Çarşamba , 17 Nisan 2024

Fotoğraf Üzerine Düşünceler 2 / Gösteri Toplumunda Görsel Düşünme Mi Teşhir Mi?

Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler. John Berger

Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz

Modernite anlatılırken gösteri, imge, temsil, imaj vb. kavramlar öne çıkar. Modern insan ve toplum için imge ve imaj, gerçeğinden daha önemlidir. Ne olduğunuz değil nasıl göründüğünüz ve algılandığınız önemlidir. Olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak problemi yoktur. İmaj hakikatten daha gerçektir. Nitekim bu bağlamda bazı sosyologlar içinde yaşadığımız yüzyıla “gösteri toplumu” adını vermişlerdir. (Barthes, “Göstergeler İmparatorluğu” der.)

Gösteri toplumu bir görüntü toplumudur; görüntüler ağından oluşmuş, imajın her şeyi belirlediği suretin sirete egemen olduğu bir toplum. Bu toplum, görüntünün hakikat olduğu ve asla yalan söyleyemeyeceği önermesi üzerine kurulmuştur. İnsanlar görsel olana yöneltilir. Resim, fotoğraf ve bilhassa da internet ve televizyon bu toplumun ve dönemin ana unsurlarıdır. Artık her alanda teorik mülahazalar değil, tamamen görsel araçlar önemli ve belirleyicidir. Eğitimden sağlığa her alanda görüntünün egemenliği vardır. Görsel olmayan hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Gelenekteki gaib ile olan ilişki, teorik çerçeve görsellikle ve görüntü ile parçalanmış “Tanrı” hariç her şey görselliğin ve gösterinin konusu olmuştur. “Görme”nin mahiyeti tamamen değişerek, insanlar “görmediklerine” inanmamaya başlamışlardır.

Hz. Ali’ye atfedilen “ben görmediğim Allah’a inanmam” sözündeki görme değildir burada söz konusu olan. Kalp gözü veya basiret kelimesi ile de alakası yoktur. Buradaki görme tamamen duyusal olanla ilgilidir. Deney ve gözlem yoluyla denenebilen ve gözlenebilen her şeydir görmenin konusu. Öyleyse modern toplumda kalbî bir görmeden söz edilemez. Görme sadece göze indirgenmiştir.

Kaldı ki durum sadece bundan ibaret de değildir. Yani görme sadece göze indirgenmiş bir olayla da kalmamaktadır. Rönesans’ın perspektif anlayışı ile de doğru orantılı olarak görme artık gösterilen ile de doğru orantılıdır. Diğer deyişle görme o kadar tanımlanmış ve sınırlanmıştır ki, görme hadisesi göze bırakılamayacak kadar önemlidir. İnsanın neye güleceğinin, neye ağlayacağının belirlendiği gibi, insanın neyi göreceğinin de belirlenmesi ve ona gösterilmesi gerekir. İşte özellikle fotoğraf makinesi ile kameranın modern dönemdeki en temel işlevi burada ortaya çıkmaktadır. Toplum ve insan neyi görmelidir ve ona ne gösterilmelidir?

Dolayısıyla modern toplum insana nasıl düşünmesi gerektiğini, düşünürken, bilgi elde edinirken nasıl bir yöntem kullanması gerektiğini dayattığı gibi, görsel anlamda da neyi görmesi gerektiğini belirlemektedir. Çünkü modernizm kendisinin belirlemediği bir alanı bırakmaz ve buna asla tahammül göstermez.

Rönesans’tan geldiği ve görsel olanın önemli oranda monist yani tekçi bir bakış açısıyla veya perspektif kurallarıyla ve ideolojisiyle tanımlandığı bir süreci yaşıyoruz. Sinemada da fotoğrafta da görüntüyü ve gösteriyi belirleyen, neyi görmemiz gerektiğini belirleyen objektif ve kameradır. Ve elbette ki o objektifi ve kamerayı belirleyen ideoloji veya dünya görüşü… Ya da kameranın görüntüyü insana dezenformasyon yoluyla dayatması.

