Cuma , 22 Kasım 2024

Fas – Marakeş

Afrika Kıtası’nın mistik ülkesi Fas’ın büyüleyen kenti Marakeş. Tarihi dokusuna uyum sağlayan otantik şehir hayatı ve gizemli sokaklarıyla bambaşka bir seyahat deneyimi.                       

Yazı ve Fotoğraflar: Ayşegül Kara Üge

Afrika’nın büyülü kentine olan yolculuğumuz Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Kasablanka’ya süren yaklaşık 5 saatlik uçak yolcuğumuzla başlıyor. Kasablanka, gezi turumuzun son gününe ayrıldığı için otelimize gitmek üzere bizi karşılayan rehberimizle birlikte Marakeş’e doğru yola koyuluyoruz.

Bu ülkede arapça, fransızca ve ingilizce konuşuluyor. Yerli halkı araplardan ve berberilerden oluşuyor. Fas’ın tarihi şehirlerinden biri olan Marakeş’te evler de dahil tüm yapılar açık pembe ve tonlarında yapılmış. Şehir merkezinde caddelerin kenarı üstleri portakal dolu ağaçlarla süslenmiş. Portakalın bolluğundan dolayı, yol kenarında sıkça seyyar portakal suyu satıcılarını görmemize sebep oluyor.

Marakeş gezimizin ilk gününde rehberimizle birlikte çizdiğimiz rota doğrultusunda ilk durağımız olan Yves Saint Laurent’in anısına yapılmış olan bahçeye doğru ilerliyoruz. Yves Saint Laurent’in evinin de bulunduğu yere yapılmış olan bu bahçeden içeri adımımızı attığımızda gölete giden dar yollar, köprüler ve bahçenin kenarında bulunan evin duvarları da dahil yeşilin türlü tonlarını barındıran envai çeşit ağaç ve bitki çeşitleriyle yüz yüze geliyoruz. Bu kısa yemyeşil turun ardından tarihi yerlere gitmeden önce rehberimizin tavsiyesi üzerine Palmiye Bahçeleri diye anılan, daha çok şehrin iyi gelirli vatandaşlarının yerleşim yeri olan, yol boyunca golf sahalarının bulunduğu semte doğru ilerliyoruz. Yol kenarında isteyen turistlerin binip fotoğraf çekindiği develerin yakınında fotoğraf molası veriyoruz. Şehrin merkezinden her yönden oldukça farklı olan bu bölümü bize Marekeş’te insanların aynı şehir içinde ne kadar farklı koşullarda yaşadığını gösteriyor.

Asıl Marakeş’i göreceğimiz tarihi çarşısının ve Bahai Sarayının olduğu yere gidiyoruz. Dar, kalabalık sokaklardan ilerleyip sarayın yanında rehberimizden ayrılıyoruz. Saray, içerisinde eşyaların olmadığı, tavan ve kapı işçiliğinin göz kamaştırdığı bir yapı. Bahçesi de Marakeş’in sokakları gibi üzeri portakallı ağaçlarla dolu. Birbirine açılan odalarda ilerleyip labirenti anımsatan bu saraydan ayrılıyoruz. Eski sarayın Hemen yakınında bulunan Kütübiye Camii ve meydanın olduğu yere gitmek üzere yola koyuluyoruz.

Kütübiye Camii…

Marakeş’in kalbi eski şehir, yerli ifadeyle Medina adı verilen çarşının ve ünlü meydanının olduğu yerde atıyor. Cema’ül Fena denilen bu meydanın hemen karşısında şehrin simgelerinden biri olan Kütübiye Camii bulunuyor. Camiiden içeri girmek istediğimizde kapılarının kapalı olduğunu farkediyoruz. Tam girmekten vazgeçecekken Faslıların da yardımıyla kapıyı çalarak içeriden açmalarını bekliyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki Fas’ta camiilerin kapısı yalnız namaz vakti açık oluyormuş. Mimari olarak içi ve dışı bizim camiilerimizden oldukça farklı. Minaresi dikdörtgen prizması şeklinde olup, içi de çapraz paraleller oluşturacak şekilde ilerliyor. Caminin şadırvanına camiinin içine girdikten sonra geçiliyor. Ağaçlarla kaplı açık bir alan burası. Camiiden çıkıp park gibi bir yerin içinden, sıra sıra dizilmiş faytonların yanından ilerleyip meydanın olduğu yere doğru yol alıyoruz.

Marakeş’in merkezinde trafik tam bir keşmekeş. Araçların yarısından fazlası motosikletten oluşuyor. Ve bu motosiklet kullanıcıları arasında bayan sürücü popülasyonu azımsanmayacak çoğunlukta. Koşar adımlarla bu trafikten kaçıp meydana vardığımızda, meydana bakan neredeyse her yerin kafe ve benzeri işletmeyle çevrildiğini görüyoruz. Çoğunun terası seyretmeye gelen turistlerle dolup taşıyor. Meydanı yukarıdan seyretmek isteyip bu kafelerden birinde güç de olsa kendimize yer buluyoruz. Aşağıdaki davul ve zurna sesleri saatin ilerlemesinden mütevellit bir cümbüşün başlayacağını haber veriyor. Saat 4’ten sonra pazar alanı kurulup, göstericiler ve seyirciler yerlerini almaya başlıyorlar. İçeceklerimizi içip kendimizi meydanın ortasına atıyoruz.

Marekeş’in Pazar Meydanı…

İlk durağımızı maymunlarla fotoğraf çekinmek üzere veriyoruz. Henüz teklif etmeden üzerimize koyulan iki maymunun şaşkınlığında, sırayla poz vermeye çalışıyoruz. Bu alanda her şeyin bir bedeli var. Uzaktan fotoğrafını çektiğiniz bir yılan oynatıcı bile peşinize takılıp para talep edebiliyor. Ve izni olmadan verdiği bu karenin bedelini almadan uzaklaşmıyor.

Meydanda her kafadan bir ses çıkma deyiminin vücut bulmuş halinin müzikal yansımasını görüyoruz. Davul-zurna sesinin yanı sıra her cd satıcısından farklı tarzda oryantal müzik dinletileri eşliğinde, akrobasi gösterisi yapan ve etrafını çevrelemiş çeşitli kalabalıkların arasından geçiyoruz. Herkes müşterisini bekliyor. Kimi falcı amcalar önlerinde küreleriyle, kimi yüzü kına desenli teyzeler yakmak için bekledikleri kınalarıyla, kimi hikaye anlatıcıları kostümleriyle, kimi baharatları, kimi yiyecek, takı ve nice sunumlarıyla.

Kıyamet meydanını andıran bu kalabalık etrafı dolanan şaşkın bakışlarıyla tantanayı anlamaya çalışan turistlerle tamamlanmış gibi duruyor. Tabii bir de bu insan ve ses yoğunluğunun haricinde kokudan da bahsetmemiz gerek; envai çeşit pişmiş böcek, et, sakatat ve adını bilmediğimiz kokusunu orada kaldığımız süre zarfında çok iyi öğrendiğimiz baharatlar da bu cümbüşün tuzu biberi oluyor.

Meydandan ayrılıp civardaki kafelerden birine oturup Fas’a özel bir çay olan nane çayını deniyoruz. Merkezden ayrılmadan önce kaktüs meyvesi olan, değdiği yerde bıraktığı pembelikten ötürü ustalık isteyen meyve tezgahının önünde kuyruk oluşturuyoruz. Kabuğu bıçakla ortadan kesilip içi kürdan yardımıyla alınan bu meyve dudaklarımızın ve dişlerimizin pembeliğiyle kısa süreliğine de olsa kendimizi birer vampir gibi hissetmemize sebep oluyor. Tadını çok beğenmemiz üzerine otelde yemek üzere kiloyla alıp oradan ayrılmamızla günümüz sonra eriyor.

Berberileri Ziyaret…

Atlas dağlarının eteğinde yer alan Marakeş’e gelip de Atlas dağlarına gitmemek olmaz diyerek bir günümüzü berberilerin yaşadığı köylere çıkmaya ayırıyoruz. Üzerinde aralıklarla çok sayıda köprünün bulunduğu bir nehrin kenarından yükseltimizi arttırıyoruz. Berberi evlerini ziyaret edip onların nasıl yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Doğanın ve tabii ki temiz havanın eşliğinde kendimizi az da olsa Karadeniz bölgesinde bir gezintide hissediyor, yöresel tatlar ve eşyalardan nasibimizi alıp gezimizi sonlandırıyoruz.

KAZABLANKA…

Kazablanka, ülkenin ekonomisinin merkezi olan şehirlerinden biri. Dilimize dolanan Nil’in “Kazablanka’ da yağmur var, yağmur,” diye devam eden şarkısı eşliğinde şehre girişimizde bizi yağmur karşılıyor. Önce Kral Hasan 2 camiinin olduğu yere ilerliyoruz. Camii dünyanın sayılı en büyük camiilerinden biri. Aynı anda içinde 25.000 kişinin namaz kılabildiği bu camiinin minaresi 210 metre yükseklikle dünyanın en yüksek minaresi. Camiinin içindeki yürüyen merdivenin de şaşkınlığıyla birbirimize etkilendiğimiz ayrıntıları anlatıp camiiden ayrılıyoruz.

Burası gezdiğimiz iki şehirden oldukça farklı. Lüks villaların sayısının çokluğu, görkemi, arabaların ihtişamı bize gelir seviyesinin durumu hakkında fazlasıyla bilgi veriyor. Alışveriş için uğradığımız cadde yapısı itibariyle Cadde Bostan’ı, markalar itibariyle Nişantaşı’nı anımsatıyor. Fas’lıların kullandıkları yağ ve baharatlardan ötürü yemeklerini pek sevemediğimiz için kendimizi bildiğimiz fast food zincirlerinden birine atıyoruz. Karnımızı doyurup okyanus kenarında gezintimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Uçak saatimiz yaklaştığı için kalan zamanda eski şehir denilen yere gitmek istediğimizi söyleyip, elimizde kalan son dirhemleri harcamak üzere yola koyuluyoruz. Marakeş’tekine çok benzeyen bu yerde aynı eşyaların arasında parasız kalana kadar dolanıyoruz. Vermiş olduğumuz çay kahve molasının ardından, rehberimizle buluşup havalanına doğru yol alıyoruz.

SUVEYRE…

Essaouira, Fas’lıların dilinde Suveyre, Fas’ın Atlantik Okyanusu’na bakan UNESCO Dünya mirası listesinde bulunan küçük, sevimli bir balıkçı kenti. Rehberimiz eşliğinde Marakeş’ten Suveyre’ye doğru yol alırken, yolda Fas’ın ünlü argan ağaçlarıyla donatılmış yollarından geçiyoruz. Turistik öneminin farkındaki Faslılar, ağaçların dallarına keçileri yerleştirmiş, bizim gibi onlarla fotoğraf çektirmek isteyen insanları bekliyorlar. İlk fotoğraf molamızı bu ağaçlardaki sevimli keçilerle aynı karede buluşabilmek için veriyoruz.

Rehberimiz yol boyunca argan yağı ve yöresel eşyalar alabileceğimiz yerlere uğrayacağımızı söylüyor.(Argan Yağı, Fas kadınlarının düzenli olarak yüzlerine, vücutlarına, tırnaklarına ve saçlarına  uygulayarak sağlıklı ve güzel bir vücuda sahip olmasını sağlıyor. Argan Yağı sadece Fas’ın güney batısındaki Agadir, Essaouira ve Taroudant bölgelerinde yetişen ve UNESCO tarafından koruma altına alınan (Argania Spinosa) ağacının meyvesinden elde ediliyor.) Bunun üzerine durduğumuz argan ürünleri satan yerde bizi bir grup bayan karşılıyor. Önce argan yağının yapımını seyredip, ardından ekmek eşliğinde çeşitli argan yağı ürünlerini tatmamızı istiyorlar. Bu küçük ziyafetin ardından argan yağlı pek çok ürünü görüp satın alabileceğimiz bölüme geçiyoruz. Alışveriş tamamlanınca Suveyre’ye yolculuğumuza devam ediyoruz.

Fas’ta sürücüler trafik radarına yakalanmamak için şehirlerarası yollarda bile oldukça yavaş seyrediyorlar. Bu da bizim yolculuğumuzun 2 saati bulmasına sebep oluyor. Deniz kenarında bir yere aracımızı parkedip birkaç saat sonra buluşmak üzere rehberimizden ayrılıyoruz. Önce limana uğruyoruz. Limanda martılar insanlara adeta poz veriyorlar. Fotoğraf çekmek için yaklaştığımız mesafe bizi daha önce yaşamadığımız bir deneyimi tattırıyor. Sandalların ve teknelerin arasından geçip, okyanusun kenarındaki şehrin çarşısına doğru yol alıyoruz. İçerisi bizim kapalı çarşının açığını andıran küçük dükkanlarla dolu. Yöresel ürünler ziyaretçilerin beğenilerine sunulmuş, bekliyorlar. Deve derisinden çeşit çeşit ayakkabı ve terlikler, çeşitli ahşap hediyelik eşyalar, Fas’ın yöresel kıyafeti olan cellebiler, şallar, argan ürünleri ve daha niceleri. Dar, eski evlerle dolu sokaklarda kaybolmamak için birbirimizi kolluyoruz. Bu hoş otantik yerde ilerlerken birden kendimizi şehrin pazarında buluyoruz. Çeşit çeşit meyve, sebze, et ve benzeri gıda ürünlerinin olduğu bu yerde kalabalığın, sesin ve kokunun da harmanlanmasıyla kendimizi bambaşka bir dünyada hissediyoruz. Buradaki yoğunluğu bırakıp eski sokaklara geri dönüyoruz.

Fas’ın geneline hakim pazarlık konusu burada da geçerli. Söylenen fiyatın yarısını teklif ettiğinizde kabul etmeyen satıcı yok gibi. Daha da altına alabilmeniz mümkün. Pazarlık bu ülkenin olmazsa olmazı. Yeme-içme de oldukça ucuz. Ülkemizle kıyaslandığında pazarlık etmeye bile gerek kalmıyor. Alışverişimizi tamamlayıp rehberimizle buluşuyoruz. Bizi isteğimiz üzerine okyanus kenarında yemek yiyebileceğimiz bir restorana götürüyor. Burada Tajin adı verilen Fas’a özel bir yemekle tanışmamıza vesile oluyor. Seçimimizi köfteli tajinden yana kullanıyoruz. Bol kimyonlu bu yemek bizim mutfağımızı çağrıştırsa da içindeki yağın tadı ve baharatların yoğunluğu bambaşka bir şey yediğimizi düşündürüyor.

Karnımızı doyurduktan sonra kumsalda sahipleri tarafından kiralanmayı bekleyen atlar ve develer eşliğinde fotoğraf çekiniyoruz. Paraşütle sörf yapanlar, dörtnala at koşturanlar ve okyanusu seyretmeye gelenlerle birlikte sahilde yaklaşık bir saat geçiriyoruz. Ardından soluklanma mahiyetinde bir başka yere oturup çay, ve portakal sularımızı yudumluyoruz. Çayın markası bizim de kullandığımız bir marka olmasına rağmen oldukça farklı. Çünkü Fas’ta suların tadı çok değişik. Damak zevkimize en yakın markayı birkaç denemeden sonra bulup her gittiğimiz yerde o marka su istiyoruz. Portakal suyu ise portakallarının tadı bizimkilerden farklı olmasına rağmen oldukça lezzetli.

Dönüş vaktimiz geldiği için aracımızın olduğu yere doğru ilerliyoruz. Rehberimiz biz yokken kendisine Fas’lıların çok sevdiği bir aktivite olan hamam ziyafeti vermiş. Hep birlikte gülüşüp bu ülkenin en çok sevdiğimiz şehri seçtiğimiz Suveyre’den ayrılıp Marakeş’e otelimize doğru yol alıyoruz. Yolda çöle de gitmek istediğimizi dile getirdiğimizde rehberimiz bunun için ekstra 2 güne ihtiyacımız olduğunu söylediğinde çölde çadırda gecelemek ve safariye katılma hayalimizden ayrılıyoruz.

Bu yazı 2013 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 76. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir