Gazalî’nin “büyük laciverdî bahçe”sinde şiir olunca yağmur, ebrî karartılar pırıltılı gökyüzü gülüşlerini, arkasına saklayamadı. Şiir olunca rahmet, bir izcilik çalışması olarak tefekkür, teşrif etti kamp ateşimizi.
Yazı: Suleyha Şişman
I.Enis Batur, bir söyleşisinde, şiir onu yazan ile okuyan arasına yerleşebilirse, yağmur sessizce yağmaya başlamış demektir, der. Düzce’de Pürenli yaylasında izcilerle beraber nisbeten yağmurlu bir kamp geçirdik. Sağnak sağnak yağmadı, gökten boşalmadı aniden ama bir yağdı iki dinlendi yağmur. Bazen kararsız kaldı. Bazen toprağa bereketi bıraktı. Gökten tenezzül etti, gökyüzü ile yeryüzünü öpüştürdü. Gazalî’nin “büyük laciverdî bahçe”sinde şiir olunca yağmur, ebrî karartılar pırıltılı gökyüzü gülüşlerini, arkasına saklayamadı. Şiir olunca rahmet, bir izcilik çalışması olarak tefekkür, teşrif etti kamp ateşimizi. Bir küçük halkanın arasında yerini aldı. Zahiri hisler sönerken batınî hisler parıldadı. “Varlığın Dilleri”ni dinlemeyi salık verdi, şairin kitabından sessizce düşerken şiir damlaları.
“ışığın ve gölgenin dilini öğrendim,/ rüzgârın dilini, / yağmurun dilini; / kuşları, çiçekleri, ağaçları anlayabiliyorum;/ ve Tanrının onlarla/ ne demek istediğini bana…
(…) çatlayan, ufalanan,/ yamaçlardan aşağı yuvarlanan,/ parlayan ve göğeren kayaların,/ uluyan bozkırın/ ve mırıldanan kum tepelerinin,/ sezebiliyorum, yerini Tanrının planında./ ve bulabiliyorum karşılığını, bütün bunların/ yeryüzü oyununda,/ büyük şiirinde, hilkatin.
(…) bir tek kendi yüreğimin dilini,/ bir tek onu…/ ve Tanrının onunla bana/ neler söylediğini,/ neler söylemek istediğini/ bir ömür boyu/ gece gündüz uğraşıyorum,/ çalışıyorum, didiniyorum/ ama bir türlü sökemiyorum,/ çözemiyorum,/ anlayamıyorum,/ konuşamıyorum!” O şair varlığın dillerine aşina idi. Biri müstesna.
II. Bir çam kozalağı gibi katman katman, gizlerini büklümlerinin altında tutan kalbin kıyısına yanaşmak ve fısıltılarına kulak kesilmek ne kadar güç! Yüreğinin ne dediğini anlamak için onca uğraşılarına rağmen Cahit Koytak’ın payına bile İlhan İrem’e uyup “konuşamıyorum” demekten başkası düşmemiş. Yine de bu itiraf bizim arayışımıza mani değil, en azından kendi “konuşamıyorum” tecrübemizi yaşayana dek. Serdedilen varlığın bu dili, Sezai Karakoç’un verdiği müjdeye tanıklık etmişken yolun çetin olduğunu göstermekten başka neyi ifade eder ki! Zira “Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır.”
Biz, izcilerle mehter marşı niyetine Refik Fersan’ın rast makamında bestelediği, güftesi büyük veli Niyazi Mısrî’ye ait olan “Bulan özünü gören yüzünü/ Bir yüzü dahi görmek dilemez” şarkısını sık sık söylediğimiz için “Cehd etmeyen menzil alamaz.” nasihatına da çoğumuz muhatap olmuştuk. Bir hüseynî nefeste ise “Emrah’ım cehd eyle hâli hâl eyle” dizelerini tekrar edip durmuştuk. Hâl ehlinden olmak ve mesafe kat etmek için gerekeni bilmiştik de geriye şaire uyup cahid olmak kalmıştı, gayret eden, çabalayan, didinen. Sahi bize çalıştığımızdan başka ne var ki?
III. Enis Batur’un tabiriyle “Biraz yanda durur şair, görünenin arkasına çevrilmiştir bakışı. Henüz gelmemiş, başını göstermemiş olanı görebilme olanağı yaratan bir meta/fizik konum’u haizdir. Cahit Koytak’ın şiirindeki gezgin, konuk olduğu obanın sakinlerine eşyanın maverasına bakmayı öğretir. Gezgin, şairin ifadesiyle, rüzgarıyla akılları ötelere götürür, yağmuruyla başka akıllar getirir onlara. Gezginden bahseden şiirin başlığı: Şair “Bugün”den Geçiyor, “Ebedî Yoksunluk Zamanı”ndan. Çünkü o gezin, ardında herkesi diplerine çeken bir boşluk bırakır. Ve şairlerin pekçok şeyi katlanılabilir kılan oyunu, o derin boşluğu başka bir deyişle ebedî yoksunluğu güzel sözlerle doldurma çabasının ta kendisidir.
Eskiden izcilere saklı olanın örtüsünü kaldıran, gizli duranı açığa çıkaran, keşfeden manasında “keşşaf” derlerdi. Geçen yüzyılda zamanının benzersizi olarak nitelenen bilge şöyle der: “Nazar, mahiyet-i eşyayı tağyir eder.” Yani bakışımız, şeylerin ne-idüğünü belirler, değiştirir, dönüştürür, şekle sokar. İzciler, bakışlarını eşyanın kah sağında kah solunda, bir önünde bir arkasında, aşağı ve yukarısında gezdirmekle kalmaz, bu kâşiflik serüveninin yanısıra başka bir algı ayarına sahip şairler gibi temaşa sürecini şeylerin maverasına dek sürdürür, Hölderlin’in dediği gibi “yeryüzünde şairane ikamet etmek” niyetini beslerler.
2010 Düzce yaz kampındaydık. “bir akşam üzeri obamızda,/ gökten mi, yerden mi, nerden/ çıktığı konusunda ağzını sıkı tutan/ bir gezgin çıka geldi.” Arz niyaz etti, şiir aramıza yerleşti. Etrafı koytak koytak bir rayiha bürüdü.
Sema tenezzül etti, yağmur sakince toprağa düştü. Sema ehli güzel sözlere ve katrelere nezaret etmeye soyundu. Yerküre, gök küreye temas etti. Bir gökyüzü şenliğini daha izciler keşfetti. Bazıları gayba daldı, bazıları seyran etti. Bazıları valeh ü mest ü hayran kaldı.
Gezgin, Şair ve Keşşaf – Bu yazı 2010 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 43. sayısından alınmıştır.