Modernitenin en temel özelliği imajı ve görüntüyü oluştururken kendi paradigmalarına göre hareket etmesidir. Hakikat veya olanın mahiyeti önemli değildir. Önemli olan verilmesi gereken mesaj veya oluşturulması gereken görüntü ve temsildir. 1 no’lu fotoğraf üzerinden hareket edecek olursak; modern bir bakış açısı veya görsellik anlayışı bu görüntüyü, siyahların eline esir düşmüş bir beyazın hali olarak yansıtacaktır. Muhtemelen tv veya görsel dergilerde ilk haber veya manşetlere çıkacak ve beyazların köleleşmesinden dahi dem vurulacaktır. İronik de olsa bu mümkündür çünkü Batı medyası bir anlamda bunun üzerine kuruludur. Dolayısıyla burada gösterilen ve görülmesi istenen hakikatin önüne geçmiş hatta hakikati yok ederek onun yerini almıştır. Ya da bir başka boyuttan bakarsak aynı görüntüyü, dünyadaki paylaşımın, adaletin, kardeşliğin görüntüsü olarak ta sunulabilir.

Yine 2 no’lu fotoğraf aynı bağlamda birini boğazlamak için elindeki bıçakla bekleyen bir “vahşi ve ilkel” olarak algılanabilir. Kazılan çukur ve yanındaki kuru ağaçlarla da bu imaj desteklenebilir.

Bu verdiğimiz örnekler olumsuz bir imaj ve bakış açısı oluşturmak içindi. Tersinden yani olumlu bir imaj oluşturmak için de aynı görme ve gösterme yöntemi kullanılabilir.

Mesela 3 ve 4 no’lu fotoğraflardan yola çıkılarak bu kez, Afrika’daki ilerleme ve gelişme, ya da Batılılaşma, “medenileşme” vurgusu yapılabilir ve “çağdaşlık” imajı oluşturulabilir. Özellikle 4 no’lu fotoğraf üzerinde durularak Afrika insanının “ilerlemesi ve modernleşmesi” bağlamında tezler geliştirilebilir. Afrikalı gençlerin de artık modern insan gibi göründükleri, davrandıkları, giyindikleri öne çıkarılıp, dünyada bir eşitsizliğin, adaletsizliğin ve sömürünün olmadığı “imajı” yayılabilir. Olumlu veya olumsuz burada da imaj ve görüntü hakikatin yerini almıştır.

Feurbach’ın da belirttiği gibi çağımızın tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur. Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır. Dolayısıyla modern üretim şartlarının egemen olduğu bir toplumda tüm hayatı kuşatan bir görüntüdür ve görünmekte olan şey bir gösteriden ibarettir. Debord’un deyimiyle yaşanmış olan her şey yerini bir temsile (imaja) bırakarak uzaklaşmıştır.

Batı toplumunda bir yaşam biçimi olan bu anlayış geleneksel toplumlarda özellikle Asya ve Afrika toplumlarında ise ironik ve hatta komik “görüntülere” bırakmaktadır yerini. Ortaya çıkan yine bir görüntüdür elbette ama burada bizatihi görüntünün kendisi paradoksaldır. Bunun içindir ki modernleşme sürecinin içine girmiş toplumların bu süreçleri başladıktan sonra asla ve asla devam etmez. Çünkü onların sürekli bu paradoksta kalmaları istenmektedir. Bu paradoksta kalmalılar ki kendi özlerini ve hakikatlerini sorgulasınlar, kendilerine ait değer yargılarından şüphelensinler ve geçmişsiz, hafızasız kalsınlar. Bundan dolayıdır ki “modernleşen” bir Batılı olmayan toplumdan söz edilemez (Buna Japonya da dahildir.) (Bk. 5 ve 6 no’lu fotoğraflar.)

Görüntünün egemenliği insanın zamanını ve mekânını değil bizatihi kendini, özünü, benliğini parçalamaktadır. Çünkü görüntü insanda “içsel” olanı, “muhayyile”yi bırakmamaktadır. İnsanı dış göze, gördüğüne mahkum etmektedir. İşte tam da burada imaj insana egemen olmakta, insanın kendisi sanal olan tarafından belirlenmektedir. İmajın ve sanal olanın hakikati artık bizden daha hakikat ve gerçektir. Baudrillard’ın dediği gibi bugün, biz sanal olanı düşünmüyoruz, sanal olan bizi düşünüyor. Bizi gerçeklikten kesin biçimde ayıran bu algılanması imkânsız şeffaflık, bir sineğin pencere camına çarpması ve çarpınca, kendisini dış dünyadan ayıran şeyin ne olduğunu bilememesi kadar akla sığmayacak bir şey. Sinek kendisinin uzamına son veren şeyin ne olduğunu imgeleyemez bile. Aynı şekilde, biz de sanallığın, dünya hakkında zihnimizde tasarlanan her biçimi, sanki ona el uzatıyormuşçasına ne kadar değiştirdiğini imgeleyemiyoruz. Görüntü, görsel olan, video, etkileşimli ekran, multimedya, internet sanal gerçeklik: Karşılıklı etkileşim bizi her yandan tehdit ediyor. Her yerde mesafeler birbirine karışıyor, her yerde mesafe ortadan kaldırılıyor. Cinsiyetler arasında, zıt kutuplar arasında, sahneyle salon arasında, eylemin başkahramanları arasında, özneyle nesne arasında, gerçekle gerçeğin sureti arasında bir mesafe yok artık. Bizatihi dünyanın kendisi bir görüntü haline getirilmiş hatta fotoğraf açısından düşünecek olursak bir kadraj içi yerleşim halini almıştır. Dünya yaşanılan bir yer olmaktan çok fotoğrafla ilgili bir nesnedir. İnsan artık evrenin merkezi değil, tüketimin ve imajın merkezidir.

Konunun daha iyi anlaşılması için daha somut bir örnek verebiliriz. Zaman zaman fotoğraflarını veya görüntülerini gördüğümüz “popüler” “ünlü” insanlarla yüz yüze geliriz, karşılaşırız. Gördüğümüz insanlar, makyajlı, süslü, bakımlı, şık ta olsalar bizi şaşırtır hatta olumsuz anlamda bir şoka da uğratır. Çünkü yüz yüze gördüğümüz söz konusu popüler insan bizim fotoğraflarda ya da görüntülerde gördüğümüz insan değildir. Fotoğrafın ve görüntünün, dijital olanın imajı, yüz yüze gördüğümüz insanın hakikatini aşmıştır. Diğer deyişle yüz yüze gördüğümüz insanın imajı, bizdeki imajda yok olmuş, anlamsızlaşmış, kaybolmuştur. (Genellikle imajları hakikatlerinden önde olan pek çok insan bilinçli olarak fotoğraf çektirmemeye ve görüntü vermemeye özen gösterirler.)

Dolayısıyla fotoğraf görüntü üzerinden bir “öldürmek” aynı zamanda  bir “yeniden yaratmak”tır. Bu bağlamda fotoğrafçı farkında olarak veya olmayarak “Tanrı”yı taklit eder. Hatta öyle ki Tanrı’yı taklit ettiğinin farkında bile olmaz.

Fotoğraf çekmenin ve insanı görüntü haline getirmenin bu boyutunu etik anlamda da göz ardı etmemeliyiz. Yüzyılın varoluşçularının önemli bir kısmı görülmeyi köleleşmekle, sınırlanmakla ve tanımlanmakla eş değer tutmuşlardır. Çünkü onlara göre görülmek yargılanmak, kusurlu bulunmaktır. (Burada ‘müteal’ olanın görülmemesi ve görünmezliği düşünülmelidir.) Bu durum fotoğrafı çekilen, yani görüntünün konusu olan insan açısından da paradoksaldır. Çünkü görüntüsü alınan insan da kendi tabiiliğinden, hakikatinden çıkar ve uzaklaşır: Poz verir. Poz vermek bizatihi kendini değiştirmek, kendine bir imaj oluşturmaktır. (Bk. 7 no’lu fotoğraf) Kendine bambaşka bir yeni beden oluşturmak, bir görüntü öncesinde kendini dönüştürmektir. Nitekim fotoğrafın ve görüntünün en önemli özelliği, kişiyi kendisinin ötesine taşıması, onu, olduğundan başka bir biçimde göstermesi ve sunmasıdır. Öldürme ve yaratma derken, “Tanrı”yı taklit etme derken bunu kastediyorum. Görüntü bizi ikiye böler. Ben ve görüntüm. Ben ve görüntüm ya da suretim arasında ise sürekli bir uzaklaşma, değişme, yabancılaşma söz konusudur.

Poz vermenin teşhir ile ilgisi de göz ardı edilmemelidir. Günümüzde daha çok kadın bedeni üstünden yapılan teşhir ve teşhircilik son dönemlerde görüntünün ve gösterinin ana unsuru haline gelmiştir. Öyle bir toplumda ve çağda yaşıyoruz ki görüldüğünün farkına varan insanlar zorunlu olarak teşhire başlıyorlar. Bakışı, giyimi, konuşması, her şeyi “poz verme” halidir. Sürekli yapaydır, sürekli izlendiğini hisseder ve ona göre görüntü verir. Dolayısıyla siz onun hakikatini değil imajını, görüntüsünü görürsünüz. Fotoğrafı çekerken gerçeği değil görüntüyü çekmiş oluruz. Hakikati değil, imajı yansıtmış oluruz.  Aslında biraz cesaretle söyleyecek olursak bu da “yeni kulluğun” bir başka biçimidir.  Her an Tanrı’nın kendisini gördüğünü reddeden bir insanın, her an kamera tarafından görüldüğü bilinci ile hareket etmesi ve ona göre yaşamasıdır söz konusu olan.

Fotoğraf dönüştürür. Öyleyse bizler, dünya gösterisinde kendisine bakılan varlıklarız. Batılı pek çok sosyolog ve düşünürün de fark ettiği bu durum bizim gibi ülkelerde konuşulamıyor bile. Bugün pek çok Batılı düşünür fotoğrafın karşısında durmanın bile Batılı insan açısından bir “ölüm” olduğunu belirterek durumun vahametini de ortaya koyarlar. Susan Sontag, Batılı modern insanın kendini bir fotoğrafmış gibi görmeyi kanıksadığını belirtir. Teşhir en egemen ve belirleyici unsurdur imajın doğal sonucu olarak. Kişinin kendini çekici bulması, görülme, teşhir etme duygusuyla ilgilidir. İnsanlar artık kendilerini sürekli olarak bir kadrajın içinde hissediyorlar. Bir kadrajın içinde yaşıyorlar. Çünkü görüş alanı, çekim alanı içine yerleştirildiğimizin, yani bir kadrajın içinde olduğumuzu hissettiğimizin bilincine vardığımız anlarda, tam olarak kendimizi bir görüntü konusu, bir fotoğraf olarak telakki etmekteyiz. Hatta öyle ki bugün artık insanların bize bakmasının ötesinde, bir kamera veya fotoğraf makinesi bize çevrildiğinde görüldüğümüzü hissediyoruz.

Peki fotoğrafın konusu olan insan böyle olunca, fotoğrafı çeken insanın etik ve sosyal durumu nedir? İşte “Tanrısallık” dediğimiz şey de burada başlıyor. Rönesans’tan beri kendini “Tanrı’nın” yerine koyan Batı insanı zorunlu olarak farklı bir davranış biçimi zaten geliştiremez. Açmaz da tam burada.

Her ne kadar bazı sanatkâr, sosyolog ve düşünürler içinde bulundukları durumu sorgulayarak insanları uyarsalar da, alternatifi yine kendi moderniteleri içinde aradıkları için bir kısırdöngü içinde sahte kutsallar üreterek imajların imajıyla vaziyeti idare etmektedirler. Ancak sorun asıl biz ve bizim gibi toplumlarda daha büyük yaşanıyor. Fotoğrafçı fotoğrafı niçin çektiğinin hala kararında ve bilincinde değil. Çoğu fotoğrafçı görüntünün, imajın, sanallığın, hakikatin ne olduğunu bile bilmiyor. Böyle bir kaygısı bile yok. Fotoğrafla görsel düşünme yaptığını zanneden gerçekte bir teşhircilik yaptığının farkında olmadığı gibi, etik anlamda mahremiyet kaygısı da taşımamaktadır. Kendisi nesnelleşen, konusunu da nesnelleştirir.

Her şeyi görünür kılan insan, belki de görünmeze olan inancını yitirme paradoksunu yaşıyor. Eşya ve hadiselerin, alemin, olayların neyin görüntüsü (tecellisi) olduğunu bilmeyen, onu bağlamından koparıp “gösteriler” ve “görüntüler” haline getiriyor. Modern dönemde kameralar ve objektifler “Tanrı’nın” yerini alarak her şeyi görüyor ve gözlüyorlar. Bu bağlamda şu soruların anlamı çok önemlidir:

•             Fotoğraf çekerken teşhir mi ediyorum, anlamaya mı çalışıyorum?

•             İlgiyi neyle kuruyorum?

•             Fotoğrafı çekerken, fotoğrafını çektiğim konuyu ben mi oluşturuyorum, yoksa olanı mı yansıtıyorum?

•             Hakikati mi yansıtıyorum, yoksa hakikati ben mi oluşturuyorum?

•             Fotoğraf çekmek bir bakmak ise ve bakmak da irademiz ve seçimimizle ilgiliyse, bakmamızı ve seçmemizi sağlayan unsurların bizimle ilgisi nedir?

Dolayısıyla fotoğrafçıyı bekleyen en büyük tehlike tektipleşmedir. Görüntü çoklukla ilgili bir şey olmasına rağmen, bugün maalesef görüntü tekleşmekte, tek bir görüntüye indirgenmektedir. Rönesans’la birlikte evrene bakan göz teke inmiştir. O göz modern insanın gözüdür ve görüntüyü oluşturan yegâne unsurdur. O göz, kâinatın “Tanrı”ya göre düzenlenmiş görüntüsünü, insana göre yeniden düzenlemekte ve dizayn etmektedir.  Çokluk paradoksal olarak tekliğe dönüşmektedir. Küreselleşme denilen şey modern kültürün ve hayat anlayışının tüm dünyaya dayatılmasıdır. Rönesans’ın bakış açısı “moda” vasıtasıyla “tüketim”in de doğal unsuru olarak görüntüyü dayatmaktadır. Katı olan her şeyin buharlaştığı ve bir üst-anlatının kalmadığı bir yüzyılda imaj her şeyi belirliyor. Dolayısıyla fotoğraf bugün için bir “görsel düşünme” aracı olmaktan çok çok uzaktır. Görselliğin bile ideolojik olarak insanlara dayatıldığı, Batı kültürünün bir “gösteri” haline getirildiği dünyada görsel düşünmeden söz edebilmek imkânsızdır. İçinde bulunduğumuz görüntünün kutsallığı paradoksunu aşmadan, görüntüyü bir amaç olarak algılamaktan vazgeçmeden görsel düşünmenin ne olduğunu da anlayabileceğimizi düşünmüyorum. Unutmamak gerekir ki içinde yaşadığımız çağda çoğu zaman görüntü, gerçeğin üzerini örtmek için kullanılan bir örtüdür.

Bizim toplumumuz ve insanımız açısından şu soruyu sorarak yazımızın ikinci bölümünü bitirelim: Biz fotoğraf çekerken ne, nasıl ve niçin çekiyoruz, çektiğimiz görüntü bizim için ne anlam ifade etmektedir ve biz o görüntünün neresindeyiz?

Biz fotoğraf çekerken aslında çekiliriz de; biz çektiğimiz fotoğrafa bakarken, çektiğimiz fotoğraf da bize bakar, bizi çeker. (bk. 8 no’lu fotoğraf)

Fotoğraf Üzerine Düşünceler 2 / Gösteri Toplumunda Görsel Düşünme Mi Teşhir Mi? – Bu yazı 2013 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 73. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir