A.Sait Aykut
İbn Battûta, dinî ilimlerde biraz ilerlemiş lâkin herhangi bir alanda derinleşememiş bir genç olarak başlar seyahatlerine. Yıllar sonra Merinî hükümdarı Ebû İnân Fâris döneminde (749-759/1348-1354) yurduna döndüğünde gezdiği uzak ülkelerden, gördüğü garip olaylardan bahsedince sözleri alayla karşılanır ve pek çok şeyi uydurduğu sanılır! Fakat tarih, seyyahımızı pek çok konuda haklı çıkarmıştır.
Tasavvufî Eğilimin Seyahate Katkısı
Sufîlere ve zahitlere duyduğu yakınlık, bazen onların sözlerini ezberlemesine de yol açmıştır. Rıhle bu yönüyle o çağın tasavvuf haritasıdır. Bir yandan, son derece sıradan betimlemeler yaparken, öbür yandan olağanüstü sayılacak olayları yadırgamamakta, güvendiği birinden gelen haberi asla reddetmemekte; zaman zaman bazı sözlere inanmadığını belirtse de akılüstü nitelikteki hikâyelere fazla itiraz etmemektedir. Seyahatnâme boyunca görüleceği gibi, bazen savaşlara katılmakta, bazen de kendini dünya nimetlerinden ırak tutarak uzun süren yalnızlık tecrübeleri yaşamaktadır.
Benliğinde hissettiği ruhî tembellikten kurtulmak için tüm malını elden çıkarıp Şeyh Kemâleddîn Abdullah Gârî’nin tekkesine girmiş; ama kendi ifadesiyle hayat onu tekrar maceraların kucağına atmıştır!
Başlıca Hevesi, İnsanları, İnançları ve Gelenekleri Tanımaktı
O, Ortaçağ’daki Müslüman seyyahların en büyüğüdür; bir kısım şarkiyatçının da itiraf ettiği gibi eskiden Ortaçağ’ın en büyük seyyahı kabul edilen Marko Polo’nun bir numaralı rakibidir; hatta Kraçkovsky’nin ifadesiyle Marko Polo’dan çok daha geniş bir alanı gezmesi ve üç kıtada en önemli kültür merkezlerine ulaşması münasebetiyle onu geride bırakmıştır. Kaldı ki İbn Battûta gezdiği birçok ülkede toplumsal yaşama karışmış, evlilikler yapmış ve anılarını hiçbir kuşkuya yer bırakmadan güvenilir birine yazdırmıştır. Oysa Marko Polo uzmanları iyi bilirler ki Rustichello bir dinleyici-yazıcı olarak sayfalar dolusu hayalî hikâye katmıştır Marko Polo’nun anılarına! İbn Battûta’nın tüm gezileri hesap edildiğinde karşımıza 73.000 (73 bin) mil gibi dudak uçuklatan bir mesafe çıkar!
Ayrıntıları asla ihmal etmeyen İbn Battûta, eserinde en fazla insan öğesine yer verir. Devlet adamlarından sufîlere, İbn Köyük gibi uluslararası ticaret yapan Türk asıllı namlı tacirlerden hukuk bilginlerine dek binlerce farklı kişiden bahsetmesi ve bu isimlerin büyük bir kısmının, o dönemdeki tarih ve biyografi kitaplarında aynen yer alması insanı hayrete düşürmektedir. Çeşitli milletlerin giyim kuşamı, âdetleri ve inançları konusunda detaylara inmesi, bazı araştırmacılar tarafından ilk antropologlardan sayılmasına, bazıları nezdinde ise etnolog gibi görülmesine yol açmıştır. İbn Battûta, gezdiği ülkelerin coğrafyası ve ekonomisi hakkında da ayrıntılı bilgiler verir. Fakat dönemin klasik coğrafya ekollerinden herhangi birine mensup olmadığı için mesafeleri ayrıntılı bir şekilde belirtmemiş, sadece kaç gün tuttuğunu anlatmıştır.
Seyahatinin Ana Hatları
Seyahatnâmeden öğrendiğimize göre Mağrip sultanı Ebû Saîd Merinî döneminde 2 Recep 725/14 Haziran 1325’te Tanca’dan hac niyetiyle yola çıktığında henüz 22 yaşındadır. Kuzey Afrika sahillerini takip ederek İskenderiye’ye varır. Burada Şeyh Burhâneddîn’in telkiniyle ruhunda Hint, Sint ve Çin gibi Doğu memleketlerini görme hevesi uyanır. İskenderiye’den Kahire’ye, oradan daha da güneye yönelip Yukarı Mısır diye bilinen Saîd bölgesine giden İbn Battûta, Şeyh Şâzilî’nin Humeyserâ’daki kabri münasebetiyle onun Hizbü’l-Bahr virdini tam metin olarak verir.
Saîd’den Kızıldeniz kıyısındaki Ayzâb limanına geçen seyyah, deniz yoluyla Cidde’ye varmayı planlamış iken bölgedeki siyasî karışıklıklardan ötürü Kahire’ye döner. Burada dikkat çeken birinci nokta, Ayzâb limanının uluslararası statüsü ve o dönem için şimdiki Süveyş Kanalı gibi işlev görmesidir. W. Heyd da Yakındoğu’da Ticaret adlı eserinde Ayzâb’ı o çağın uluslararası bir ticaret limanı olarak ayrıntılı bir şekilde inceler. İkinci nokta, seyyahın Mısır memlûklerinden bahsederken doğrudan “Etrâk” (=Türkler) kelimesini kullanması ve ileride görüleceği üzere Memlûk egemenlik alanını da aynı Anadolu gibi “Türk ülkesi” tabiriyle anmasıdır. O dönemin ünlülerinden İbn Haldûn da tarih kitabında Mısır Memlûk Devleti için “Devletü’t-Türk” ifadesini kullanmıştır.
Kahire’de fazla kalmayan seyyah, 15 Şaban 726 / 18 Temmuz 1326’da Bilâdu’ş-Şam’a; bugünkü adlandırmayla Lübnan ve Suriye taraflarına doğru yola koyulur. Kudüs, Aclûn, Akkâ, Sûr, Sayda, Taberiye ve Antakya gibi şehirleri zigzaglar çizerek dolaşan seyyahın; bu civarla ilgili bilgilerinin bir kısmını daha eski bir seyyah olan Abderî’den aldığı ileri sürülmüştür. Kuşkusuz yolun bu denli dolambaçlı işlenmesi ve Abderî’nin güzergâhıyla benzerlik arzetmesi Amikam Elad’ın bu tezinin yabana atılır cinsten olmadığını gösteriyor; ancak seyyahın kendisi zaman zaman İbn Cübeyr ve Bekrî gibi kaynaklardan faydalandığını belirtmiş, gerektiğinde bu tip eski yazarların verdiği bilgileri kendi dönemiyle kıyaslamıştır. Dolayısıyla ona kopyacılık suçlaması yöneltmek haksızlıktır.
9 Ramazan 726/10 Ağustos 1326’da Dımaşk’a varan seyyah, Ramazan’ı burada geçirir; başta Şihâbeddîn İbnü’ş-Şıhna olmak üzere aralarında iki kadın muhaddisin (=Peygamberimizin sözlerini araştıran ve derleyen bilginin) de bulunduğu 14 âlimden “icâzet” alır. Memlûk sultanı Nâsır’ın, siyasî düşmanı Kara Sunkur için özel ölüm timleri göndermesi, seyyahın Filistin-Dımaşk yolculuğuyla ilgili verdiği enteresan ayrıntılardandır. Bugünkü Banyas ile Lazkıye arasındaki Cebele şehrinde yuvalanan bu timler “İsmailî Fedâileri” namıyla tanınmakta; maaşlarını Nâsır’dan almaktadırlar. Rıhle’den öğrendiğimiz kadarıyla bunlar profesyonel yokedicilerdir; seyahatin bu kısımları savaş tarihi konusunda da iyi bir kaynaktır!
Ağustos 1326’da Şam’dan hareket eden kafileyle Hicaz’a gelir ve ilk haccını yapar. 20 Zilhicce 736/19 Kasım 1326’da Mekke’den çıkarak Irak’a yönelen seyyah Kadisiye, Necef, Bağdat, Basra, Übülle, Abadan, Tüster yoluyla İsfahan’a varır. Şeyh Kutbeddîn’den “tasavvuf tâcı” alarak Şiraz’a yönelir.
Bu bölüm, Emir Çoban’ın siyasî ihtirasları uğruna girdiği macera, daha sonra Çobanoğlu’yla ilgili gelişmeler; dönemin üç süper gücü olan Altın Ordu, İlhanlı ve Memlûk devletleri arasında cereyan eden diplomatik ilişkiler, karşı devlete sığınma talebinde bulunan âsilerin âkıbeti; Ebû Saîd’in ardından İlhanlı İmparatorluğu’nun Celâyirli Büyük Hasan, Tatar Noyan İbrahim b. Sutay, Çobanoğlu Timurtaş’ın vârisi Alâeddîn Ertena, Emir Togay Timur, Emir Hüseyin b. Gıyaseddîn Kurt, Emir Muzaffer, Emir Kutbeddîn Tehemten, Emir Ebû İshak ve Lûristan Hâkimi Afrasiyab Atabek arasında paylaşılması ile ilgili çok kıymetli bilgiler içermektedir. Bağdat’tan Kuzey Irak’a varan seyyah, Samerra ve Tikrit’ten geçerek Cezîre-i İbn Ömer (=Cizre), Nusaybin, Sincar ve Mardin’i gezer. Artukoğullarından Gazi Melik Salih b. Kara Arslan’dan övgüyle bahseden seyyah, sultanın Mardin’de medrese, zaviye ve aşhaneler açtırarak halkını memnun ettiğini bildirir. Tekrar Bağdat’a gelen İbn Battûta, 727-730/1327-1330 arasında Arap şehirlerinde kalmış ve bu esnada üç kez hacca gitmiştir. 728/1328 yılında hacda meydana gelen kargaşa ve Memlûk ordusunun müdahalesi de bu bölümün önemli olaylarındandır.
730/1330 yılında Cidde’den Kızıldeniz’e açılan seyyah, fırtınalı bir yolculuktan sonra Yemen’in Zebîd şehrine ulaşır. Cible, Taizz, San’a ve Aden şehirlerini dolaşarak Yemen hükümdarı Türkmen soylu Nûreddîn Ali b. Davud Resûlî ile görüşür ve Aden limanından hareket ederek bugün Swahili olarak bilinen Doğu Afrika sahillerini kapsayan gezilerine başlar. Evvelâ Zeyla’ ve Mogadişu’ya (=Somali), sonra Monbassa (=Kenya) ve Kulva (=Tanzanya) limanlarına uzanan seyyah, deniz yoluyla Yemen’e; Zafâr limanına gelir ve bugünkü Umman sınırları içinde kalan Nezva’ya geçerek Sultan Ebû Muhammed b. Nebhan’la görüşür. Bu bölümde verilen malûmata bakılırsa Kalhat gibi Hint okyanusuna bakan Yemen ve Umman şehirleri ticarette çok ileri bir seviyededirler; halkın temel meşguliyeti, uluslararası deniz ticaretidir. Doğu Afrika sahilindeki Kulva şehrinin muazzam bir ticarî canlılığa sahip olduğunu, evlerinin çoğunun ahşaptan yapıldığını belirten seyyah, Mogadişu şehrinin hayvancılık ve okyanus ötesi ülkelerle ticaret açısından çok etkin olduğunu belirtir. Umman’dan ayrılan seyyah, Hürmüz limanına geçerek Kevristan (=Guristan), Sîraf gibi Fars Körfezi’nin İran kıyısındaki bölgelerini gezer ve tekrar Arabistan’a döner; 732/1332 yılında dördüncü haccını yapar. Bu bölümde, Hürmüz sultanı Kutbeddîn Tehemten b. Turan Şah ile ilgili haberler önemlidir. Onun yeğeni ile arasındaki çekişme ayrıntılı bir şekilde anlatılır bu bölümde.
Mekke’den çıkarak Hindistan’a niyetlenip Cidde limanına yollanan seyyah, Kızıldeniz’in fırtınalarında ölümle burun buruna gelince Ayzâb yakınlarındaki Re’süddevâir burnunda karaya çıkar ve Nil boyunca ilerleyerek Kahire’ye varır; oradan Gazze’ye giderek Beyt-i Makdis, Remle ve Akkâ yoluyla Lazkıye’ye ulaşır, nihayet bir Ceneviz gemisine atlayıp kendi söyleyişiyle “Türkiye”ye açılır.
Alanya’da karaya çıkan seyyah 732/1332’de Anadolu’yu gezmeye başlar. Antalya, İsparta, Akşehir, Denizli, Tavâs, Muğla, Mîlâs ve Barçın’a uzandıktan sonra Konya-Erzurum seyahatini yapar. Barçın’dan sonra Konya’ya uzanması, oradan da Sivas, Erzurum, Erzincan gibi yerleri gezdikten sonra Birgi’ye gelmesi Paul Wittek gibi bazı araştırmacılarda hayret uyandırmış, “herhalde bu güzergâhta hiç dolaşmadığı; hatta sadece işittiklerini anlattığı” tarzında bir yorum yapılmıştır. Ancak bu karışıklık yani Erzurum’dan ansızın tekrar en Batı’ya; Birgi’ye uzanması, anılan bölgelerde seyahat etmediği şeklinde yorumlanamaz; belki de Kâtip İbn Cüzeyy’in kitabı düzenleyiş tarzından ileri gelen bir hatadır bu.
Aksaray, Niğde gibi Ertena’ya bağlı alanları gezen seyyah, Kayseri’de Ertena’nın hanımıyla karşılaşmıştır. Sivas’tan Kayseri’ye bu geniş bölgede Alâeddîn Ertena, İlhanlı hükümdarının vekili olarak hareket etmektedir. Konya’dan geçerken Mevlânâ Celaleddîn Rûmî’den “Şâir Şeyh” sıfatıyla bahseder. Birgi’den çıkarak Ayasluk, İzmir, Manisa, Bursa, İznik güzergâhını takip eden seyyah, Umur Bey’in Haçlılarla yaptığı savaştan bahsetmiş; Osmanlıların komşu beylikler arasındaki saygın konumunu anlatmıştır. Daha sonra Mekece, Geyve, Sakarya, Göynük, Bolu, Kastamonu yoluyla Sinop’a varan İbn Battûta; Anadolu’nun siyasî vaziyeti, ticarî kapasitesi, Ahılık müessesesi ve Hanefîlik’in yaygın ve egemen mezhep oluşuna dair ayrıntılı bilgi sunmuştur. Sinop’tan denize açılarak Kırım’ın Kerç limanına çıkmış, “Deşt-i Kıpçak” tabir edilen bölgeden geçerek Sultan Uzbek’le görüşmüş, bir zamanlar bugünkü Kazan civarına kurulu eski Bulgar şehrine varmış, Sibirya anlamındaki Ardu’z-Zulmet’e (=Karanlıklar ülkesi) ulaşamadığını belirterek orası hakkında kısaca bilgi vermekle yetinmiştir. İbn Battûta’nın Bulgar şehri ve Ardu’z-Zulmet hakkında söyledikleri Janicsek gibi bazı araştırmacılar tarafından “bir kısmı uydurma, bir kısmı çalma” diye nitelendirilmiş ise de sonraki araştırmalarda da görüleceği üzere; gerek “sessiz ticaret” adı verilen sistemin dünyanın başka bölgelerinde farklı zamanlarda cereyan ettiğinin saptanması, gerekse seyyahın “Karanlıklar ülkesi”ne gitmediğini; fakat gidenlerden duyduğu şeyleri aktardığını açıkça belirtmesi, ona yöneltilen suçlamaların yersiz olduğunu göstermiştir.
10 Şevval’de Bizans imparatorunun kızı ve Sultan Uzbek’in üçüncü hatunu olan Beylun’un kafilesinde Ukek, Sudak, Baba Saltuk (=Dobruca) yoluyla Kostantiniye yani İstanbul’a gelen seyyah, imparatorun ismini herhalde unutmuş olacak ki, klişe bir ad vererek “Tekfur b. Circis”le görüştüğünü belirtir. Gerek imparatorun ismi, gerekse güzergâhtaki kapalılık sebebiyle ilk araştırmalarda Kostantiniye seyahatinin uydurma olduğu ileri sürüldüyse de sonraki araştırmalarda İstanbul’la ilgili bilgilerin büyük bir kısmının doğru olduğu belirtilmiştir. İstanbul’dan tekrar Deşt-i Kıpçak’a dönen seyyah, Uzbek Han’ın ülkesini Çin’e bağlayan ticaret yolu üzerinden hareket ederek Ural nehrinin Hazar’a kavuştuğu yerde Saraycuk şehrine varır ve kırk gün süren bir seyahatin ardından “Türklerin en güzel şehri” diye nitelendirdiği Harizm’e ulaşır. Burada Emir Kutlu Demür ile görüşen ve eşi Turabek Hatun’dan hediyeler alan Seyyah, Ceyhun’un kuzeydoğusundan geçerek Kat, Vabkent, Nahşeb yoluyla Semerkand’a ulaşır. Bu seyahati esnasında Çağatay Hanlığı’nın başında bulunan ve Mâverâünnehr hâkimi olarak bilinen Tarmaşirin’le görüşür. Tarmaşirin’in diğer Moğol asilzâdeleri karşısındaki durumu, Yasak’ı uygulamayışından ötürü cezalandırılmak istenmesi ve misafiriyle Türkçe konuşması gibi konular ayrıntılı bir şekilde işlenmektedir.
Sonra Horasan’ın en büyük şehri olan Herat ve Cam’a uğrayan seyyah, Tûs, Serahs, Bistam şehirlerini dolaşıp Doğu’ya dönerek Hindukuş dağlarına uzanır; oradan Gazne-Kabil yoluyla 1 Muharrem 734/12 Kasım 1333’te İndus vadisine gelir. Buradan Delhi Türk Sultanlığı’na giren seyyah 734 Safer/1334 Temmuzuna kadar Delhi’de kalır. Bu bölümde Delhi Sultanlığı’nın iyi işleyen istihbarat servisine, “acele posta servisi” gibi fonksiyonu olan “vulak” sistemine, Horasan asıllı Müslüman misafirlerin sultan nezdinde kavuştuğu itibara değinir. Hindistan’da yedi yıldan fazla kadılık hizmetinde bulunan seyyah, sultanlığın siyasî, tarihî, malî vaziyeti, Hint devletçikleri ve diğer Türk asıllı memlûkler tarafından kurulan emirliklerle girdiği mücadeleleri etraflıca anlatır. Daha sonra Delhi’den güneye uzanan seyyah; Dehfattan gibi güneybatı sahil şehirlerinden geçerek Kalikut’a varmıştır. Aslında sultan ona Çin’e sefir olarak gitme vazifesi vermiştir ama seyyahımız hem savaşlardan, fırtınalardan ve gezme tutkusundan başını kaldıramamaktadır; hem de dengesiz sultanın yanına dönmeye pek niyeti yoktur.
Malabar sahillerindeki Müslümanların ticarî ilişkilerinin son derece canlı olduğunu belirten seyyah, buradan Maldivler’e açılır. Maldiv halkının dindar ve halim-selim insanlar olduklarını, ancak kadınların gereğince örtünmediklerini, bu ülkede birkaç zengin kadınla evlendiğini belirten seyyah; âdetler ve ticarî teâmüllere ilişkin ilginç bilgiler verir. Maldiv’de birbuçuk sene kalan seyyah gemiye atlayarak Seylân’ın Puttalem şehrine gelmiş, Serendîb dağına çıkarak Hz. Âdem’e ait olduğu söylenen ayak izini görmüştür ki gerek Hint dinlerinden olan grupların, gerekse semavî dinlerden olan ziyaretçilerin kutsal saydığı böyle bir ziyaretgâhın çıkış ve iniş yollarındaki manzara, dinler tarihi bakımından çok önemlidir.
Buradan ayrılıp Bangladeş kıyılarına geçen seyyah, Bengal sultanı Mübarek Şah ile görüşemediyse de ülkenin tarihi ve komşu bölgelerle münasebeti hakkında bilgi vermeyi ihmal etmez. Daha sonra Berehnekâr ülkesine geldiğini, bura halkının erkeklerinin köpek ağızlı olduğunu, başka toplumlarda bulunmayan garip âdetlerin bu grupta bulunduğunu anlatan seyyah, bazı araştırmacılar tarafından uyduruculukla suçlanmış ama sonraki çalışmalarda bu ülkenin Andaman olabileceği söylenmiştir. Buradan Cava’ya, oradan da Sumatra’ya geçen seyyah, Malakka boğazında tur atarak Kakula (=Malezya; Kuala Terenganu) limanına gelir. Tekrar açılarak bir aydan fazla bir süre boyunca denizde mahsur kalır; nihayet bazılarınca efsane sayılan Tavalisi ülkesine varır. Tavalisi’nin neresi olduğu konusunda Rıhle şârihleri arasında ihtilâf vardır. Yamamoto, buranın Borneo’daki Şampa kıyıları olduğunu savunmuş, bazıları Kamboçya, bazıları da Tongking olduğunu savunmuştur. Ancak ilginç olan nokta, Tavalisi ülkesinin bir prenses tarafından yönetilmesi ve bu kadının Türkçe konuşmasıdır.
Buradan Çin’e açılan seyyah, 17 gün sonra Zhangzhou limanına varır ve resmî görevli olmak münasebetiyle el üstünde tutularak Hanbalık’a (=Pekin) götürülür. İbn Battûta’nın verdiği bilgilere göre Çin’de hâkim olan Moğol hanedanı, Müslüman tacirlere iyi davranmaktadır. Kâğıt paradan ve Çin bürokrasisinden bahseden seyyah, emeklilerle ilgili uygulamaları anlatırken hayretini gizlememiştir. Çinlilerin resim yapma ve seramik işinde usta olduğunu belirten seyyah, ipeğin iç pazarda pek matah olmadığını, sadece ihracat malı olarak değer kazandığını anlatır. Ancak o dönemdeki Moğol kökenli Yuan hanının Kurtay adını taşımaması gibi ayrıntılar, İbn Battûta’nın Çin gezisinin yakıştırma olduğu tarzında itiraz ve suçlamalara kapı aralamış ise de Çin’deki ticarî etkinlikler, kâğıt para, Müslümanların bu ülkeyle olan münasebetleri gibi konularda verdiği diğer bilgiler, başka kaynaklarca da doğrulanmıştır.
Çin’den ayrılıp Sumatra’ya, oradan Cava’ya geçen seyyah; Malabar kıyılarına yönelir ve bir daha Delhi’ye uğramaz. Herhalde Hint sultanından çekinmiştir. Sonra Fars Körfezi’ne giren seyyah, Bağdat ve Suriye yoluyla Mısır’a varır ve beşinci haccını yerine getirir. Mekke’den tekrar Mısır’a geçen seyyah, İskenderiye’den denize açılmış, 750 yılının Safer ayı/1349 Nisan ve Mayıs aylarında Tunus’a varmış, oradan bir Katalan gemisine atlayarak Sardunya adasının büyük limanına (=Cagliari) gelmiştir. Sardunya’dan apar topar Cezâyir’e açılarak Tenes’te karaya çıkmış; nihayet hicrî 750 yılının Şaban sonunda, yani 1350’nin Kasım ayında Fas’a ulaşmış ve Sultan Ebû İnân Merinî’nin huzuruna girmiştir.
Seyahatnâme’nin bu kısmında Merinî Devleti ve Ebû İnân biraz abartılı bir şekilde övülse de ülkede sunulan sosyal hizmetler ve bayındırlık durumu çok yüksek bir seviyededir. Fas’ta bir süre kalan seyyah, fazla beklemeden Endülüs’e geçer. Marbella, Malaga, Hamma yoluyla Gırnata’ya varır; aynı yoldan geri dönerek Merrâkeş’e geçer. Bu bölümlerde dikkat çeken şey, Merinîlerin Endülüs’e olan yoğun ilgileridir. Bu uğurda girdikleri savaşlar; inşa yahut tamir ettikleri kaleler ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır.
Tekrar seyahat arzusuyla yollara düşen seyyah bu sefer Malli’ye yönelmiş, Büyük Sahra’yı kuzeybatıdan güneybatıya doğru arşınlayarak Nijer’e girmiş, siyahların zengin ve müreffeh ülkesini görmüş, Sultan Mensa Süleyman ile görüşmüş ve daha içlere dalmadan Merinî sultanından gelen bir emirle 754 yılının Zilkade ayında/Aralık 1353’de Sicilmasa’ya dönmüş ve nihayet Fas’a gelmiştir. Yolculuğunun bu kısmında İç Batı Afrika hakkında çok önemli bilgiler vermektedir; Kraçkovsky’nin de belirttiği gibi 19. yüzyıldaki sömürge amaçlı keşiflere kadar bu bölge hakkında en detaylı ve doğru bilgileri veren seyyah, İbn Battûta’dır.
Seyahatnâme’nin Tarihî Önemi
İbn Battûta Seyahatnâmesi, bazı ülkelerin, hanedanların ve kurumların geçmişindeki karanlık noktaları aydınlatma bakımından yegâne kaynak gibidir.
Anadolu topraklarını Ahılığın yaygılaştığı yıllarda gezen İbn Battûta Ahılık konusunda ana kaynaktır. Çağatay sultanı Tarmaşirin’e dair ayrıntılı bilgi başka kaynaklarda yoktur. Tarmaşirin’in ülkesinden çıkışı, Yasak’ı ihmalinden ötürü Moğol asilzâdelerinin onu sevmeyişi, Hint sultanının ona karşı tutumu ve Tarmaşirin’in nasıl öldüğüne ilişkin farklı rivayetler uzun uzadıya anlatılır. Çağatay Hanlığı’na dair bilgi diğer kaynaklarda çok azdır. Delhi Türk Sultanlığı ile ilgili olarak İbn Battûta tarafından verilen bilgiler çok kıymetlidir. İç çekişmeler, “Rây” denilen Hint asıllı krallarla yapılan savaşlar, devletin kriz zamanları için aldığı ekonomik tedbirler ve dış politika; sultanın daha çok Horasan kökenli olan Müslüman yabancılara “eizze” (=muhteremler) deyişi ve onlar aracılığıyla kudretini artırmak isteyişi diğer kaynaklarda pek rastlanmayan bilgilerdir. İran’da İlhanlı Devleti’nin etki alanı altında olmakla birlikte nispeten özerk bir yapı arzeden Afrasiyablılar, Gûrîler gibi çeşitli atabekler hakkında verilen bilgiler de gayet zengindir. Pasifik’te Cava ve Sumatra’nın siyasî durumu, Maldiv adalarının Müslüman halkı, kadın hükümdarı, ticarî teâmülleri, kültürel tarihi ve Hindistan’daki Türk Sultanlığı’nın bu adalara olan etkisi Rıhle’de ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Afrika’nın doğu kıyıları yani bugün Swahili olarak bilinen bölgeyle ilgili verdiği bilgiler de kıymetlidir. İbn Battûta kıyı şeridinden güneye doğru inmiş; önce Mogadişu’ya sonra Mombassa ve Kulva’ya varmış, bugünkü Tanzanya’nın sahil şehirlerini dolaşmış, yerli halkın âdetlerinden ve ticarî kabiliyetinden uzun uzun bahsetmiştir. Kuşkusuz Rıhle’nin en önemli kısımlarından biri, İç Batı Afrika’da Malli Sultanlığı ile ilgili bölümdür. İbn Battûta bu bölgenin asıl kâşifi olarak gösterilir.
İbn Battûta’nın yaşadığı döneme Türk-Moğol asrı dense yeridir. Tabiî ki Moğolların epey zamandır Türklerle kaynaştıkları, birçok bölgede kendi dillerini unutarak Türkçe konuşmaya başladıkları unutulmamalıdır; nitekim Deşt-i Kıpçak’ta yani Altın Ordu hükümdarı Uzbek Han’ın ülkesinde böyle olmuştur. Seyyahımız, Avrupa dışında eski dünyanın neredeyse tümünü gezmiştir ve dolaştığı ülkelerin çoğunda Türkler egemendir.
Anadolu’da ise Osmanlı henüz yeni doğmuştur. Bu tablo Cengiz sonrası İslâm dünyasında, hattâ Avrupa dışında tüm eski dünyada siyasî erkin genellikle Türklerin ve Moğolların elinde olduğunu gösteriyor. Moğolların dehşetengiz yıkıcılığının izleri Buhara gibi şehirlerde hâlâ mevcuttur ancak hızlı bir imar ve kültür hareketine girişerek Türk, Fars ve Arap üstatların eliyle medeniyet tarihine geçecek olgun eserler vermeye başladıkları da görülmektedir. İbn Battûta, Türklerin siyaset, bilim, ticaret ve şehircilikle ilgili üstünlüklerini hiç gocunmadan anlatır. O kendi toprağını, kendi sultanını çok sever ama buradan yola çıkarak topyekûn bir Arap veya Berberî üstünlüğü iddiasını hiç gütmemiş; hattâ şehirleşememiş Arapları –emir bile olsalar– kıyasıya eleştirmiştir.
Rıhle’de Anadolu’nun o günkü durumu hakkında zengin bilgiler vardır.
Beyliklerin iç anlaşmazlıkları, Umur Bey’e karşı düzenlenen Haçlı saldırıları, Alanya’nın uluslararası bir liman oluşu, Germiyanoğullarına karşı hissedilen güvensizlik, Eretna Devleti’nin refahı, Sinop’un stratejik önemi, Erzurum ve Erzincan’da birbirleriyle çarpışan Türkmen oymakları, Anadolu’da Hanefî mezhebinin yaygın oluşu, İlhanlıların Anadolu siyaseti; Emir Çoban ve Çobanoğlu’nun siyasî ihtirasları, son olarak Ahılığın yükselişi hakkında İbn Battûta birinci el kaynaklardandır. Rıhle’nin kaydettikleri, başka kaynaklarla yeterli derecede karşılaştırılarak incelenmemiştir. Gerçi o devirde İbn Fadlullah Ömerî ve Kalkaşandî gibi Arap kaynaklarında da Anadolu hakkında kayda değer bilgiler vardır ama bunlar İbn Battûta kadar derli toplu değildirler ve doğrudan kendilerine yapılan nakilleri aktardıkları için ikinci elden kaynak sayılırlar.
Türk Dili Tarihi Bakımından Önemi
Rıhle’nin içerdiği Türkçe kelimeler henüz incelenmemiştir. Alfred Leon Sarton’un da değindiği gibi, Rıhle’de Türkçenin tarihî gelişimine az da olsa ışık tutacak bir hayli kelime vardır. “Koşcı, dukı, barucı, tandari” gibi isimler; “kılıc tıhar, hoş misen” gibi cümleler ve ikide bir karşımıza çıkan “Demurtaş, Tugan (=Togan)” gibi özel isimler bize o dönemde çeşitli bölgelerin lehçe özellikleri hakkında bilgi verebilir.
Antropoloji ve İktisat Tarihi Bakımından Önemi
Rıhle’de sosyal hayat, âdetler, inançlar ve törelere dair çok zengin bir malzeme vardır. Yemek tariflerinden bayram ve matem giysilerine, siyasî terimlerden tasavvufî tabir ve tecrübelere dek o dönemin insanıyla ilgili her konuda bilgi verilmiştir. Kitap bu yönüyle ansiklopedik bir hüviyet taşır. Gerek Alfred Leon Sarton gibi bilim tarihçileri gerekse H. Gibb gibi mütercim-araştırıcılar Rıhle’nin bu yönüne dikkat çekmekten geri durmamışlar ve Dr. A. Abdülganî Gânim gibi kimi araştırıcılar da İbn Battûta’yı ilk antropologlardan saymışlardır. Gânim’in de belirttiği gibi Rıhle’nin âdetler, ekonomik ve hukukî uygulamalar gibi verileri ele alındığında karşımıza ayrıntılı ve renkli bir dünya tablosu çıkmaktadır.
Hindistan’la ilgili kısımda ölü yakma merasimine yer verilmiş, İran’ın Firuzan şehrinde cenaze merasiminin düğün havasında cereyan ettiği belirtilmiş, İyzec’de cenazenin tam bir matem havasında kaldırıldığı; cemaatin perçemlerini keserek çığlık attıkları anlatılmış, Anadolu’nun Mudurnu yöresinde mezarların üstüne –uzaktan bakınca evi andıracak şekilde– tahta çatılar kondurulduğuna değinilmiş, Sinop’ta cenaze kaldıranların başlarını açtıkları ve giysilerini ters çevirdikleri kaydedilmiştir. Moğol kökenli Çin kağanlarının cenazesinde hizmetçi ve cariye tayfasından bir grup insan diri diri gömülmekte; Maldiv adalarında katil bulunup öldürülmeden maktûlün cenazesi kaldırılmamaktadır.
İbn Battûta sosyal statü ile ilgili sembollere de değinmiştir. Çin’de tacirler kazandıkları altını özel boyutlarda eriterek evlerinin kapısına asmakta; beş kalıp altına erişen tacir parmağına tek yüzük geçirmekte, on kalıp altına erişen ise iki yüzük takmaktadır. Maldiv kadınlarının giyim kuşamı, evlilik âdetleri çok ayrıntılı anlatılır. Onu en çok şaşırtan noktalardan biri de Türk kadınlarının statüsüdür. Türk kadınları iffetine düşkündürler ve sosyal hayatta etkin bir şekilde yer alırlar. Anadolu’da kadınlar tıpkı bir akıncı gibi at koşturmakta, pazarlarda yoğun ticarî etkinliklerde ön sıraları tutmaktadırlar. Uzbek Han’ın ülkesinde asilzade hanımları sosyal hayatta kocalarından aşağı kalmamaktadırlar. Tavalisi ülkesini anlatırken burayı yöneten prensesin iyi bir savaşçı olduğunu ve Türkçe konuştuğunu belirtir.
Onun antropolojik gözlemlerinin en önemlisi, anaerkil düzene işaret ettiği yerlerdir. İç Batı Afrika’daki Müslüman zencilerin İyvallatin bölgesinde kurdukları düzen, tamamen anaerkil esaslara dayanmaktadır. Soybağı ve miras işlerinde anne ve annenin ailesi belirleyici konumdadır. Orada erkekler, soybağlarını babalarına değil analarına ve dayılarına dayandırmaktadırlar.
Rıhle’de ticaret kültürüyle ilgili olarak Ahı birliklerine değinilmiş, bunların Kırım’dan Konya’ya, Alanya’dan Sivas’a uzanan siyasî ve ticarî etkinliğine dair ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Ona göre Ahılık, Mısır’daki Fütüvvet sistemine benzemektedir. Bu düzenin bir benzeri de İsfahan’da mevcuttur. Çin’de iktisadî etkinliklerin tümünün kâğıt paralara bindirildiğini; bu kâğıt parçalarının yıpranması veya yırtılması durumunda günümüzün merkez bankasına benzeyen büyük bir darphaneye getirilerek değiştirildiğini anlatır. Maldivlilerin ve Koko’daki Afrikalıların mübadele aracı, “veda” denilen deniz kabuklarıdır. Bu adalarda büyük memurlara maaş olarak “pirinç” ödenmektedir. Paul Bohonan’ın Tiv kabileleri üzerine yaptığı araştırmalar İbn Battûta’yı doğrular mahiyettedir. Rıhle’yi ilginç kılan noktalardan biri de seyyahın gezdiği ülkelerdeki dinar ve dirhemleri Mağrip ve Mısır paralarıyla karşılaştırmasıdır. Böylece çeşitli ülkelerin para birimlerinin gerçek alım gücünü mukayeseli olarak verir.
Rıhle hâlâ üzerinde çalışılan bir metindir. 14. yüzyıl şartlarında 30 yıl süren bu gezilerin dikkat çekici noktaları, dünyanın saygın üniversitelerinde kültür tarihi ve antropoloji uzmanları tarafından incelenmektedir. Google’da “ibn battuta” adıyla bir arama yaptığınızda karşınıza bugün yaşayan biri gibi çıkar seyyahımız. Yüzlerce yazı ve onlarca dilden araştırma ile onun soluğunu hemen yanı başınızda hissedersiniz…
Spot1: Ayrıntıları asla ihmal etmeyen İbn Battûta, eserinde en fazla insan öğesine yer verir. Devlet adamlarından sufîlere, İbn Köyük gibi uluslararası ticaret yapan Türk asıllı namlı tacirlerden hukuk bilginlerine dek binlerce farklı kişiden bahsetmesi ve bu isimlerin büyük bir kısmının, o dönemdeki tarih ve biyografi kitaplarında aynen yer alması insanı hayrete düşürmektedir.
Spot2: Aksaray, Niğde gibi Ertena’ya bağlı alanları gezen seyyah, Kayseri’de Ertena’nın hanımıyla karşılaşmıştır. Sivas’tan Kayseri’ye bu geniş bölgede Alâeddîn Ertena, İlhanlı hükümdarının vekili olarak hareket etmektedir. Konya’dan geçerken Mevlânâ Celaleddîn Rûmî’den “Şâir Şeyh” sıfatıyla bahseder.
[1] Faydalanılan ana kaynak: Ebû Abdullah İbn Battûta Tancî, İbn Battuta Seyahatnamesi çev. A. Sait Aykut, “Giriş” kısmı ve devamı, Yapı Kredi Yayınları, (2 ciltlik tam notlandırmalı baskı) İstanbul, 2004
İbn Battûta : Bir Ömür Boyunca Gezmek – Bu yazı 2007 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 1. sayısından alınmıştır.