Yazı: Hatice Çizmecioğlu Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Bakırcılar çarşısı Anadolu’daki pek çok şehrin olmazsa olmazıdır. Gaziantep’teki de bu klasik ve eski bakırcılar çarşılarından sadece bir tanesi. Aslında “Tarihi Bakırcılar Çarşısı” demek daha doğru olur, zira bazı kayıtlara göre 16.yüzyıldan beri varlığını sürdürmekte.
Gaziantep’in en turistik, en hareketli yerlerinden biri olan çarşı, adını bünyesinde faaliyet gösteren bakırcılık sanatından alsa da içerisinde pek çok el sanatlarının hem üretimi hem satışı yapılmakta. Çarşıya girişimizde ilk dikkatimizi çeken, fabrikasyon üretiminden daha ziyade, el yapımı olan ürünlerin bizleri karşılaması; sedef kakmalı eşyalar, kutnu kumaşları, yemeniler, çeyiz sandıkları, kebap şişleri, tespihler, hamam tasları…Tüm bu ürünlerin satıldığı dükkanlar Gaziantep Bakırcılar Çarşısı’nın sokaklarında sıra sıra dizilmiş halde bizleri selamlıyor.
Son yıllarda çarşının düzenlenmesi ve tanıtımı konusunda yapılan çalışmalar burayı turistik bir cazibe merkezi haline getirip daha da canlanmasını sağlamış. Dükkanların dış cephelerini kaplayan oldukça parlak yeni cilalı ahşap kaplamalar, içi eski sanatlarla dolu bu tarihi çarşıyı bugüne bağlamaya çalışan birer köprü gibiler. Bu arada bakırcıların bakırı döverken yek-ahenk çıkarıldıkları tak-tak’lar gezimize gürültüden öte tatlı bir fon sesi olarak eşlik ediyor. İşte nostaljik görüntüler, sabit gürültüler ve hoş rahiyâlar eşliğindeki bu farklı ortam, insanın yaşadığı çağdan sıyrılıp, eski zamanlara yolculuk etmeyi istediği anlarda, ziyaret edebileceği güzel bir mekan olarak bizleri bekliyor.
Birkaç metre ileride bakırı pür dikkat döven ustaya dalıyorum. Belki de bu tezgâha bundan 50 yıl önce, bir baba elinden tuttuğu ilkokulu henüz yeni bitirmiş oğlunu getirmiş ve o zamanki ustanın kulağına o büyülü sözü fısıldayıvermişti; “Etin senin kemiği benim!” Gözünü ustasının yanında açan çırak, hayatının tüm aşamalarını bu avuç içi kadar yerde yaşadı; ergenliğe adım attı, askere gidip geldi, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Hayatı çoğunlukla mesleğini kazandığı, ekmeğini çıkardığı bu mekânda geçti. Ama her şeyden önce sabır tezgâhını ilmek ilmek dokudu. Evvelce ustasının yanında sadece dikildi durdu, getir-götür işlerini yaptı, dükkânı sildi süpürdü. Ustası çırağına “bakır üstadı” olmanın tüm püf noktalarını belli bir zaman sınırı olmadan sabırla aşama aşama öğretti. Ve o uygun gördüğü zaman, “yeni usta” bakırın başına geçip onu ahenkle dövmeye ve ince ince motifleri işlemeye başladı.
Zaten tarih boyunca yani meslek edindiren kurumlardan önce, hemen hemen herkes de bu yolla meslek sahibi olmuyor muydu? Sadece bakırcılıkta değil müzikten ince el sanatlarına, saatçiliğe kadar pek çok meslek grubunda ustalarda biriken bilgi ve beceri usta-çırak ilişkisi üzerinden arkadan gelen nesillere aktarılırdı. Çırak yetiştirmek ustanın da çırağında çift yönlü menfaatinedir. Usta bu yolla birikimini bir başkasına aktarmanın, dolayısıyla başından sonuna birini yetiştirmenin mesleki ve insanî hazzını kazanmış olur. Tabiri caizse mesleki açıdan da geriye bırakacağı canlı bir mirası kendi elleriyle hazırlar. Vefalı bir çırak da ustasının kendisi üzerindeki emeğini bilir, ustasını mesleğini öğrendiği insan olarak görmenin ötesinde belki de hayatındaki en önemli kişilerden biri olarak kabul eder. Ustasını babası kadar çok seven, kendisi usta olup, özel atölyesini açtığı halde onu her zaman “ustam” diye saygı ve hürmet ile anan çıraklar sayısızdır. Zira uzun süreli teşriki mesaisi olan usta ve çırak birbirlerine duygusal olarak da bağlanır. Bu ilişki menfaatin ötesinde bir vefa duygusunu ortaya çıkaracak kadar yoğun paylaşımları içerir. Yıllarca aynı mekanın havasını solumak, aynı tasa ekmek banmak, fiziksel yakınlığın dışında ruhi bir birlikteliği de kaçınılmaz kılar. Yaşı genç, hayat konusunda daha tecrübesiz çırak için ustası hem mesleki hem özel hayatında yol gösteren bir yaşam koçu gibidir.
Kafamda bu düşüncelerle çarşının sokaklarında ilerlerken on-on iki yaşlarında bir çırağın oturduğu en fazla iki kişin sığabileceği küçücük bir dükkanın camına başımı yaslıyorum. Küçük çırak önündeki bakır bir levhaya motifler işlemekle meşgul. Belli ki ustası kendisine ödev vermiş. Elindeki işine o kadar dalmış ki beni ancak bir kaç dakika sonra fark ediyor. Bu devirde böyle bir tezgahta yetişen çırak görmenin mutluluğu ile göz göze geldiğimiz anda gülümseyerek, girdiği bu yolda da onu teşvik etmek amacıyla; “kolay gelsin ustam ” diyorum. Bana anlamsız gözlerle bakıyor, o anda karşı tezgâhtaki tespihçinin sesi geliyor; sizi anlamaz, o Suriyelidir”. Hayal kırıklığı ile mutluluk arasında bir yerde kala kalıyorum. Yanıma gelen tespih ustasıyla Suriyeliler konusundan girip, memleketi yıkıp tekrar kurduktan sonra çırak ve ustayla vedalaşıp gezime devam ediyorum.
Tezgahların arasında yürürken hala usta çırak ilişkisi üzerine düşünüyorum. Yıllar içerisinde bilginin kaynağı nasıl da değişmiş. Eskiden bilginin kaynağı insanmış. Şimdi ise bilgi, adı üzerinde enformasyon çağı denilen bu çağda anında ve çok kolay ulaşılan bir şey. Google’dan bir tıkla her şeyi bir kaç saniyede öğrendiğimiz bir çağda, öğrenmek hiç de zahmetli bir süreci gerektirmiyor. Zaten enformasyonun hayatımızın merkezinde olduğu, üretimin fabrikasyonlaştığı bu devirde, hala eski lonca sistemindeki ilişkileri beklemek komik olur. Peki ama enformasyon çağında bilgiye bu kadar kolay ulaşabiliyorken yani her şeyi “biliyorken” insanoğlu eskisinden daha mı mutlu mu? Hiç sanmam… En azından dünyada ve ülkemizdeki antidepresan ilaçlarının satış istatistikleri bile bize insanların mutsuzlukları hakkında bir şeyler fısıldıyor. İhtiyacımız olan bilgi kadar ruhi ve duygusal tatminler de değil mi? Aidiyet, vefa, teslimiyet gibi duygularla harmanlanmış ilişkilerimizin azalmasını acısını daha çok ve çabuk bilmek gideremiyor. Çünkü kullandığımız araçlar gelişse, hayatlarımızdaki pek çok kavram ve nesne çağlar öncesi insanlardan oldukça farklılaşsa hatta gelişse de, duygusal ve ruhsal tatminlerimiz hiç değişmiyor. Bilgiye ulaşılan yollardaki duygular ve paylaşımlar bilginin kendisi kadar önemli.
Gezime devam ederken Alâaddin’in sihirli lambasını andıran gaz lambaların satıldığı bir bakırcı tezgahının önünde duruyorum. İçim çocuksu bir heyecanla doluyor. Acaba ovalasam üç dileğimi soracak lamba cini çıkar mı?! İlk dileğimi sürekli uzayıp giden sıkıcı eğitim ve sınav aşamalarından kurtulmaları adına gençler için mi kullansam? Rekabet sistemi üzerine kurulu eleme yöntemleri onları ne kadar yalnız ve mutsuz olmaya hapsediyor. Üniversiteyi bitirdiği anda ne yapacağımı bilmeyen ve kendisine yol gösterecek bir akıl hocasının yokluğunun sancısını çeken ne kadar çok genç var? Eğitim koçları, kariyer koçları gibi yeni yeni ortaya çıkan profesyonel meslek alanları da bu ihtiyacın bir sonucu değil mi? Ama ne yazık ki yaşadığımız çağ kimsenin başkasının ustası ya da çırağı olmasına imkan vermeyecek şekilde işliyor. Fazla bilen ve yalnızlaşan bireylere dönüşürken bakırcılar çarşısı gibi mekânlar, o eski eğitim ve üretim sistemlerini hatırlatan yerler olarak varlıklarını sürdürüyorlar.
Çarşı çıkışında bindiğim minibüste paraları toplayan küçük muavin arkamda bıraktığım Suriyeli küçük çırağı hatırlattı. Acaba bakır levhaya işlediği motifleri ustasına gösterdiğinde ustası ona ne diyecekti ?
Gaziantep Bakırcılar Çarşısı: Bir Mekan, Bir Tutam Sosyoloji – Bu yazı 2014 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 84. sayısından alınmıştır.