Yazı: Oğuzhan Karagül Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
İstanbul… Devasa bir metropol, dünyanın en büyük ve hiç şüphesiz en önemli şehirlerinden biri. Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan, jeopolitik konumuyla dünyada bir eşi daha olmayan, her tarafı gizli zenginliklerle dolu kocaman bir hazine. Son yıllarda yapılan marmaray kazılarıyla tarihi M.Ö. 6000’li yıllara kadar giden anıtsal bir kent.
İstanbul’un eldeki verilere göre bilimsel olarak takip edilebilen tarihi, M.Ö. 667 yılında Yunanistan’ın Megara bölgesinden gelen Dor Yunanlılar tarafından kurulan ve adını kralları Byzas’tan alan Byzantion kolonisi ile başlar. Bir ticaret kolonisi olarak kurulan Byzantion, konumunun da sağladığı avantajla asırlar boyunca önemli bir ticari geçiş noktası ve koloni olmuş, daha sonra yavaş yavaş önemini kaybetmiştir. Roma imparatoru Büyük Konstantin, Byzantion’un yerine M.S. 330 yılında Konstantinopolis adıyla yeni bir şehir kurdurup Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olarak bu şehri ilan edince İstanbul’un tarihinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Böylece İstanbul, Byzantion dönemine göre çok daha büyük önem kazanmış, 1204-1261 yılları arası hariç tutulursa M.S. 330-1923 tarihleri arasında aralıksız olarak önce Roma ve Doğu Roma İmparatorluklarına, sonrasında da Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmıştır. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük şehri olarak tarihten gelen önem ve değerini korumaktadır.
İstanbul, 1453 yılında Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra yüzyıllar boyunca sürekli gelişim göstermiştir. Yapılan camiler, medreseler, kütüphaneler v.s. kurumlarla devrinde hem Osmanlı Devleti’nin hem de tüm İslâm âleminin dinî, ilmî ve kültürel merkezi olmuştur. Zamanla bütün dünyada olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de şartlar değişmiş, özellikle XIX. yy.da Tanzîmât’ın îlânından sonra devlet kurumlarında yeni bir yapılanmaya gidilmiştir. Bu yeni yapılanma hareketi bilimsel ve kültürel kurumlara da yansımış, Batılı anlamda eğitim ve kültür kurumları kurulmuştur. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne, Dârülfünûn, Sanâyi-i Nefîse Mektebi (bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi), Mekteb-i Sultânî (bugünkü Galatasaray Lisesi), Hazîne-i Evrak (bugünkü Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü) bu tür kurumlara örnek olarak verilebilir. Müze-i Hümâyûn adıyla kurulan bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi de Batılı anlayışa göre tesîs edilen modern kurumların en önemlilerinden biridir.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin temelini, Fatih Sultan Mehmet devrinden beri Aya İrini kilisesinde toplanan eserler oluşturmuştur. Bu eserlerin yanına Tophâne müşîri Ahmet Fethi Paşa’nın topladığı eserler de eklenince, 1846 yılında ilk Türk müzesinin çekirdeği meydana gelmiş oldu. Arkeolojik ve askerî çeşitli eserlerden oluşan bu müze dolunca, müzede yer alan arkeolojik eserler 1876 yılında Çinili Köşk’e taşınmış ve Müze-i Hümâyûn adıyla ilk Arkeoloji Müzesi kurulmuştur. O yıllarda Schliemann başta olmak üzere bazı arkeologlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kazılar yapıyorlar, buldukları eserleri Avrupa’ya kaçırarak Avrupa müzelerinde sergilenmesini sağlıyorlardı. Osman Hamdi Bey 1881’de Müze-i Hümâyûn müdürlüğüne getirilince Eski Eser Nizâmnâmesi’ni hazırlatmış, böylece arkeolojik eserlerin bir kısmının kurtarılarak müzede sergilenmesini sağlamıştır. Osman Hamdi Bey diğer yandan Osmanlı coğrafyasında kazılar da yapmış, bu kazılar sırasında 1887 yılında Sayda’da (bugünkü İsrail ve Filistin) bulduğu İskender, Ağlayan Kadınlar, Tabnit Lahitleri ile kurşun lahitleri müzeye getirmiştir. Yeni bulunan eserlerin Müze-i Hümâyûn’a gelmesiyle yer sıkıntısı baş göstermiş, adı geçen lahitler Çinili Köşk’e sığmamış, bu nedenle yeni bir müze binası yapılması ihtiyacı doğmuştur. Böylece bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi binasının inşaatına başlanmış, müze binasının yapımı tamamlandıktan sonra 13 Haziran 1891 tarihinde resmî açılışı yapılmıştır. Dönemin ünlü levanten mimarı Alexandre Vallaury’nin eseri olan, 190 m. uzunluğunda ve iki katlı olarak inşâ edilen müze binasının dış cephesinde İskender ve Ağlayan Kadınlar Lahidleri’nin etkileri görülmektedir. Sonraki yıllarda ihtiyaç oldukça yeni ekler yapılarak genişletilen yapı, son olarak bugünkü şeklini 1908 yılında almıştır.
Bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri olarak adlandırılan bu büyük müzenin isminin çoğul olarak geçmesinin sebebi bünyesinde Arkeoloji Müzesi’nden başka Eski Şark Eserleri Müzesi’ni ve Çinili Köşk Müzesi’ni de bulundurmasıdır. Diğer iki müzede de son derece önemli ve değerli eserler sergilenmektedir.
Asıl Arkeoloji Müzesi, günümüzde ana bina ve ek bina olmak üzere iki binadan meydana gelmektedir. Ana binanın giriş kat salonlarında sağ tarafta Arkaik Dönem’den Roma Dönemi’ne kadar antik çağ heykellerini, sol tarafta ise Sidon Kral Nekropolü’nden gelen İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Tabnit Lahdi gibi dünyaca ünlü ve çok değerli eserler yer alır. Müzenin üst katında ise Hazine Bölümü, İslâm dışı ve İslâmî sikke bölümü ve kütüphâne bulunmaktadır. Ek binanın bodrum katında 1998 yılında açılan, yakın çevreden tümülüs kazılarında çıkarılan çeşitli buluntuların sergilendiği “İstanbul Çevre Kültürleri” bölümü yer alır. Bu bölüm, Trakya, Bitinya ve Bizans olmak üzere üç kısıma ayrılmıştır. Ek bina giriş katı ise “Çocuk Müzesi” olarak düzenlenmiştir. Yine ek binanın birinci katında “Çağlar Boyu İstanbul”, “Çağlar Boyu Anadolu ve Troia”, en üst katta ise “Anadolu’nun Çevre Kültürleri: Suriye, Filistin ve Kıbrıs Eserleri” bölümleri bulunmaktadır.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde yer alan en önemli eserin İskender Lahdi olduğu kabul edilmektedir. Sidon kentinin krallar mezarlığında, Osman Hamdi Bey tarafından 1887 yılında bulunmuştur. Adı her ne kadar İskender Lahdi olarak geçse de Büyük İskender’e ait değildir. Sidon krallarından Abdalonymos’a ait olduğu sanılmaktadır. Lahdin ön yüzünde solda atının üzerinde İskender gösterilmiştir. Lahdin İskender Lahdi olarak anılmasının nedeni belki de budur. Lahdin gövdesinin uzun yüzlerinden birinde İskender ve Persler arasındaki bir savaş sahnesi bulunmaktadır. Bu savaşın, Büyük İskender’in M.Ö. 333 yılında kazandığı ve kendisine Fenike ve Suriye kapısını açan Issus Savaşı olduğu düşünülmektedir. Lahdin ikinci uzun yüzünde iki av sahnesi yer almaktadır. At ve arabalarla avlanmanın Yakındoğu kültürlerine ait bir özellik olduğu bilinmektedir. İskender de Fenike’de bu tür avlara katılmıştır.
Müzede bulunan bir başka önemli eser Ağlayan Kadınlar Lahdi’dir. İskender Lahdi ile aynı kral nekropolünde bulunmuştur. Bulunmasından önceki bir dönemde soyulmuş olduğu için içinde sadece ait olduğu kişinin kemikleri ve bronz bir kemer tokası bulunmuştur. Lahit arkeolojide “Sütunlu Lahitler” olarak adlandırılan grubun en iyi örneğidir. Sütunların arasında yer alan 18 üzgün kadın figürünün ölen kişinin eşlerini ya da haremindeki kadınları temsîl ettiği sanılmaktadır. Ağlayan Kadınlar Lahdi, Arkeoloji Müzesi’nin ana binasının mimarisine de ilhâm kaynağı olmuştur.
Tabnit Lahdi, İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen diğer bir değerli eserdir. Sayda kralı Tabnit’e ait olan bu lahit de diğerleri gibi 1887 yılında Osman Hamdi Bey’in yaptığı kazıda bulunmuştur. Sayda lahitlerinin en eskisidir. M.Ö. 6. Veya 7. yy.’a ait olduğu düşünülmektedir. Mısır firavunlarının kullandığı andropoit yani insan biçimli bir lahittir.
Arkeoloji Müzesi’nde pek çok önemli heykel de yer almaktadır. Büyük İskender başı, Miletous Faustina Hamamları heykel grubu, Sappho başı, Marsyas heykeli, Tykhe heykeli, Ephebos heykeli, Okeanos heykeli bunlara örnek olarak verilebilir. Gezer Takvimi, Simurg Kabartmaları, Palymira Mezar Odası ve Siloa Yazıtları müzede sergilenen görülmeye değer diğer eserlerdir.
New York ABD’nin en büyük, en kalabalık şehridir. Kentin girişinde, Liberty (Özgürlük) adasında yer alan ve Fransız heykeltıraş Bartholdi’nin eseri olan Özgürlük Heykeli, şehrin tam merkezindeki Central Park, Bronx, Harlem ve Çin mahallesi gibi bölgeleri, eğitim ve kültür kurumları, zamanında dünyanın dört bir yanından gelmiş göçmenlerinin torunlarıyla New York, ABD’nin diğer kentlerinden çok farklı özellikler taşıyan, tamamen kendine özgü, özelde ABD’nin genelde ise bütün dünyanın özeti sayılabilecek bir şehirdir.
1624 yılında Hollanda’lı kolonistler tarafından Nieuw Amsterdam adıyla kurulan New York, 1664 yılında İngiltere’ye geçince bugünkü adını almıştır. XVII. yy.’ın ikinci ve XVIII. yy.’ın ilk yarısında sıradan bir İngiliz kolonisi olarak kalan şehir, 1775’te başlayan ABD bağımsızlık savaşında önemli bir rol oynamıştır. Bağımsızlık kazanıldıktan sonra hızla gelişmiş ve önemi artmıştır. XIX. yy.’ın ikinci yarısı hem ABD hem de New York için çok önemli bir zaman dilimidir. Bu dönem, ABD’de eğitim ve kültürde büyük atılımların yapıldığı bir dönemdir. Başta New York olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer büyük şehirlerinde birçok eğitim kurumu, üniversite ve pek çok kültürel kurum kurulmuştur. Bu kültürel kurumların belki de en büyüğü ve önemlisi New York Metropolitan Müzesi’dir.
Metropolitan Müzesi’nin ilk kuruluş fikri, 1866’da Paris’te yapılan bir toplantıda John Jay tarafından ortaya atılmıştır. Ona göre artık Amerikan halkı ulusal nitelik taşıyan geniş çaplı bir müzeye ihtiyaç duymaktadır. Jay, bu düşüncesini daha sonra üyesi olduğu New York Ulusal Topluluk üyeleriyle de paylaşmış ve fikri geniş yankı uyandırmıştır. Böylece Metropolitan Müzesi’nin kuruluşu kararlaştırılmış ve kuruluş kararı onaylanarak yürürlüğe konmuştur. Daha sonraki yıllarda müzenin kuruluşu için ciddi çalışmalar yapılmıştır. 31 Ocak 1870’te yapılan bir seçimle müze heyeti belirlenmiştir. Heyette dönemin birçok tanınmış sanatçısı, koleksiyoneri ve işadamı yer almıştır. 1872 yılında John Taylor Johnson, müze heyeti tarafından müdürlüğe getirilmiştir. Onun müze müdürü olmasıyla ciddi anlamda kuruluş çalışmaları başlamıştır. Johnson’ın en önemli hedefi doğru bir koleksiyon oluşturmak olmuştur. Bu hedefe ulaşılabilmesi için Amerikan halkı her kesimiyle destek vermiştir. Yapılan kapsamlı ve ciddi çalışmalar birkaç yıl içinde sonuç vermiş, müzenin çekirdeği oluşturulmuştur.
Müzenin ilk koleksiyonu resim koleksiyonudur. Bu koleksiyonun meydana getirilme görevi William T. Blodgett’e verilmiş, onun yaptığı hummalı çalışmalar sonucunda resim koleksiyonu ilk koleksiyon olarak Metropolitan Müzesi’nde yerini almıştır. Blodgett, resim koleksiyonunu oluşturmak için Avrupa seyahatine çıkmış ve Avrupa’dan üç büyük özel koleksiyon satın alarak dönmüştür. Satın aldığı koleksiyonlarda Flaman okulu ustalarının başyapıtlarını da içeren 174 eser yer alıyordu.
Müze müdürü Johnson, 1873’te müze için 6000 tane heykel temin etmiştir. Böylelikle Metropolitan Müzesi’nin heykel koleksiyonunun da temeli atılmıştır. Müze için ikinci büyük kazanç antika koleksiyonu olmuştur. O yıllarda Amerikan hükümetinin görevli bir elemanı olarak Kıbrıs’ta bulunan ve antik eserlere çok ilgili bir araştırmacı olan İtalyan asıllı Luigi Palma di Cesnola, Kıbrıs’tan topladığı antik heykelleri ve eserleri 1876’da müzeye kazandırmıştır.
Cesnola, Metropolitan Müzesi için apayrı bir yere sahiptir. Cesnola’nın o yıllarda Kıbrıs’ta bulunuyor olması, müze heyeti için âdetâ antik kültürlere açılan bir kapı anlamına gelmekteydi. 1879 yılında Cesnola’nın müze müdürlüğüne getirilmesiyle Metropolitan Müzesi için yeni bir sayfa açılmıştır. Müdür olduktan sonra Cesnola, antik kültürlere yönelik çalışmalarını daha da arttırmış, 1904’te ölene kadar çok yoğun çalışarak müzeye çok büyük katkılar sağlamıştır. Önce Johnson’ın sonra da Cesnola’nın ve müze heyetinde yer alan diğer kişilerin özverili ve ciddi çalışmaları sonucunda Metropolitan Müzesi’nin temeli oluşturulmuştur.
Sonraki yıllarda koleksiyonlara eklenen yeni eserler ve meydana getirilen yeni koleksiyonlar sebebiyle müzeyi genişletme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. 1888’de müze güneye doğru genişletilmiş ve yeni sergi alanları eklenmiştir. 1894 yılında ise kuzeye doğru bir genişleme yapılmış, 1895’te ise Metropolitan Müzesi’nin Central Park’ta 5. Cadde’ye bakan yüzü yeniden yapılmıştır. XIX. yy.’ın sonlarında ve XX. yy.’ın ilk yarısında yapılan çalışmalarla Metropolitan Müzesi daha da genişlemiştir. 1907’de Mısır Sanatı ve Dekoratif Sanatlar Bölümü, 1912 yılında ise Silahlar ve Savaş Aletleri Bölümü kurulmuştur. Bu bölümlere 1915’te Uzak Doğu Sanatı, 1924’te Amerikan Sanatı, 1932’de Yakın Doğu Sanatı, 1933 yılında da Ortaçağ Sanatı Bölümleri eklenmiş ve sonraki yıllarda geliştirilerek zenginleştirilmiştir.
Bugün Metropolitan Müzesi, çağlar boyunca insanoğlunun sanata dâir üretmiş olduğu ne varsa hemen hemen hepsinin tek çatı altında görülebileceği, çok geniş kapsamlı, muazzam bir müzedir. Her bölümü çok önemli ve değerli olmakla birlikte özellikle Mısır Sanatı ve Amerikan Sanatı Bölümleri ayrı bir öneme sahiptir. Mısır Sanatı Bölümü, gezildiğinde ziyaretçide antik Mısır’a gitmiş duygusu uyandıracak derecede mükemmel hazırlanmıştır.
Sonuç olarak müzeler, hem geçmişle günümüz arasında bir köprü oluşturmakta, hem de toplumların kültürel bilinçlenmelerine büyük katkı sağlamaktadır. Diğer yandan bulundukları şehire turistik anlamda değer katmakta, ülke tanıtımında da önemli rol oynamaktadır. Dünya kültür mirasının büyük bir kısmına ev sahipliği yapan müzeler, bu mirasın korunmasında da büyük pay sahibidir.
İki Büyük Şehrin İki Büyük Müzesi – Bu yazı 2012 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 65. sayısından alınmıştır.