Cuma , 26 Nisan 2024

Çağların Şahidi; MORA

Roman dilenciler küçük kilisenin kapısında dikilmiş, ayinden çıkan sakin ve huzurlu amcalara, başı örtülü teyzelere ellerini uzatıyor yardım için. Bazıları mâbetten çıkmanın etkisiyle elden geldiğince yardım ediyor; kimisi fark etmeden geçip gidiyor, ‘hayatın rutini’ diyor kim bilir belki de içinden.Kilisenin, köşesine konumlandığı çember meydandan Aya Vasili’ye doğru yürüyorum kalabalığın arasından sıyrılıp. Küçük kasabaya göre hayli görkemli katedralin yer aldığı bu meydana doğru adımlarken, hoparlörden epik müzikler çalmaya başlıyor, ardından şehrin sokaklarında yayılıyor dalga dalga sesler.

Yazı ve Fotoğraflar:  Fatih Sınar

Sabahın ilk anlarında Aya Vasili meydanındaki fıskiyenin etrafı hareketlenmeye başlıyor. Katedralin basamaklarından inip meydana çıkanlara, ara sokaklardan gelen askeri üniformalı bando takımı karışıyor. Yunan bayrakları dört bir tarafta dalgalanıyor. Ortamın coşkusuna ayak uydurmuş, orta yaşlı bir abi yanıma geliyor, merak etmiş ‘pek turist ağırlamayan 40 bin nüfuslu bu kasabada sabahın bu saatinde sırt çantalı bir genç ne arıyor?’ diye. Selanik, Meteora ve Atina’dan sonra yolumun buraya düştüğünü söyleyince, soruyor ‘Nereden geliyorsunki?’. İstanbul’dan otobüsle geldiğimi anlatınca şaşkın ve tebrik edercesine muhabbeti koyulaştırıyor… Her ne kadar artık şehrin bu hareketliliğini anlamış olsam da soruyorum yine de bu kutlamaların sebebini ona…

gezgindergi-dunya-caglarin-sahidi-mora-2

Bundan 193 yıl önce Osmanlı’ya karşı Yunan ayaklanmasının başladığı ilk Mora kasabasıydı Tripoli. Diğer tabirle modern Yunanistan için ilk adımı atan şehirdi bu Moralı. 193 yıl sonra bu küçük şehir, ‘kurtuluş’ yıldönümünü kutluyor şimdi. Batı Anadolu şehirlerinin Kurtuluş Bayramları’ndan pek farkı yok buraların da. Aidiyetiyle, töresiyle Ege şehri ne de olsa hepsi, bir varsa Yunan yahut Türk olmuş kimliği… Askerler, öğrenciler, din adamları, 7’den 70’e çok sayıda Tripolili o dönemi anmak, ardından geçit törenini, halk oyunlarını izlemek için toplanıyor yavaş yavaş. Bir eliyle anneannesinin elini tutmuş diğeriyle Yunan bayrağını sallayan minik Yunan askeri ve annesinin elini tutmuş Egeli küçük kız yan yana tören alanına doğru yürüyor. Az önceki abinin deyişiyle, Yunanistan’ın bağımsızlığa ilk adım attığı bu kente, iki asır sonra tam da o gün gelen bir Türk olarak ‘Osmanlı generali’ gibi görülüyorum sokakta. Resmi ideoloasafeler, bir araya gelindiği zaman ortadan kalkıyor, Kurtuluş Bayramı olsa dahi bu.

Fıskiyenin kenarında yaşlı amca bastonuna dayanmış sigarasının dumanını salıyor kasvetli gökyüzüne. Saçları aklaşmış bir teyze büfenin önündeki mini atlı karıncada torununu eğlendirmeye çalışıyor. Kadın polis ise şehrin pek de olmayan trafiğini yönlendiriyor bayram gününde… Problemleri var şehrin, her sokakta görülüyor bu. Belli noktalara yığılmış devasa çöp tepeleri, etrafa yaydığı tuhaf kokularla zorlaştırıyor şehri keşfi. Yine de taş evler, renkli küçük kiliseler ile görmeye değer noktaları var elbette. Tripoli, daha önce gördüğüm Yunan kentlerine kıyasla Orta Anadolu kenti gibi daha sade, sakin yaşıyor Mora’nın tepeleri arasında küçük bir ovanın kıyısında.

Binyılların meskeni

Tripoli’den ayrılıp başka bir Mora kasabasına yola koyuluyorum. Agoralarını kubbeli kiliselerin süslediği, taş binalarla örülü köyleri aşıyor Mora’nın kıvrımlı yolları. Baharın rengini giymiş doğanın arasında kırmızı kiremitli küçük beldeleri, kahverengi çan kulelerini geçiyor binyılların sütunları arasında. Antik dünyanın bu esaslı topraklarında ‘ortaçağda yolculuk’ hissi veriyor bir bakıma bu manzara. Ege seyriyle yola devam eden Argos otobüsünde, radyodan yayılan Yunan müzikleri 50’lerindeki kadınların hararetli konuşmalarına karışıyor. Şoför kahvesini yudumluyor, muavin ise muhabbette… Sonunda binyılların meskeni Argos’a varıyor otobüs.

Yıllar önce bir filmin mekanı olarak tanımıştım Argos’u. O vakit mıhlamıştım hayallerime, yol bir gün Yunan diyarına uzanırsa muhakkak mola vermeli bu beldede diye. Mora’nın sert tepeleriyle mavi Ege’nin arasına sıkışmış düzlükte, 7 bin yıldır insanoğluna ev oluyor burası. Tarihin bazı sayfalarında önemli bir yönetim merkezi olmuşsa da sarı sayfalar arasında kaybolmuş çoğunlukla.

Motosikletlilerin hayli fazlaca olduğu dar sokaklarını adımlarken, şortuyla atının üzerinde dolaşan bir Argoslu geçiyor yakınımdan, selam vererek. Kasabaya göre oldukça büyük ama boş bir meydanı çevrelemiş sarı binaların arasından çan sesleri yayılıyor caddelere. Çan sesi,Argos’un yamacına kurulduğu tepedeki beyaz kiliseden geliyor sanki. Yunanlıların kiliselerini, özellikle manastırlarını kıymetli mevkilere yaptıklarını düşünüyorum vesileyle. Ulaşılması zor, zahmet gerektiren, lâkin ulaşıldığında kavuşmanın huzurunu yaşatan meşakkatli yerlere. Meteora ve Sümela geliyor hatrıma… Kilisenin bulunduğu tepenin zirvesini ise Larissa Kalesi kaplıyor, biraz kasvetli havada bir ortaçağ film sahnesinden çıkmış gibi sahneleniyor göğün altında.

Hafızasında binyılların hikayesini taşıyan kendi halindeki Moralının sokaklarını her çağdan kalıntılar süslüyor, pek fazla olmasa da. Ortaçağ’dan kalma kalenin altında, 20 bin kişilik amfiteatr yaşıyor 24 asırdır. Bunun yanında şehrin bir çok köşesinde, boş arazisinde antik dönemden kalma eserlerle karşılaşılıyor. Bunlara rağmen Argos, yakınındaki Nafplio’nun gölgesinde kalmış, pek tanınmayan bir kent… Yarım saatte bir kalkan Nafplio otobüsünü beklerken meydanın kenarında bir banka oturuyorum. Orta yaşlarında bir kadın, ortak anlaşabileceğimiz bir dilimiz olmamasına rağmen muhabbet etmeye çalışıyor, anlatıyor. Hâl diliyle anlaşıyoruz diyelim.

gezgindergi-dunya-caglarin-sahidi-mora-3

Modern Yunanistan’ın ilk göz ağrısı

Mavi gezi treni sahilde Bourtzi’nin önünde yolcusunu bekliyor. Trenin siyah kumaş pantolonlu, yakası açık beyaz gömlekli makinisti sigarasını tüttürüyor Ege’ye doğru. ‘Otomobil denizinin’ yanından balık restoranlarına doğru yüzlerce insanın yürüdüğü kalabalık anda dahi pek müşterisi çıkmıyor gibi… İleride bankta iki aşık ise denizi seyrediyor, keyifli… Modern Yunanistan’ın ilk göz ağrısı diyebilirim Nafplio için. Ta ki Atina alınana kadar başkentlik yapmış genç devlete. Atina gibi burasının da bir Sintagma’sı var. İktidar savaşlarına, başkaldırıya, inancın gücüne, demokrasiye sahne olmuş bu toprakların meydanlarına veriliyor bu isim; Anayasa.

Küçük lâkin hayli canlı Sintagma’nın iki köşesinde iki cami fark ediliyor hemen. Bugün belediyeye ait kültür merkezleri olarak yaşayan bu mâbetlerden biri, Ağapaşa Cami, genç Yunan devletinin ilk parlamento binası olmuş vakt-i zamanında. Caminin önündeki küçük kalabalığın arasında Danua cinsi köpek dikkatimi çekiyor devasa boyuyla. Sakin bir şekilde sahibinin yanında dursa da meydanı şenlendiren çocukların ilgi odağı oluyor… Alanı küçük fakat hayli kalabalık Sintagma, üzeri açık düğün mekanı gibi bir durum almış artık. Yoğun ses her yanı kaplıyor. Meydana çıkan sokaklardan birine girerek, mor çiçekli pencerelerin, renkli kapıların, motifli sandalyelerini sokağa taşırmış restoranların arasında bırakıyorum Nafplio’ya kendimi. Taş evler, şapeller, heykellerle donatılmış kasaba butik bir hâl alıyor gözümde, yürüdükçe. Şirin, huzurlu bu renkli diyarı sevmemek için pek sebep yok sanki.

Niyetim Palamidi’ye tırmanmak. Yeşilliklerin arasından göğe tırmanan ortaçağ kaldırımlarını adımlıyorum, her seferinde daha yorularak ama pes etmeden. Tırmandıkça Nafplio küçülüyor gözümde, manzara genişliyor. Kırmızı kiremitli Nafplio’nun ötesinde Argos’u, ardındaki Mora tepelerini, Ege’yi ve adalarını görüyor artık gözüm. Ege’nin narin dalgaları kayalara vuruyor Palamidi’nin eteğinde. Denizin hemen yanında 200 metre yükseklikte yer alan Palamidi’ye tırmanarak ulaşanların sayısı az olsa da, buraya kadar gelindiyse muhakkak çıkılmalı üşenmeden…

Osmanlılar ve Venedikliler arasında sık el değiştirmiş bir yer Nafplio. Her biri kendinden bir parça bırakmış bu Yunan şehrinde. Palamidi de Venediklilerin bir hediyesi olarak zirveyi süslüyor asırlardır. Tıpkı Nafplio’nun biraz açıklarında, denizin ortasında nazar boncuğunu andıran Bourtzi gibi. Kimliğinde hem Venedik’i, hem Osmanlı’yı yaşatan nadir diyarlardan burası. Venedik kalesi Bourtzi’nin isminin Türkçe’den uyarlanması belki de bunun güzel bir sembolü… (Bourtzi, ‘Burç’ kelimesinin Yunanca yazılışı)

gezgindergi-dunya-caglarin-sahidi-mora-4

Kahramanların memleketi

Trikala’dan Atina’ya doğru yol alırken, denizle dağ arasına sıkışmış dar bir geçitten geçmiştim. Bir avuç Yunanın binlerce Pers’e karşı yiğitçe savaştığı yerdi orası. Şimdi, o destansı savaşı veren cesur Yunanların memleketine, Sparta’ya doğru ilerliyor Mora’daki yolum… Otobüsün kırmızı kadife perdesini pencerenin kıyısına çekip, zirvesini bulutlara kaptıran Taygetus Dağı’nı izliyorum yaklaştıkça. Eteğinde Sparta uzanıyor, düzlükte.

Genç Yunan Devleti’nin kralı Otto, bir kararnameyle antik Sparta’nın yerine yeniden kurmuş bugünkü şehri, 19.yüzyılda. Birbirlerini dik kesen paralel yollar, 20 bin nüfusa göre hayli geniş. Birbirine benzer, çıkık balkonlu beyaz binalarla biraz tek tip mimarisi olan bir yer bugün Sparta. Zeytin ağaçlarıyla süslenmiş caddelerinde, mavi-beyaz Yunan bayrakları dalgalanıyor Bağımsızlık kutlamaları nedeniyle… Antik şehir kalıntılarıyla bugünkü Sparta arasında kalan spor alanının önünde Leonidas’ın heykeli yükseliyor. Termofil’de Perslere karşı Spartalıları yüreklendirmiş meşhur komutanın anıtı. Sparta’nın geçmişteki bu cesareti Spartalı gençlerin tişörtlerinde ‘This is Sparta’ olarak hayat bulmaya çalışıyor sanırım bugün.

Sayıca az olsa da hayli kalabalık kafelerden birinden Eleftheria Arvanitaki parçaları yükseliyor. Dolaşırken dinlemeye koyuluyorum, sessiz kasabanın sokaklarında dolaşan melodileri. To Parapono çaldığı anda terminale gitme vakti geldiğini anımsıyorum. 17.05 kalkışlı otobüs harekete hazır olduğunda, kapıda bekleyen şoföre bileti yırttırıp, peluş ayıcık, yapıştırma ve Yunan bayraklarıyla camı süslenmiş araçta yerimi alıyorum, pencere yanı koltukta. Yine radyo açık, kısık sesle yayına devam ediyor. Çağların şâhidi Mora’da bir kaç günün ardından ilk önce Atina’ya, sonrasındaysa İstanbul’a dönüş vakti…

Bu yazı 2014 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 91. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir