ise, o gece saraydaki en rahat uykusunu uyur. Halkın, ordunun, hattâ ilim ehlinin gözdesi Şehzade Mustafa üzerine mersiyeler yazılır; onun suçunu, günahını sorgulayan…
Bu sultan Mustafa ey padişahım Sürûr-i sinen idi nûr-i çeşminYolunda sâdık iken ol dilâverNeden düştü âna tarih hışmın. Ölüm ânını tasvir eden satırlar dökülür kimi kalemlerden: Yoldu sümbül saçını boynuna geçdükçe resen. Kimi kalemler ise sitem eder Sultan’a, sözüne uydu diye Hürrem’in: Bir Urus câdusunun sözin kulağuna koy[dun]/mekr ü âle aldanûban ol acûzeye uy[dun].
Şairler beyitleri dize dursun, Yahya Efendi bir mektup yazar Kanuni’ye. Çekincesi yoktur. Büyük bir hata hâsıl olmuştur ve ikaz etmek boynunun borcudur. Zira süt kardeşi, durup dinlemeden bir masumun kanını akıtmış, bu günahından dolayı af dileyeceği yerde, annesi Gülbahar Hatun’u saraydan çıkarmıştır. Padişahı âlem olmak bir kuru dava imiş/Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş, dediği gibi dervişin, kuru bir davanın peşine düşen Kanuni, ne oğul tanır ne kardeş. Bu cüretin ve saygısızlığın bedelini, yirmi yedi yılını verdiği müderrislikten emekli edilerek öder Yahya Efendi.
Bir kanadının altında dinî ilimler, diğer kanadının altında ise dünyevî ilimler okuttuğu talebeleriyle helâlleşerek ayrılır medreseden. Fakat bu, onun eğitim azmine halel getirmez. Bir tekke yaptırmaya karar verir; sevginin, zarafetin, ilmin, sanatın, irfanın, âdâbın öğretildiği bir tekke. Birbirini tanımayan insanların yekdiğerine kucak açtığı, azığındaki ekmeği paylaştığı, maddeden arınıp mânânın tadına vardığı…
Beşiktaş’ta bir arazi bulur. Öylesine geniş ve yeşildir ki, Evliya Çelebi’yi bile imrendirir burası. Çınar, söğüt, sakız, servi ve ceviz ağaçlarının her tarafı kapladığını, içeriye güneşin dahi giremediğini söyler seyyah. Sonra ağaçların tepelerine saklanan kuşların cıvıltılarını anlatır, tekkenin manzarasını temaşa etmeye gelenleri nasıl rahatlattığını: Sarıasma, karatavuk, ishakkuşu, ispinoz, filorina, başdankara, bülbül-i bednam, bülbül-i niknam gibi kuşların feryad-ı nalişleri ehl-i teferrücün cânına cânlar bağışlar.
Yahya Efendi’nin de canına can bağışlar burası. Hele boğazdan gelen esinti! Uzlete çekilmek için aradığının fazlasını ona ikram eden Rabbine hamd ederek burayı satın alır. İbadet ve zikrin edâ edileceği bir mescit, talebelerin okutulacağı bir medrese, misafirlere ikramda bulunulacak bir aşevi ve onların ağırlanacağı bir istirahatgâh yaptırır.
Bu kadarla da kalmaz, tekke sakinleri ve ziyaretçileri için bir hamam, bir de çeşme yaptırır. Tekkenin yapımında bizzat çalışan; taş kırmaktan, kum çekmekten erinmeyen Yahya Efendi’nin dilinden şu satırlar dökülür: Cihanın ziynetine aldanıp halk/Kızıl yeşilce yaprak ile oynar/Müderris şimdi oğlancık oluşdur/ Beşik taşında toprak ile oynar.
Güneşi bile unutmuş toprak, gül vermeyi öğrenir onun elinde. Saçlarının telleri birbirine karışmış ağaçlar, kendilerine çeki düzen vermeyi… Gözleri de hayran bırakır tekke böylece, gönülleri olduğu kadar. Kapısından misafir eksik olmaz. Yemeğini yemeden, şerbetini içmeden kalkıp giden olmadığı gibi. Bu kapıya gelip de sadakasını almayan bir fakir yoktur. Bu kapıya gelip de duasını almayan bir tek fakir: Vezirler, paşalar, divan erbabı, esnaf, halk…
Hattâ süt kardeşi bile. Kapısına gelen hiç kimseyi geri çevirmez. Hiç kimseyi bir diğerinden ayırt etmez. Zira tekkeye gelen herkes bir tek sıfatla davet edilir içeri: Buyur âşık! Buyur sohbete! Bir sohbet kurulur, bir sohbet dağılır. Derken süt kardeşin vefat haberi gelir tekkeye. Babasının ölümüyle tahta geçen II.Selim’in yanına varıp onu gölgesinin altına alır Yahya Efendi. Genç sultanın sultanı olur. Ne var ki, kendisi de yolculuk hazırlığı içindedir: Hep gelenler yâne yâne geldi gitti dünyadan/Şimdi nevbet bâne değdi döne döne yâneyim, diyerek yapar hazırlığını. Kendi elleriyle kazar kabrini. Kurban bayramına rastlar yolculuğu ve bir an önce Rahmet-i Rahman’a kavuşmak için tekkesinin kapısını bile kilitlemeden çıkar gider. Zira gittiği yerde ne tekkenin kıymeti vardır ne sarayın. Oysa bunu nereden bilsin, cenazeye katılacak kalabalıktan istifade etmek niyetiyle o günkü ücreti arttıran kayıkçılar!
Namazı Süleyma-niye’de kılınır ve Beşiktaş’taki tekkesine defnedilir. Zaten bu velilerin çoğu hayatlarında ev, dergâh, bahçe olarak mezarlarını hazırlarlar. Yaşadıkları ve ibadet ettikleri yerler, onlar için bir çeşit koza gibidir, dediği gibi Tanpınar’ın, kozasının içinde kalır Yahya Efendi.
Koca Sinan’ı çağırır II.Selim. Kabrin üzerine bir türbe inşa etmesini ister. O da tek kubbeli, kârgir bir türbe yapar Yahya Efendi’ye. Türbe-i Yahya Efendi, aziz merhum Tarab-Efzunî olub Süleyman Han ile süd karındaş olmağla türbe-i pür-envarın Beşiktaş kurbunda Mimar Sinan bina etmiştir, diye teyit eder bunu Evliya Çelebi.
Ne var ki, Yahya Efendi’nin bıraktığı gibi kalmaz tekke. Genç Osman’ın veziriazamı Güzelce Ali Paşa vefat eder ve onun için de bir türbe yapılır buraya. Yaklaşık bir asır sonra gelen Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa, tekkenin içine bir çeşme yaptırır. Geçen her yıl, bir çivi söker duvarlardan. Geçen her yıl, biraz daha yaşlandırır tekkenin bedenini. Bir asır daha geçmiştir. II.Mahmut tamir ettirir tekkeyi, hattâ yeni derviş hücreleri ekleyerek daha da büyütülmesini ister. Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın elinden de geçer burası.
Abdülhamit ise, Kadınlar ve Şehzadeler Türbesi ekler tekkeye. Aynı dönemde, Hacı Mahmut Efendi adında bir zat, tekkenin cümle kapısına bitişecek şekilde bir kütüphane yaptırır. O günler itibariyle sayısı sekiz bini bulan eser, yıllar sonra Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmek zorunda kalır.
Hâsılı misafirleri eksik olmaz Yahya Efendi Tekkesi’nin. Onun ruhaniyetinden istifade etmek isteyenler ayaklarını kesmezle buradan. Ömrünün on sekiz yılını tekkede geçiren Yahya Efendi’nin kerametlerini konuşur herkes. Apostol Efendi’nin hediye ettiği şarap fıçılarının nasıl olup da nar şerbetine döndüğünü; yetmiş yaşında bir ihtiyar olduğu halde gencecik bir güreşçinin sırtını nasıl yere çaldığını; Kanuni’nin denize düşen zümrüt yüzüğünü, Yahya Efendi’yle her Cuma gecesi görüşen Hızır’ın denizden nasıl çıkardığını… Kerametleri tabipliğini gölgeler. Hazırladığı ilaçların, Allah’ın izniyle Mihrimah Sultan’a şifa verdiği günleri unutturur. Şairliğini unutturur kerametleri. Müderris imzasıyla iki kapak arasına sakladığı divançesini; biricik Menâkıbname’sini yalnız bıraktırır kütüphane raflarında. Hattâ Yahya Efendi’nin kendini niçin tekkeye kapattığı unutulur. Bir tekkenin, nasıl olup da metruk mezarlığa dönüştüğü sorulmaz.
Dört tarafı mezar taşlarıyla çevrili bir adadır tekke bugün. Ona komşu olmak arzusunu vasiyet edip gidenler çevirmiştir etrafını. Valide sultanlar, şehzadeler, paşalar, hattatlar, sanatkârlar, şairler, yazarlar… Yahya Efendi’nin annesi Afife Hatun’dan Kanuni’nin kızı Tasasız Raziye Sultan’a, Hattat Mehmet Şefik’ten Besteci Hacı Arif Bey’e, Tanburî Büyük Osman’dan yazar Yakup Kadri’ye kadar… 8 Binlerce kişinin istirahatgâhı olur tekke. Ve ilâhî mağfiret Yahya Efendi Dergâhı’nda âdeta güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevî erme yolu, yahut aşk bahçesi sayılır Tanpınar’a göre.
Burada ölüm, mezar taşına sarılmış bir sarmaşık kadar zariftir. Bir insan suretinde gezer ölüm burada; kiminin başında fesi, kiminin ellerinde cennet çiçekleri ve meyveleri. Fakat çok da yorgundur burada ölüm. Bir ağaca yaslanıp uykuya dalmış nice taş, bunu anlatır. Öyle kırgın taşlar da vardır ki, parça parça saçılmıştır yerlere. Sahibini aramak için yola çıkmış gezinir durur kimi ortalıkta. Fakat tek kelime çıkmaz kimsenin ağzından.
Öyle bir sessizliğe gark olmuştur ki Yahya Efendi Mezarlığı, bir kedinin kuyruğuna değen yaprak sesi bile ürpertir insanı. Ağaç dallarının arasından gelen çıtırtılar, serçelerin daldan dala atladığını söyler. Böcekler tırmanır usul usul bir çiçeğe, karıncalar toprağı eşeler.
Yürümeye çekinir insan, ayak sesleri uyandırmasın diye toprağın altındakileri. Herkes ağız birliği etmiş, susarak öğretmektedir sessizliği. Saçlarını taramaktan yine vazgeçmiş ağaçlar bile, rüzgârın kışkırtmasına kanmayıp susarlar. Sessizlik tekkenin içine sızar. Bütün odalara siner. Halının altına döşenen ahşap, herkese haber verir yeni bir misafirin geldiğini. Ayak seslerinden utanır insan, yeşil sarığını sarmış baş köşede oturan Yahya Efendi’den çekinerek. Gözlerini yummuştur Yahya Efendi sükût içinde. Gözlerini yummuştur, tekkenin camına yüzünü dayamış onlarca fesli ve kavuklu insan. Kanuni’sine küsüp kendisini tekkeye kapatmış birinin, Kur’an okuyuşunu dinlemektedir herkes hürmetle. Nefes bile almadan.
Dipnotlar 1 İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehitleri, Şevket Gürel, 1988, sf.234 2 Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi ve Üvesîlik, İsmet Demir-H.Osman Yıldırım, sf.70 3 Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c.10, sf.338-339 4 Şehzade Mustafa Mersiyeleri, Mehmed Çavuşoğlu, Tarih Enstitüsü Dergisi, 12.sayı, 1981-1982 5 Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi, Nazmi Sevgen, İstanbul-1965, sf.5 6 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Orhan Şaik Gökyay, YKY, C.1, sf.192-193 7 Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, YKY, İstanbul-2003, sf.180 8 İstanbul’da Gömülü Meşhur Adamlar, M.Orhan Bayrak, Mezarlıklar Vakfı, 1996, sf.134-139
Buyur Âşık! – Bu yazı 2011 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 54. sayısından alınmıştır.