Cuma , 29 Mart 2024

Doğu Türkistan

Hazar Denizi, Altay ve Altın Dağları; Horasan, Karakurum Dağları, Ural Dağları ve Sibirya’ya kadar uzanan Doğu Türkistan, 1949’dan beri Çin Halk Cumhuriyeti’nin kontrolü altında mazlum bir bölge.

Çok kültürlü bir toplum olan Avustralya’da yaşamanın en güzel ve hatta lüks sayılabilecek yanlarından biri, dünyanın her köşesinden insanlarla ortak bir hayatı paylaşırken, bir nevi edilgen gezgin olarak, onlarla birlikte onların kültürlerine, geleneklerine, coğrafyalarına misafir olup dünyayı dolaşabiliyor olmanız.

Yazı ve Fotoğraflar: Tuğba Akyıldız

Sonsuz Düşler Diyarı

Çin baskısından kaçarak dünyanın değişik ülkelerine göç eden Uygur Türklerinin bir kısmıyla yolum, bu ülke sayesinde kesişti. Avustralya’ya ayak bastığım ilk gün ikimize de yıllar geçmesine rağmen hala şaşkınlık veren karşılaşma ile tanıştığım Mahira adındaki Uygur kızıyla, hem gönül birliği hem de yoldaşlığım sayesinde, bazen hayret bazen hayranlık, bazen de minnetle karşıladığım gelenekleriyle, bu özel toplumun içine girme ayrıcalığına sahip oldum.

İlk şaşkınlığımıysa onun ailesini ziyaret etmek için Avustralya pasaportu ile Çin büyükelçiliğine vize için başvurduğunda, 2 ay süren araştırma, evrak inceleme ve bir dolu sorgu sual sonunda, doğduğu büyüdüğü ve tüm ailesinin yaşadığı öz topraklarına sadece 3 aylığına ziyaret edebilme belgesi verildiğinde yaşadım. Oysa benim vize işlemlerim, 1 aylık kalma izni için yalnızca 1 ay sürmüştü.

İlk şaşkınlık hatta hayranlığımsa, Doğu Türkistan’a gideceğimizi öğrenen Uygurluların yola çıkacağımız günden bir gün önce, bizi uğurlamak ve gönüllerinden, bütçelerinin el verdiği ölçüde yol harçlığı vermek için gelmeleriyle yaşadım. Giden yolcuya yol harçlığı vermek bu toplumun cömert alışkanlıklarından sadece biri. Sidney’den Pekin’e 11,5 saat, oradan da 4,5 saat daha süren uzun ama rahat bir yolculuktan sonra Çin Hükümeti’nin adını “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” olarak dünyaya duyurduğu Doğu Türkistan’ın başkenti Ürümçi’ye vardık.

Mahira’nın birkaç yıl önce tanıştığım annesi ve babası ile yalnızca ismini bildiğim abisi karşılıyor bizi. Bilmediğim birçok tarihi olayı anlatan babası, Türk Tarihi profesörü. Biriktirdiğim öyle çok soruyla geliyorum ki yanına, sabırsızlığım son demlerinde. Etrafıma bakınıyorum teklifsizce, coşkulu kalabalık arasında. Dokularına süzülmek istediğim simalar ve hayatlar karşımda artık. Her şey çok yabancı ama bir o kadar aşina.

Başkent Urumçi

Birkaç gün evde hoş geldin ziyaretlerinden sonra Ramazan bayramı ziyaretleriyle devam etti. Bayram sofraları bayram süresince hiç bir evden kalkmıyor, sadece biten tabaklar yenileniyordu. Gelen ziyaretçiler sofranın etrafında sohbet edip yemeklerini yiyorlar. Doğu Türkistan mutfağından başka hiçbir mutfakta göremeyeceğiniz sangza (zanza) galeta türü çubuk, bütün evlerde ana lezzet. Lagman en sevilen yemekleri. En çok yemeklerle birlikte içilen şekersiz çay dikkatimi çekiyor. Meyveleri yemeklerden önce yiyorlar. Gelen misafirin ellerini yıkaması için ibrik ve havlu getiriliyor yemek öncesi. Yeni kuşak çok rağbet etmese de çoğu Uygur milli başlığı olan Doppa’yı giyiyor. Kare veya yuvarlak olan bu başlıkların üzerindeki desenler, yörelere göre değişiklik gösteriyor. Bu nedenle başlıklara bakarak nereli olduğunu anlayabiliyorsunuz.

Günün ilk ışıklarıyla Ürümçi’ye 110 km. uzaklıktaki Buğda gölüne gitmek için yola çıkıyoruz. Tanrı Dağları eteklerinde olan göle yaklaştıkça, çam kokularıyla birlikte hava serinlemeye başlıyor. Üzerimdeki ince kıyafetlerin içinde üşümeye başlıyorum. Yaz mevsiminde böyle bir serinliği hiç beklemiyordum. Göl yolu etrafında beyaz beyaz doğaya ağ kurmuşçasına duran Kazak çadırlarından birinin önünde duruyoruz. Bizi misafir ediyorlar. İçtiğim sıcacık çayla birlikte biraz ısınıyorum. Turist otobüsleri ve özel araçların gidebildiği son yer olan geniş park alanına kadar biraz daha yol alıyoruz. Buradan teleferiğe binerek çıkıyoruz göl bölgesine.

Dağlar arasındaki durgun göl manzarası muhteşem. Bütünüyle var olduğun huzur küresi gibi bir atmosferde yürüyüş yapıyoruz. Bu güzel manzarada fotoğraf çektirmek isteyen Çinli gelin ve damatlarla karşılaşıyoruz sık sık. Bizimle de hatıra fotoğrafı çektirme isteklerini kırmıyoruz.

Döngköwrük Pazarı

Öğleden sonra Bayram alışverişi yapmak için Döngköwrük (erdaoqiao) pazarına gidiyoruz. Eski bir tarihe sahip bu mekan, bölgenin en geniş toptan ve parakende pazarı. Çeşit çeşit kuruyemişler, hediyelik eşyalar, rengarenk şallar satılıyor. Köklü bir müzik geçmişine sahip olan Uygur Türklerinin geleneksel çalgılarından biri olan Kuştar’ı buradan satın alıyorum. Çıkışta yağmur başlıyor.Taksiye binip eve gitmeyi istiyoruz ama Çinli taksicilerin hiçbiri durmuyor boş olmalarına rağmen. Uygur halkını taksilerine almıyorlarmış meğer. İnanamıyorum böyle bir ayrımcılığa ve uzun süre şaşkınlığını yaşıyorum. Taksilerdeki sürücü koltuğunun etrafı, herhangi bir saldırıya karşı önlem olarak demir parmaklıklarla çevrili. Paranoya derecesinde bir korku var. Baskı ve zulüm yapan bu toplum insanının neyden ve kimden bu kadar korktuğunu anlamıyorum. Duyduğumda inanamadığım baskılar ve çirkinliklerin şahidi oluyorum her geçen gün esef duyarak.

Turpan

Sabahın erken saatlerinde Ürümçi’den 2 saat mesafede olan Turpan (Turfan) şehrine gitmek için yola çıkıyoruz. Dünyanın en sıcak bölgelerinden biri olan Turpan, benim bile fark edebileceğim ölçüde farklı bir lehçe ile konuşan 600 bin nüfusa sahip bir şehir. Deniz seviyesinin 500 metre altında olan bu bölge, yıl boyunca neredeyse hiç yağış almıyor ve çok kurak bir iklime sahip. Bölgedeki su sıkıntısını çözmek için 2 bin yıl önce Tanrı Dağları’ndan toplam uzunluğu 5,272 kilometre olan karez yeraltı su kanalları yapılmış. Halkın gelir kaynağı da olan ünlü Turpan üzümleri de Tanrı Dağları’nda eriyen kar sularının yer altına sızmasıyla oluşan bu su kanallarıyla besleniyor. Özel yapılan asmalarda kendi dalında kurutulan üzümler, başka türlü kokuyor ve çok lezzetli. Üzümün anavatanı da deniliyor bu topraklara.

Buradan, Uygur mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Emin Hoca Camisi’ne gidiyoruz. Turpan’ın en bilinen tarihi eseri de olan bu cami, şehrin hükümdarı Emin Hoca döneminde 1777’de yapılmaya başlanmış. Emin Hoca ölünce oğlu Süleyman tarafından bir yıl sonra tamamlanmış.

Binlerce yıllık antik kent Gao Çıng’a da evsahipligi yapan Turpan, doğası ve tarihiyle gerçekten zengin bir şehir. Uygurların ve Hunların atası Huihuların iki nehrin arasına kurdukları bu antik şehir, yüzyıllar önce savaşlar ve nehirlerin kuruması dolayısıyla terk edilmiş. Şaşkın ayrıntılarla dolu boz sarısı bir şehir.

Kaşgar

Tarih kitaplarında okuduğum bilge ve ünlü alimlerin memleketi, yüzyılların kültür merkezi Kaşgar’dayım artık. Kitapların sustuğu yerden tekrar konuşmaya başlıyor mekanlar adeta. O kadar çok gezilecek yer ve o kadar çok öğrenilecek tarih var ki bu şehirde, heyecanım had safhada. İlk durağım, 15. yüzyılda yapılmış Heytgah Camisi. Bayramın 4. günü olduğu için mi yoksa her zaman böyle mi bilmiyorum, caminin önü bayram yeri gibi.

18. yüzyılda varlıklı bir Uygur kadınının bağışıyla genişletilmiş iç avluya geçtiğimde, tadilat dolayısıyla çoğu yer kapalı; ancak bazı açık alanları gezebiliyorum. Buradan 1600’lerin sonlarında yaşamış Uygur din ve siyaset hayatının önemli ismi Apak (Afak) Hoca Türbesi’ne gidiyorum. Ön tarafındaki geniş gül bahçesiyle türbe, tam bir mimari şaheser. Türbenin içinde hocanın renkli örtülerle örtülü, küçüklü büyüklü 5 kuşak aile kabristanı bulunuyor. Türbenin rehberi hocanın ailesinden olan İpharhan adlı genç kadının dillerde efsaneleşmiş acıklı hayat öyküsünü anlatıyor.

Birkaç gün misafir olmak için arkadaşımın köyüne Artuş’a doğru yola koyuluyoruz. Olabilirliğin ötesinde bir sıcaklık ve samimiyetle bağırlarına basıyorlar beni. Büyük dayı evinde halil ibrahim sofraları kurulmuş. Lügatlarında tokum kelimesinin olmadığı, yemen için ısrar eden ve ikram üstüne ikramda bulunan insanların yanına gidiyorsun diyenler aklıma geliyor. Misafir ağırlamak bu insanlar için adeta ölümsüzlüğün tılsımlı suyunu içmek gibi bir şey. Sofrada yok yok. Bu zengin sofraya rağmen ev sahibi memnun değil; ertesi güne kurban keseceğini söylüyor. Özellikle uzaktan gelen misafir için kurban kesmek Uygur halkı için bir anane. Böyle bir şeyi kabul edemeyeceğimi söylüyorum ama nafile. Et yemediğimi, vejeteryan olduğumu söylüyorum en sonunda, ikna oluyorlar. Bu insanların gönül zenginliği hiç bir şeye eş değer değil.

Tertemiz havası ve kuş sesleriyle uyanıyoruz Artuş köyünde ilk günümüze. Kahvaltıyı yolun karşı tarafındaki bir başka akraba evinde yapıyoruz diğer köy sakinleriyle. Herkes kendilerinde de bir gece konaklamamız için ısrar ediyor. Çok vaktimizin olmadığını bir başka zamanda tekrar gelmek istediğimi ve o zaman misafir olmayı çok arzuladığımı söylüyorum. Kırgın bakıyorlar. Burada gerçek anlamında Tanrı misafirisiniz.

İlk müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra Han’ın türbesine gitmek için yola çıkıyoruz. Uzun kavak ağaçlarının gölgelediği köy yolu çevresi alabildiğine meyve bahçeleriyle dolu. Yol boyunca profesörümüzden, verdiği emirle 200 bin çadırda yaşayan Türkün, toplu olarak İslamiyeti kabul etmesiyle Türk – İslam coğrafyasında yayılmasını sağlayan, 12 yaşında müslüman olan Karahanlı Devleti’nin sultanı Satuk Buğra Han hakkındaki söylenceleri dinliyoruz.

Türbenin girişindeki iki büyük kazanın bu döneme ait olduğu söyleniyor. Firuze renkli çinilerle süslü kubbenin altında baş ve ayak kısmında yaşadığı dönemin tarihlerinin yazıldığı Satuk Han’ın türbesi bulunuyor.

Buradan, elinde kitap taşıyan büyük boy heykeliyle bizi karşılayan ünlü dil bilgini ve alim Kaşgarlı Mahmut’un türbesine gidiyoruz. Ömrünü temsil eden 97 basamakla çıkıyoruz türbeye. Ana giriş kapısında büyük boy resmi bulunuyor Türkoloji’nin bu en büyük aliminin. Türbe namaz kılmak için bir mescit, eserlerinin teşhir edildiği, “Divan-ı Lügatit Türk”le ilgili bilgilerin olduğu müze ve çam yeşili kadife örtü ile örtülü türbe sandukasının bulunduğu kısım olmak üzere 3 bölümden oluşuyor.

Akşam olup tekrar sofra başında buluştuğumuzda, tarihin bugüne, bugünün tarihe dönüştüğü zaman diliminde geziniyoruz sözlerle bir kez daha. Ertesi gün için plan yapıyoruz. Arkadaşımın da hep gitmek istediği ama gidemediği uzak akrabasının yaşadığı Taşkurgan konuşulmaya başlandı planlar arasında. Bu uzak akraba aranıyor uzaklığın ne kadar olduğunu sormak için. Araba ile 7 saat sürermiş. Kaşgar bölgesinde son iki günüm kaldığı için o kadar uzak mesafeye gidip dönmeyi göze alamıyoruz ve Yusuf Has Hacib Türbesi’ni ziyaret etmeğe karar veriyoruz.

Karakurum Karayolu ve Taşkurgan

Günün ilk ışıklarıyla birlikte uzak akraba kapıda beliriyor. Bizi almaya gelmiş 7 saatlik mesafeden. Bilincimin sınırlarını aşan gizli kalmış bir insanlığın eşiğinde duruyordum. Kahvaltı sonrası hemen yola çıkıyoruz. Dünyanın asfaltla kaplı en yüksek karayolu olan Karakurum karayolu üzerindeki göller, sıradağlar ve nehirlerin görüntüsü panoramik fotoğraf kareleri için bir cennet. Yol üzerinde birçok noktada Kırgız çadırları görüyoruz. Taştan yapılmış takı ve hediyelik eşya satan bir Kırgız satıcıdan alışveriş yapıyoruz. Geniş alanda kendine oyun alanı bulmuş rüzgar çadırları dalgalandırıp saçlarımızı havalandırıyor. Güneşe rağmen rüzgarın hükmü geçiyor buralarda. Akşama doğru Çin, Pakistan, Tacikistan ve Afganistan sınırındaki Pamir yaylasının merkezinde olan Taşkurgan’a varıyoruz. Bayram sofrası, bayramın geçmesine rağmen bütün zenginliğiyle bizi bu uzak akraba evinde de karşılıyor. Kurban meselesi burada da tekrar ediyor ve yine zor ikna ediyoruz. Kısıtlı zamanımızı dolu dolu geçirmek için erkenden dinlenmeye çekiliyoruz.

Sadece bir gün geçireceğimiz bu Tacik özerk ilçesi Taşkurgan’da erkenden uyanıyoruz. Yüzde 90’ı Tacik olan halk Uygurca öğrenim görüp Uygurca konuşuyor. Taciklerin birbirini selamlama şekilleri çok ilgimi çekiyor. Kadınlar birbirini dudaklarından öpüyor, erkeklerse tokalaşarak aynı anda eğilip birbirinin ellerini öpüyor. Bir erkekle bir kadın selamlaşırken de kadın erkeğin elini öpüyor.

Taş kale anlamına gelen Taşkurgan’da ilk ziyaret yerimiz yıkıntı durumdaki taş kale oluyor. Kalenin tepesinden ilçenin her yerini görebiliyorsunuz. Birkaç dost Tacik evlerini ziyaret ediyoruz. Farklı bir geleneğe aitler. İlçenin ana caddesi aynı zamanda pazar yeri. Öğleden sonra yola çıkıyoruz Kaşgar’a dönmek üzere. Dönüş yolunda seyretmeye doyamadığım manzaraları fotoğraf kadrajına sığdırmaya çalışıyorum.

Yine durduğumuz bir düzlükte, dağları, tepeleri çekerken tepelerden birinin ardından Çin askerleri bize doğru koşmaya başlıyor. Ne olduğunu bile anlamadan yanıma gelip anlamadığım bir melodide konuşmaya başlıyorlar. Arkadaşım ve akrabası açıklama yaptılar ama ısrarla fotoğraf makineme bakmak istiyorlar. Onlara dair tek kare olmadığını görmelerine rağmen komutanları ısrarla bütün filmleri silmemi istiyor. Komutanın yanındaki filmleri kontrol eden asker daha mülayim ve bir şeyin olmadığını anlatıyor komutanına. Arabamıza binip yola devam ediyoruz. Kaşgar’daki son geceme kazasız belasız ulaşıyorum.

Kültür diyarındaki son günüm Yusuf Has Hacib’in türbe ziyaretiyle başladı. Türk – İslam tarihi ve kültürünün en önemli eserlerinde biri “Kutadgu Bilig”in yazarı Yusuf Has Hacib’in Kaşgar’ın merkezindeki türbesi, mavi ve turkuaz renkli çinilerle süslü kubbeleriyle göz alıcı bir mimariye sahip. Türbenin duvarlarında “Kutadgu Bilig”’den beyitler yazılmış.

Ürümçi’ye dönmeden önce Kaşgar pazarına uğrayıp ballı özü ile incirini yiyip, tanenli soyluluğuyla nar suyunu içmeyi ihmal etmiyoruz.

Kanas Gölü

Ürümçi’den Çinli turistlerle birlikte 3 günlük Çin, Moğolistan ve Kazakistan sınırında olan Kanas Gölü turuna katılıyoruz. Tur rehberimiz güler yüzlü, şakacı ve sempatik bir Çinli. Çat pat ingilizcesiyle nereli olduğumuzu soruyor. Mahira, Uygur olduğunu söylemeyi uygun bulmuyor ve Avustralyalıyım diyor. Ben de Türküm diyorum. Çince gruba seslenerek, misafirlerimize nazik olun ve burun karıştırmayın; bizi dışarıda güzel anlatsınlar diye telkinde bulunuyor (telkinine rağmen kültürlerinde olan burun karıştırma merasimleriyle karşılaşıyorum her yemek masasında karşılıklı oturduğumuzda). Mahira’nın bunu bana tercüme etmesiyle gülüşüyoruz. O an anlıyor rehberimiz arkadaşımın Çince bildiğini. Şaşkınlıkla birlikte işkilli bir bakışla nerede öğrendiğini soruyor. Tur boyunca maruz kalacağımız kinayeli bakışlardan Pekin’de bir yıl dil okuluna gittiğini söyleyerek azad ediyor bizi.

Bu arada, İngilizce bilmeniz hiçbir işe yaramıyor bu topraklarda. İngilizce, Türkçe, Çince ve Uygurcaya hakim olan arkadaşım olmasaydı, kahve istediğimi bile anlatamıyor olurdum bu gezide sanırım.

Yolumuz çok uzun. Buerjin nehrinin güzelliğini gözler önüne seren bir yerde mola veriyoruz. Manzara başlı başına dokunaklı bir görsellik. Esrik bir an bu güzellikte kayboluyorum. 9-10 saat süren yolculuktan sonra Buerjin kasabasında gece konaklamak için duruyoruz. Hava Ağustos ayının sonları olmasına rağmen çok soğuk. Çinli müslümanların muhteşem yemekleriyle de bu mecburi konaklama sayesinde tanışıyorum.

Ertesi sabah erken saatlerde tekrar yola çıkıyoruz. Yol boyunca yeşil düzlüklerde tek tek serpilmiş Kazak çadırlarını görüyorum. Şiddetli rüzgarın etkisi otobüs içinde bile hissedilir seviyede. Rehber, Kazaklar hakkında bilgiler veriyor. Bir başka mola yerinde kartal yetiştiriciliği yapan Kazaklarla fotoğraf çektiriyoruz. Gelen otobüsün gidene, giden otobüsün gelene yol vererek ilerlediğimiz daracık, virajlı dağ yollarında tehlikeli bir yolculuktan sonra menzilimize varıyoruz.

Her türlü yorgunluğa değecek manzarasıyla Kanas Gölü Doğa Parkı karşımızda. Eşsizliğini kanıtlamak için tabiat, bağlı olduğu ilahi varlığın imzasını resmetmiş. Masallardan çalınmış dağlar, ağaçlar, renkler ve sülün bir nehir. Kesif çam kokuları arasında yürüyoruz, lapis kayaların altından fışkıran turkuaz rengi nehir etrafında uzun süre. Öğle yemeğimizi civardaki Moğol köylerinden birinde yiyeceğimiz için daha da yükseğe çıkıyoruz. Güneşe rağmen soğuktan dişlerim birbirine çarpıyor. Buz kesip kristalleşeceğimi düşünüyorum. Buraların kışında soğuğun haşmetini düşünemiyorum bile.

Yemek sonrası kültürlerini öğrenmek için bir Moğol çadırında yerimizi alıyoruz. Moğol kağanı Cengiz Han’ın resmi olan çadırın içi kilim ve minderlerle dolu. İçinde yağ, tuz ve biraz un olan çay ikram ediyorlar, bu coğrafyanın gerçekliğini şiirli kalıplara döktükleri ezgiler eşliğinde. Kışın gelseydik açık havada kurutulmuş et parçacıkları olan çaylarından ikram edeceklerini söylüyorlar. Çünkü hem sıcak tutup hem de enerji veriyormuş. Hüzünlü vedalaşıyorum bu ölçüsüz düşler diyarıyla.

Bu yazı 2013 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 78. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir