Perşembe , 25 Nisan 2024

Efrasiyab’ın Ülkesi: Türkmenistan

Efrasiyab’ı bir yerlerden duymuşsunuzdur mutlaka. Belki de İhsan Oktay Anar’dan. Tılsımlı bir kelime gibi, gelip kulaklarınızda yer etmiştir. Peki kimdir diye merak ettiniz mi hiç?

Yazı ve Fotoğraflar: M.Erkam Bülbül

Lafı dolandırıp süslü edebiyat cümlelerine dökmeden söyleyeyim. Ünlü İranlı yazar Firdevsî’nin Şehname’sinde geçen bir kahramandır kendileri. Artık pek çok kaynak pek çok şey söylüyor. Fakat genel kanı, şahsın Alper Tunga olduğu. Alper Tunga deyince bir ışık parladı sanki gözlerinizde. Evet o şiiri de biliyorsunuz.

Alp Er Tunga öldü mü Issız acun kaldı mı Felek öcün aldı mı Şimdi yürek yırtılu

Bu defa dolaylı bir başlangıç yapayım dedim. Zira bu sefer anlatacağım yolculuk Alper Tunga’nın kurduğu şehirde geçiyor. Alper Tunga’nın kurduğu ve tarih içinde pek çok önemli şahsiyetin rol aldığı bir şehir. Üstelik hepimiz ilkokuldan itibaren duyduk bu isimleri. İsimlere ve tarihlere bağlı kalmadan fakat onları da tamamen yadsımadan anlatmaya başlayacağım. Efendim, doğuya doğru bir sefere çıktık bu sefer. Ama çok uzaklara değil. Gittiğimiz yerdeki dostların dediği şekliyle ‘ata yurdu’na… Çok milliyet düşkünü bir insan değilim. Fakat geldiği tarihî geçmişi reddedecek bir tarafım da yok. Genelde daha çok gittiğimde öğrenmek, orada kaybol-mak zevklerim olsa da bu sefer bana ilk “Türkmenistan’a gideceksin” denildiğinde o sıralarda tüm Orta Asya’ya yayılmış olan ekibimiz gibi ben de detaylı bir araştırma yapayım dedim. Ekip Orta Asya’ya dağılmıştı, çünkü birkaç tarihî noktanın özel fotoğraflarının çekilmesi istenmişti bizden. Buhara ve Semerkant’a olan muhabbetinden dolayı Özbekistan’a dergimizin yayın yönetmeni Halit Ömer Camcı, Kazakistan’a fotoğraf sanatçısı İbrahim Usta giderken, bana da Türkmenistan yolları gözüktü. Az biraz araştırınca iyi ki de Türkmenistan dedim tabii. Tarihî Merv şehrini görmek, gezmek bana nasip olacaktı. Diğer ülkeler içinse, gelecek sefer inşallah deyip yola çıktık.

Ak Şeherim Aşkabat

Uçaktayken 13 yıldır Türkmenistan’da yaşayan Yaşar Bey’le tanışıyoruz. Ansiklopedilerde geçmeyen, Google’da yazmayan bazı özel bilgiler veriyor bize. (Yazımın ilerleyen kısımlarında tekrar karşımıza çıkacak bir kahraman oluyor, belirteyim.) 5 saat süren yolculuğun ardından Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a iniyoruz. Yaşar Bey, girişte vize ve pasaport işlemlerinde yardımcı oluyor sağolsun. İşler biraz farklı ilerlediğinden yardıma ihtiyaç duyabiliyorsunuz. Ben Türksoy’a bağlı bir kurum aracılığıyla gittiğimden Kültür Bakanlığının davetlisiyim. Kültür Bakanlığından beni karşılamaya gelecekleri için bir telefon etme ihtiyacım doğuyor. Ben kadrolu bir gezgin olduğumda telefonum sürekli yurt dışından konuşma yapılabilecek durumda. Tabii Yaşar Bey’in verdiği ilk üzücü haber, Türkmenistan’da hiçbir Türk hattıyla konuşamıyor olmamız. Daha doğrusu Turkmencell dışında hiçbir GSM operatörü size hizmet veremiyor. Açıkçası içler acısı bir durum.

Beni almaya gelen mihmandarımla buluşup uygun bir otele geçiyorum. Gece yolculuk yaptığımızdan birkaç saat dinlenmemi, sonrasında beni alıp Aşkabat’ı gezdireceklerini söylüyorlar. 1 saat kadar dinlendikten sonra 2-3 saat boyunca otelin telefonundan mihmandarlarımı arayıp duruyorum ama nafile. Hem açlık hem de boşa geçen zaman duygusu beni mahvediyor. Yaşar Bey’in verdiği bilgiler ışığında şehre doğru açılıyorum. Önce karnımı doyurup şehri şöyle bir tanıyayım diyorum. Sabah otele gelirken ilk intibam oluşmuştu zaten. Bembeyaz, gayet düzenli, şık bir şehir… Erken saatte çıktığımdan şehrin kalabalığı konusunda bir fikrim yoktu. Fakat öğlen saatlerine gelindiğinde de şehir gayet boş. Yani sessiz, sakin bir şehir.

Türkmenistan’da herhangi bir arabaya el edip durdurabiliyorsunuz. Tüm araçlar taksi vazifesi görüyor. Pazarlık etmeyi de binmeden önce yapın. Uygun fiyata yolculuk mümkün. Ben de daha uçakta öğrendiğim bu bilgilerden hareketle ilk arabaya el edip şehir merkezinde Aşkabat’ın en önemli alışveriş merkezi olan Yimpaş’a (evet bildiniz, Türkiyede’ki Yimpaş) gidiyorum. 4 manat verip arabadan iniyorum. Ardından herkesin yaptığı gibi karşıdan karşıya geçmeye çalışırken bir polis düdüğü, sonra bana doğru koşan polisler, sonra yanlış yerden geçtin diye başlayan bir rüşvet trafiği… Bir ülkeyi anlatırken genelde böyle olaylar saklanır ama ben açıkça yazıyorum. Gittiğinizde garanti karşılaşacağınız bir durum olduğundan söyleyeyim. 2 saate yakın süren pazarlık sonucu 8 dolara anlaşıyoruz (üst fiyat 100 dolardı). İyice acıkmış halde yemek yiyip tez elden otele dönüyorum. Mihmandarıma ulaşıyorum, birkaç resmî ziyaretin ardından başlıyoruz Aşkabat’ı dolaşmaya. Aşkabat yeni bir şehir. Karakum Çölü’nün ortasında bir vahada kurulmuş. Aslında Türkmenistan’ın neredeyse yüzde doksanı çöl. Özellikle uçaktan baktığınızda daha rahat anlıyorsunuz bunu. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen oldukça güzel yapılanan bir şehir. “Ak şeherim Aşkabat” sloganının yanı sıra, iyi vatandaş olmak hakkında pek çok slogan da şehrin farklı yerlerine yerleştirilmiş. Hemen her yerde Selçuklu yıldızı olan sekiz köşe yıldızı görmek mümkün. Binalardan elektrik direklerine kadar her yerde. Üsluplu bir şehir demek Aşkabat için aşırı kaçmaz. Dünyada böyle şehirler görmek pek mümkün değildir. Özellikle başkentlerde karmaşık şehir yapıları hâkimdir. Sadece şehrin bir kısmında Sovyet döneminden kalan binalar dikkat çekiyor. Onlar da düzenli. Şehir de tertemiz. Aşkabat çok önemli bir noktada, demir yolları ve Orta Asya’yı birbirine bağlayan otobanların birleştiği yerde bulunuyor. Eskiden pek çok uygarlık varmış burada ama bugün onlardan bir iz görmek mümkün değil. Tabii tüm bu anlattıklarımın yanında ben şehri sevmedim. Soğuk bir tarafı var gibi. Her şeyin kurallı ve sıkıcı olduğu bir şehir demek yersiz olmaz.

Aşkabat şehrinin ismi ise oldukça manidar. Farsçadan gelen bu isim iki kelimenin birleşmesin- den oluşuyor. ‘Aşk’ ve ‘abad’. Yani ‘aşk şehri’. Gerçi böylesi bir romantizm şehre yansımamışsa da isminin anlamını öğrendiğimde çok hoşuma gitti. Türkmenistan’ın en büyük şehri olan Aşkabat’ın nüfusu da 750 bin kişi civarında. Zaten tüm Türkmenistan’ın nüfusu da 5 buçuk milyon. Yani oldukça az nüfusa sahip. Belki de sokakların sakinliğinin sebebi budur.

Şehrin pek çok yerinde heykeller ve heybetli binalar dikkatinizi çekiyor. Tabii bir de şehrin sembolü niteliğinde kuleler var. “3 Ayak”, “5 Ayak”, “8 Ayak” ve “Anayasa Kulesi”. Bir de şehrin biraz daha dışında olan televizyon kulesi var ki gece baktığınızda kendinizi Yüzüklerin Efendisi İki Kule filminde gibi hissedebiliyorsunuz. Şehirde birkaç da önemli müze var ama benim gibi gezmek için sadece iki gününüz varsa ve elinizde ‘girilmez’ denilen bu kuleleri gezme şansınız varsa hiç vakit kaybetmeden kuleleri gezin derim. Gerçekten ihtişamlı ve son derece lüks yapılmış bu kulelerden seyrettiğiniz manzara da muhteşem. Özellikle akşam saatlerine yakın bunu yaparsanız daha çok zevk alacağınıza eminim. Ben bu önemli 4 kuleden 3’üne çıktım. 1’inin tepesinde zaten restoran var. Diğerlerine çıkmak için izin gerekiyor. Türkmenistan’da ise izin başlı başına bir sorun. Ben şahsi tecrübelerim sayesinde ‘çıkılmaz’ denen diğer iki kuleye de çıkıyorum. “5 Ayak” denilen kuleye ise ikna edeceğim biri olmadığından alt tarafından bakıp geçiyorum. Gezimin Aşkabat kısmını daha fazla uzatmadan bitireyim. Zira bence bu gezinin asıl noktası olan Merv şehri ve Bayramali hakkında anlatmam gerekenler daha önemli gibi.

Efrasiyab’ın Şehri, İpek Yolu’nun Kadim Durağı : Merv

Aşkabat’tan Mary eyaletine gitmek için vizeye ihtiyacınız var. Kolay alınan bir vize. 1 gün içinde çıkıyor. Türkmenistan’da eyaletler arasında gidecekseniz vize istiyorlar. Benim rotamda normalde Daşoguz denilen bir yer daha vardı. Orada da epey önemli eserler var. Fakat Özbekistan’la sınır olan bu şehre gitmem için gereken izni alabilmem bir haftayı bulacağından rotamın o kısmını iptal ettim. Zaten kadim Merv şehrinde görülecek o kadar çok şey var ki…

Mary eyaletine sabahın erken saatlerinde bir yolculuk yapıyorum. Mary’de yeni mihmandarım karşılıyor beni. Bir arkeolog. Aynı zamanda Merv şehrindeki kazılarda resmî sorumlulukları olan, çok beyefendi biri. Söylemeyecektim, hadi söyleyeyim: Aşkabat’taki mihmandarlarım o kadar kötüydü ki onları atlatıp ancak gezebilmiştim. Ama Merv’de böylesi biriyle gezmek benim için gerçekten çok iyi oldu.

Önce eşyalarımı bırakacak bir otele gidiyoruz. Bayramali’de otel yok, sadece bir misafirhane var ki o da Sovyet döneminden kalma çok çok eski bir yer. (Zannedersem kaldığım en kötü yerdi. Gerçi bu çok dert ettiğim bir şey değil. Başımızı sokacak bir yer olsun, yeter.) Ardından hemen yola çıkıyoruz. Mihmandarımla önce İngilizce konuşuyoruz. Ama o bu işe bir son vererek “Senlen ata dilinde gonuşacaz” diyor. Ben de bu yaklaşımından mutluluk duyarak elimden geldiğince Türkmence konuşmaya gayret ediyorum. Zorda kalmadıkça her şey ortak kelimelerimizden oluşan öz Türkçeyle. Bana öncelikle Selçuklulardan kalma eserleri gösteriyor. Eserlerin yapılış biçimlerini, neden önemli olduklarını anlatıyor. Sonra Moğollardan kalma eserlere geçiyor. Tabii Moğolları anlatırken kızgınlığı da yansıyor. “Her şeyi yıkmışlar burada” diyor. Ardından Merv’i çevreleyen surları geziyoruz. Merv öyle bir tarihe sahip ki tâ Efrasiyab’dan –yani Alper Tunga’dan– başlayıp İskender’e, oradan Romalılara, oradan Sasanîlere oradan Abbasîlere, Harzemşahlara, Selçuklulara diye uzuyor. Bir tarihçi olmadığımdan sıralamada yanlışlıklarım olabilir. Ama pek çok medeniyetten izlerin olması ve hepsinin iç içe geçmesi gerçekten özel bir durum. Üstelik Moğol yağmasıyla yerle bir edilmiş olmasına rağmen.

Genel bir gezinin ardından Yusuf el-Hamedani türbesine gidiyoruz. Türkmenistan’da özellikle türbe ve ibadethanelerde Şaman dönemden kalma pek çok âdete rastlıyorum. Bu türbede de dua edenlerin yanında dilek ağacına çaput bağlayanlar da oluyor. Arka tarafta bir yemekhane var. Buraya dua etmeye gelenlerin verdiği bağışlarla yine pek çok insan doyuruluyor. Uzak yoldan gelenler, fakir olanlar; yani herkes. Fakat İslam anlayışından söz etmek de mümkün değil. Daha çok töresel bir anlayışın izleri görülüyor. Türbe etrafında dolanıp bir miktar fotoğraf çektikten sonra minik bir ara verip mihmandarımın ofisinde yeşil çay içip Sultan Sencer türbesine doğru yol almaya başlıyoruz. Sultan Sencer türbesi TİKA (Türkiye İktisadi Kalkınma Ajansı) tarafından restore edilmiş. Bölgede restore edilmiş tek eser denilebilir. İnsan diğer eserlerin de bu şekilde restore edilmesini arzuluyor. Bu kadar önemli eseri barındıran bu kadim kentin daha çok bilmesi, gün yüzüne çıkarılması gerekli. Ben de, restore etmek ne denli önemli bir işse fotoğrafları insanlara sunmak da o denli önemli diye düşünerek, bana verilen imtiyaz sayesinde türbenin her noktasını fotoğraflıyorum. Artık akşam olmak üzereyken son bir gayretle koşturarak birkaç da sahabe mezarı ziyaret ediyoruz. İslam tarihindeki çok önemli isimlerden bazılarının türbeleri burada. Akşam yavaş yavaş bu kadim kentin üstüne dönerken ben de kaldığım mihmandarhaneme, yani otelime dönüyorum. Otelde yemek falan hak getire. Hemen çıkışında bir kafe var. Bir bilgi olarak yeri gelmişken ekleyeyim, kafe dedikleri yerler restoran aslında. Ben de hem yerel birkaç lezzeti tadayım hem de günün yorgunluğunu bir nebze atayım diye kafeye gidiyorum. Hemen yeşil çay geliyor. Yolunuz Türkmenistan’a düştüğünde Özbek yemekleri olarak bildiğimiz Özbek pilavı ve mantısını tatmadan dönmeyin. Ha bir de kavun karpuzun en lezzetlilerini bulacağınız diyarlar buralar. Yemeğimi yiyip şehirde uzun bir akşam yürüyüşü yapıyorum. Ardından tekrar aynı kafeye gelerek yeşil çay içmeye devam ediyorum. Hem ortamı gözleyip hem de günün notlarını toparlarken uyku yavaşça bastırmaya başlıyor. Odamın klimasını iyi ki çıkmadan çalıştırmışım. Zira 1960 model bir klimanın 20 m2’lik bir odayı soğutması birkaç saat sürüyor.

Sabah erken saatte mihmandarımla buluşuyoruz. Bugünkü hedefimiz Talkhatan Baba Camii. Önemli bir Selçuklu dönemi eseri olan bu cami, yapılış biçimiyle nadide örneklerden biri. Bizim de Türkmenistan’a gidiş sebeplerimizden. Bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından varıyoruz cami çevresine. Bayramali’den ötede, Merv’den de uzakta dolayısıyla. Caminin fotoğraflarını çekip tekrar Bayramali’ye dönüyoruz.

Merv şehrinde eksik kalan birkaç parça yeri de gördükten sonra Aşkabat’a dönmek üzere Mary eyaletine gidiyoruz. Mihmandarım beni yalnız bırakmıyor. Mary’de küçük bir şehir turunun ardından havaalanına geliyorum. Havaalanında güvenlik adına yapılanlar oldukça can sıkıcı. Tüm makine ve teçhizatlar tek tek inceleniyor. Tabii iki günlük Mary eyaleti gezim sırasında birkaç kez yabancılar şubesinde görünmemin istenmesi de ayrıca ülkede yaşanan güvenlik denetiminin göstergesi. Sovyet izleri ülkede görülür biçimde. Bir de müthiş bir güvensizlik ortamı hâkim. Tabii bunu halka indirgemek mümkün değil. Fakat tüm devlet dairelerinde ve özellikle poliste fazlasıyla can sıkıyor. Akşam olan biletimi, biraz zorlanmanın ardından bir saat önceki uçağa kaydırarak havadan Karakum Çölü’nü de görüyorum. Aşkabat’a dönüp tekrar otelime yerleşiyorum. Uçağım sabaha doğru. Kalan vaktimde birkaç yer daha görebilmek için hiç durmadan kendimi tekrar şehrin sokaklarına atıyorum. Fazla dayanamadan tekrar şehir merkezindeki Yimpaş’ta alıyorum soluğu. Zannedersem yolculuklarımda dayanamadığım tek şey açlık. Yimpaş’ta uçaktayken tanıştığım Yaşar Bey’le karşılaşıyoruz. Ayaküstü başlayan sohbet uzayıp geç vakte kadar sürüyor. Sağolsun, bize bir ev sahibi gibi bakıyor orada, kendisi de gurbette olmasına rağmen. Tüm bunların üzerine, gece beni havaalanına götürecek aracımı da ayarlayıp vedalaşıyoruz. Sonrasında gene havaalanı maceraları… Yeniden eve dönüş ve yolların tozunun özlemi…

Bu yazı 2012 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 70. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir