Bazı fotoğraflar ve o fotoğraflarda ki bazı yerler gerçek olmayacak kadar güzel…
İşte bana bunları düşündüren fotoğrafla Şubat ayında İtalya’ya yapacağımız geziyi araştırırken karşılaşıyorum. Bulutlu bir gökyüzünde yemyeşil dik bir yamacın denizle buluştuğu yerde, kayalıklar üzerine kurulmuş rengarenk evler…
Yazı ve Fotoğraflar:Asiye Yılmaz
Gördüğüm bu fotoğraf kuzeybatı İtalya kıyılarındaki bir yere ait, Cinque Terre. Karşıma çıkan bu tek kare fotoğraf, uzun araştırmaları beraberinde getiriyor. Cinque Terre “ Beş Köy” anlamına gelen, İtalya’nın kuzeybatı sahilinde (İtalyan Riverası) birbirine çok yakın sıralanan beş köyün (Monterosso, Vernezza, Corniglia, Riomaggiore, Manorola) hepsine birden verilen ismi. Cinque Terre’den Portovenere’ye kadar olan bölge, insan ve doğa arasındaki uyumlu etkileşimi yansıtan kültürel bir değer olarak UNESCO Dünya Mirasları Listesine alınmış.
1 Temmuz 2013. Dört ay önce Floransa’da kıyısından döndüğümüz Cinque Terre için Cenova’dan hareketle bir trenin içindeyiz. Önümüzde gezilecek beş köy ve yürünecek yollar olduğu için erkenden düştük yollara, saat 8’i geçiyor ve ilk hedef Monterosso.
Monterosso
Trenin tıngır mıngır sesi eşliğinde güne yeni başlayan ufak kasabaların arasından geçiyoruz. Yamaçlarında yemyeşil üzüm bağlarının olduğu, sağ tarafı deniz manzarası olan bir tren yolu düşünün. Manzaramız sıklıkla girdiğimiz tüneller yüzünden kesiliyor. Ama her girilen tünelden sonra şimdi karşımıza nasıl bir manzara çıkacak diye heyecanla karanlıktan aydınlığa çıkmayı bekliyoruz. Bir anda karşımıza dikilen yeşil panjurlu evlerle dolu küçük kasabaları gördüğümüz andaki hislerim, benim için unutulmaz oluyor. Her zaman tren yolculuğunun ayrı bir havası ve büyüsü olduğunu düşünmüşümdür.
Bir de üstüne böyle güzel manzaralar eklenince, bir buçuk saatlik yolculuğun nasıl geçtiğini fark etmiyorum bile. İnme vakti yaklaştıkça gözler durağı kaçırmamak için sürekli tabelalarda. Ve Monterosso tabelasını görür görmez hareketleniyoruz. İnmeye çalışırken fark ediyorum ki biz etrafı izlerken tren baya kalabalıklaşmış. Hafta sonu olduğu için yakın şehirlerden de turistler Cinque Terre ’ye akın etmiş. İnsan kalabalığından zorda olsa sıyrılıp, kendimizi iki tünel arasında kalmış, duvarlarını rengarenk begonvillerin süslediği Monterosso Tren Garı’nda buluyoruz. İner inmez böyle güzel bir manzarayla karşılaşınca günün geri kalan kısmında bizi nelerin beklediğini düşünüp heyecanlanıyoruz. Tren garından çıkıp ufak restoran ve dükkanların sıralandığı bir sokağa iniyoruz, sokağın hemen önünde kumsal bulunuyor. Monterosso ile ilgili okuduğumuz yazılardan, buranın beş köy içinde en düz araziye sahip olanı, en büyüğü ve denize girmek isteyenler için en uygun köy olduğunu öğreniyoruz. İlk izlenim olarak Monterosso plajı ve arkasına sıralanmış dükkanlarıyla, turistik bir İtalyan kasabasından pek farklı gelmiyor.
Cinque Terre ile ilgili internetten araştırma yaparken, beş köy arasında bir yürüyüş yolu bulunduğunu, ömrünüzde bir defa da olsa köyler arasını yürüyerek gitmek gerektiğini okumuş ve kafamıza koymuştuk. 5-6 saat sürecek olan bu yolu yürüyecektik. Bütün planlarımızı buna göre yapıp kendimizi yorucu bir güne hazırlıyoruz. Kısa bir Monterosso turundan sonra vakit kaybetmeden kendimizi yürüyüş yolunda buluyoruz. Yolun başlangıcında bizi bir sürpriz bekliyor. Küçük bir kulübenin önünde bir sıra ve insanlar bilet alıp, yola öyle koyuluyor. Sonradan öğreniyoruz ki yürüyüş yolları da paralıymış. 10 Euro karşılığında beş köy arasında gün boyu sınırsız trene biniş ve yürüyüş yollarında yürüme hakkı olan bir bilet satın alıyoruz. Elimizde biletler, yol da kim, nerede soracak ki bu biletleri, soruları eşliğinde başlıyoruz yolculuğumuza. İlk hedef Monterosso’ dan ikinci köy olan Vernezza ’ya ulaşmak.
Denize yaslı yamaçlarda üzüm bağları arasında kıvrılarak giden bir yol düşünün ve ne tarafa baksanız bir fotoğraf karesi görüntüsü, o yüzden ilk yarım saat, fotoğraf çekmekten etrafı izlemekten, pek yol kat edemiyoruz. İnanın günün sonunda elimde aynı yerin Monterosso’nun her 100 metrede bir çekişmiş sayısız karesi oluyor. Vakit geçip yol bir türlü bitmedikçe artık hızlanmamız gerektiğini düşünüp yolculuğa odaklanıyoruz.
Monterosso’ dan uzaklaştıkça yol şekil değiştirmeye, gittikçe zorlaşmaya başlıyor. Artık düz patika yollar yerini inişli çıkışlı yollara, sıklıkla da sonu gelmeyen merdivenlere bırakıyor. İtalya gezilerimizin vazgeçilmezi bir türlü peşimizi bırakmayan merdivenler, Cinque Terrede’ de karşımıza çıkıyor. Merdivenleri çıkmaya başladım mı durmaya imkan yok çünkü, durduğum anda tekrar o gücü kendimde bulamamaktan korkuyorum ve bir solukta önden çıkıp bizimkileri beklemeye başlıyorum. Fakat o bekleme anlarında karşımda duran manzaralar bütün yorgunluğumu, susuzluğumu, başıma geçen güneşi, titreyen dizlerimi ve tutmayan ayaklarımı hemen unutturuyor.
Yorucu ama keyifli yolculuğun yaklaşık bir buçuk saati dağların yamaçlarında bir inip bir çıkmakla geçiyor. Dönülen her köşenin sonunda şimdi Vernezza görünecek umuduyla ilerilere bakıyoruz. Ufuklarda görünmeyen Vernezza’ yı artık yanımızdan geçen turistlere sormaya başlıyoruz. Duyulan az kaldı sabredin, sözleriyle biraz daha güç toplayıp yolculuğa devam ediyoruz. ‘Beklenen an’ hiç ummadığımız bir zamanda karşımıza çıkıyor. Dönülen bir köşenin ardından iki saatin sonunda, Vernezza bize göz kırpıyor. Aşağıda yemyeşil üzüm bağlarının sıralandığı bir yamacın eteklerine, bir koyun önüne kurulmuş rengarenk evleriyle, Vernezza duruyor. Gördüğüm ilk an “İşte fotoğraflarda gördüğüm Cinque Terre manzaraları başlıyor “dedirtiyor bana.
Vernezza
Bir an önce ulaşmak için adımlarımızı hızlandırıyoruz. Yaklaştıkça uzaktan gitgide yükselen bir akordiyon sesi duyuluyor. O anı ,gitgide yükselen müzik eşliğinde yürüdüğümüz yolu hala keyifle hatırlıyorum. Sanki bir film sahnesindeydik ve Vernezza bizi karşılıyordu. Hatta o gün Özgeyle “Bizim için bunca hazırlığa gerek yoktu “deyip gülüşmüştük. Yüzümüzde kocaman gülümsemelerle ilginç şapkalı amcaların yanından selam vererek geçiyoruz. Sonunda Vernezza köyünün girişine kemerli bir kapının önüne geliyoruz. Bu kapı köyün siluetini oluşturan kilisenin arkasından geçen dar bir sokağa açılıyor. Kapıdan girip sokağı ilk gördüğüm an, müziğin üzerimde bıraktığı etkiden mi bilmiyorum çok etkileniyorum. Sağlı sollu rengarenk yeşil panjurlu evler sırayla dar kıvrımlı sokağa dizilmiş. Evlerin önlerindeki merdivenlere dizilmiş saksılar, kapısının önüne oturup oltasını hazırlayan yaşlı amca, evlerin balkonlarında asılı çamaşırlar o sokağı hafızama bir fotoğraf karesi gibi kaydediyor. Sokağa girer girmez hemen fotoğraf çekimleri, video kayıtları yapıp, 2 buçuk saatlik yorgunluğun acısını da bir evin merdivenlerine oturup sokağı izleyerek çıkarıyoruz. Dinlenmiş vücudumuz açlık sinyalleri verene kadar da orda oturuyoruz. Artık öğle vakti bir şeyler yiyelim deyip rengarenk evlerin, dükkanların, restoranların sıralandığı uzun bir sokağa giriyoruz. Sokağın bir ucu sahile, bir ucu üzüm bağlarına uzanıyor. Sokağı gezmeyi yemek sonrasına bırakıp bir yerlere oturup İtalya vazgeçilmezi makarnamızı yiyip iyice kendimize geliyoruz. Karnımız tok, ayaklarımız dinlenmiş, keyifle sokaklarda gezindikten sonra güzel fotoğraflar çekeceğimizi düşünerek deniz kıyısına doğru gidiyoruz. Vernezza hilal şeklinde ufak bir koya sahip, koyun iki yakasında iki yüksek yapı bulunuyor. Rengarenk evlerin arasından hemen sıyrılan 14. yüzyıldan kalma Santa Margarita Kilisesi ve Doria Kalesi köyün fotoğraflardaki belirgin sembolünü oluşturuyorlar. Vernezza’yla ilgili araştırma yaparken, bu kalenin terasındaki kafenin balkonunda gün batımının görülmeye değer olduğunu okumuştum ama biz gün batımının en güzel seyredildiği köy olan Manarola’ da izlemeye karar verdiğimiz için kaleye çıkmıyoruz. Sahilde biraz fotoğraf çektikten sonra bir sonraki köy olan Corniglia için yola koyuluyoruz.
Corniglia
Bütün köyler arasını yürüyerek gezmeyi planlasak da, daha sonra kendi aramızda konuşmadan tren istasyonu nerede diye aramaya başlıyoruz. Başlangıcı, köyler arasındaki en zor ve en uzun parkuru seçerek yaptığımız için, diğer yollara ne halimiz ne de zamanımız kalmadığından kendimizi Vernezza Tren İstasyonu’nda buluyoruz. Tren bir tünele giriyor ve 5 dakika sonra tünelden çıkıyoruz ve karşımızda Corniglia Tren İstasyonu. O an bizim 2 saati aşkın yürüdüğümüz yolu bir tünelle beş dakikada geçtiğimizi düşününce ‘biz ne yapmışız’ diye aklımızdan geçiriyoruz. Trenden inip kalabalık ne tarafa doğru gidiyorsa onları takip ediyoruz. Etrafta köye benzer hiç bir şey yok, bir kaç turist grubunun ileride ki merdivenlere doğru gittiğini görüp vardır bir bildikleri deyip takılıyoruz peşlerine. Merdivenlere doğru giderken Corniglia hakkında pek bir şey bilmediğimizi fark ediyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki dalgaların düzleştirdiği kayaların tepesine kurulan Corniglia, denizle bağlantısı olmayan tek köymüş. Hatta Cinque Terre ’ye gelen günübirlik turların çoğu vakitten kazanmak için bu köye uğramıyorlarmış. Biz tabi ki buralara kadar gelip Corniglia’ yı görmeden dönmeyecektik. Fakat hakkında pek bir şey bilmediğimiz Corniglia bize ilk sürprizini yapıyor. Önümüzde köye ulaşmak için aşılmayı bekleyen 380 adet basamak duruyor. Artık bu duruma alışan ayaklarımız bizden önce merdivenleri çıkmaya başlıyor. Yol boyunca yemyeşil üzüm bağlarının ve masmavi bir denizin arasında kalmış, ince uzun tren istasyonu manzarası bize eşlik ettiği için daha acısız ve kısa sürede kendimizi merdivenlerin başında buluyoruz. Corniglia sokaklarına adım atınca, dar sokaklı renkli evlerin ve dükkanların buranın da değişmez manzarası olduğunu görüyoruz. Açıkçası Corniglia’ da benim aklımda kalan, yediğimiz meşhur dondurma ve hediyelik eşya aldığımız “Hadi biraz acele edin, dükkanı kapatıp maç izlemeye gideceğim “ diyen ilginç gözlükleri, hali ve tavrıyla 1970’leri ayağımıza getiren ilginç İtalyan amca oluyor. Güzel fotoğraf karelerinden çok güzel anılarla hatırlayacağım Corniglia’dan ayrılıp bir diğer köye Riomaggiore doğru yola koyuluyoruz.
Riomaggiore
Corniglia Tren İstasyonu’ndan bakınca uzaklarda bir tepenin yamacına kurulmuş rengarenk evleriyle Manarola görünüyor. Corniglia’dan sonraki köy Manarola, fakat biz günün sonunu Manarola ’da gün batımını izleyerek geçirmek istediğimiz için önce son köy Riomaggiore’ e gidiyoruz.
Trenden inip köy merkezine ulaşmak için çok güzel tasarlanmış tünel şeklinde bir geçitten geçiyoruz. Tavanı sanki bir akvaryumun içinden geçiyormuşuz hissi uyandırsın diye mavi şekilde tasarlanan geçidin duvarları da rengarenk küçük mozaik taşlarla döşenmiş. Her şeyiyle fotoğraflık olan tünelin çıkışında iki yol var. Sol taraf şehir merkezine, sağ taraftaki üstü kapalı tünel gibi merdivenler ise sahile iniyor. Biz ilk olarak merdivenleri fark etmeyip sol taraftan şehir merkezine çıkıyoruz. Sokaklarında gezdikçe karşımıza çıkan deniz ürünleri satan restoranlar, denizi hatırlatır şekilde dekore edilmiş dükkanlar, bu köyde diğer köylere göre daha fazla balıkçılığın ön planda olduğunu hemen hissettiriyor. Riomaggiore ’de dükkanlar kıvrımlı yokuş bir cadde üzerine sıralanmış. Cadde üzerinde herkes merdivenlere, dükkan önlerine oturmuş sohbet ediyor, sokakta sesler gülüşmeler birbirine karışıyor. Burada yaşamak huzurlu ve keyifli olsa gerek diye düşünerek meşhur Riomaggiore fotoğraflarını çekmek için keşfe çıkıyoruz. Tepelere doğru çıkarken dar merdivenler bizi ufak bir meydana çıkarıyor. Rengarenk bahçeli evlerin arasında, meydanın tam ortasında bir kilise. Sonradan adının San Giovanni Battista olduğunu öğrendiğimiz kilise, maket gibi duran rengarenk evlere tepeden bakar gibi bütün güzelliğiyle bize poz veriyor. Meydanda biraz durup Riomaggiore’ deki evleri tek tek incelemeye başlıyoruz. Her bir evin ayrı bir büyüsü var. Kiminin balkonlarında çamaşırlar asılı, kimi balkonunu boydan boya deniz ürünleriyle süslemiş, kimi rengarenk çiçeklerle evine renk katmış ama değişmeyen tek şey var o da yeşil panjurlar..
Bizi Manarola’ ya götürecek olan trene yarım saat kaldığını fark etmemizle Riomaggiore deyince akla gelen balıkçıları görüp, köyün meşhur fotoğrafını çekmeye sahile doğru iniyoruz. Mavi çatılı tünelin yanından bu sefer üstü kapalı merdivenleri kullanıp deniz kıyısına ulaşıyoruz. Açık havaya çıktığım anda aylar önce fotoğrafına bakıp burada olmalıyım dediğim manzara tam da karşımda duruyor. Güneşten boyası solmuş; pencerelerde çamaşırlar asılı bitişik ve üst üste evler; denize açılmış tekneler, kıyıda ağ ören balıkçılar,kayalıklar, deniz kıyafetleriyle etrafta gezinen insanlar, masmavi bir deniz. İşte tüm güzelliğiyle tam bir balıkçı köyü Riomaggiore .
Daha geniş, güzel fotoğraflarını çekebilmek için merdivenlerden inip insanların denize girdiği, kayalıkların üzerinde güneşlendiği, balıkçı teknelerin sıra sıra dizildiği koya gidiyoruz. Son fotoğraflarımızı da burda çekip gün batımını kaçırmamak için Manarola yollarına düşüyoruz.
Manarola
Ayakta bile duracak yer bulmanın zor olduğu bir trenin içindeyiz. Akşam olmak üzere olduğu için herkes dönüş yolunda, o yüzden trenin nüfusu köylerin toplam nüfusundan fazla sanki. Yine bir tünelden geçip beş dakika sonra Manarola’dayız .Bir an hiç inemeyeceğimizi sanıp korkuyoruz. Kol kola girip insan kalabalığını yararak kapıya yaklaşıp trenden iniyoruz. Trenden indiğimizde, ileride bir kayanın tepesinde görünen bir kaç ev dışında hiç yerleşim yeri olmadığını görüyoruz. İçimizden yine bir merdiven macerası olmasın diye geçirirken, tabelalar bizi bir tünelin içine yönlendiriyor. Duvarlarını Manarola fotoğraflarının süslediği bu tünel bizi artık alıştığımız sağlı sollu renkli evlerin,restoranların olduğu bir caddeye çıkarıyor ve bu caddenin sonu da sahile açılıyor. Fakat bu caddede benim dikkatimi çeken ve en çok etkileyen, sokakta sağlı sollu sıralanan kayıklar oluyor. Her evin önünde park etmiş bir kayık bulunuyor. Tahmin edersiniz ki alışık olduğumuz evlerin önüne park edilmiş araba görüntüsünden sonra kayıklar, pek bir estetik ve etkileyici duruyor. Bu hoş sokaktan fotoğraf çekerek sahile ulaşıyoruz. Sahile inip arkamı dönüp baktığımda ‘beş köylerin en bilineni Manarola’ karşımda duruyordu. Koyu bir kaya üzerine kurulan üst üste dizilmiş rengarenk evleriyle meşhur köy, adını tarıma verdiği önemden dolayı su değirmenindeki büyük tekerlek anlamındaki ‘magna roea’ kelimesinden almış. Buradaki evlerin, sınırlı toprağını daha uygun kullanmak için, yunanlılar tarafından geliştirilmiş taraça ev yapımı tekniğiyle yapıldığını öğrenip hem İtalyan hem Yunan esintileri taşıyan bu köyü hayranlıkla seyretmeye başlıyorum. Evler o kocaman kayalığın içine o kadar muntazam ve özenle yerleştirilmiş ki uzaktan gerçek mi maket mi bir an düşünüyorum . Sonra gün batmak üzereyken kızıllığın içinde renkleri kaybolmuş evlere bakıp, aylar önce o fotoğrafı gördüğüm ana gidiyorum ve o an kurduğum hayali şimdi gerçekleştirmiş olmanın verdiği huzurla şükrediyorum.
Evleri incelemeyi bırakıp biraz da sahil tarafını geziyoruz. Kayalıkların üzerinde tek tük denize giren güneşlenen insanlar var, bir tarafta da kayıklar sıralanmış. Karşı taraftada meşhur Aşk yolu uzanıyor. Aşk yolu; Manarola ile Riomaggiore’ yi birbirine bağlayan beş köy arasındaki en kısa (yarım saat sürüyor) ve en meşhur yol. Bizim şansımıza bu yol bakıma alınmış o yüzden göremiyoruz. Köyler arasında ki en zor parkuru yürüyüp en kolay ve en meşhurunu yürüyemediğimiz için biraz üzülüyoruz
Gün batımını, Aşk yolunun başlangıcındaki en meşhur Manarola pozlarının çekildiği tepeden izlemek için yola koyuluyoruz. Ağaçların arasında kalmış ufak bir kilisenin ve önünde mezarlığının bulunduğu rengarenk çiçeklerle süslü tepeye çıkıyoruz. Bir kaç turist dışında kimseler yok ve o an orası bize ayrılmış. Manarola’yı tam karşıdan gören bir banka oturup sıralanıyoruz. Etrafta kimseler olmadığı için hafif bir müzik açıyoruz. O an sanki bir filmin kahramanlarıyız ve son sahne çekiliyor. Güneş arkamızda hafif hafif gözden kaybolurken, keyifle anın tadını çıkaran silüetlerimiz ve gerçek olmayacak kadar güzel Manarola manzarası, ekranda beliriyor ve film burada sona eriyor.
Bu yazı 2013 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 80. sayısından alınmıştır.