Yazı: Ayşe Sevim Fotoğraflar: Hamza Burak C.
“…Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses hürriyeti gözlerinin önüne getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler, bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen bulutlar benden bir teselliyi: unutmayı alırlardı…”Sabahattin Ali
Sinop Cezaevi
Sinop Cezaevi’nin kapısında otobüsler ziyaretçileri boşaltıyor. Cep telefonlarıyla fotoğraflar çeken talebeler, her şeyde kusur bulan emekliler, hafta sonu kaçamağı yapan karı kocalar… Hepsinin çıkardığı şamata uzaktan oynak bir şarkıya benziyor. Ne yazık ki bu keyifli melodi uzun sürmeyecek. Birazdan mahpusların hayaletleri onların arasına karışacak. Saçlarının, ellerinin etrafında uçuşacaklar. Ziyaretçiler ise bu hortlakları keskin bir koku gibi hissedecek. Hepsi, binaların içinde kaybolmaktan, bir demir kapının aniden üzerlerine kapatılmasından, yeraltı hücrelerinin onları yutmasından korkarak cezaevinin tamamını dolaşmadan otobüslerine dönecekler.
Ben de bu ziyaretçilerden biriyim. Onların aksine hazırlayacağım yazı yüzünden dışarıya çıkamıyorum. Belki de dört yüz otuz sene boyunca burada yatan hortlaklar kollarımdan çekiyorlardır. Bana yazdıkları şiirleri, koğuş kavgalarını, gardiyanlardan yedikleri tekmeleri, kirli tırnaklarını, karanlık suratlarını göstermek istiyorlar. Koskoca hapishanede yürüyen tek canlıyım artık.
Dolaşmaya idari binadan başlıyorum: Savcı odası, dinlenme odası, tabip odası, kayıt odası, kilitli kapılar, sinekler, parmaklıklar… Duvarda zevksiz bir yazıyla: “Hatasız insan yoktur, insanlık hatasını kabul ve tamir etmekle ölçülür. Einstein”yazan bir tabela var. Kaç suçlu tam bu yazının yanından geçerken başını yukarıya kaldırmıştır acaba? Yanındaki jandarmaların: “Hadi yürü, neye bakıyorsun?” demesiyle kaçı başını yeniden öne eğmiştir?
İdari binadan çıkıp üç bölüme ayrılmış olan hapishaneye giriyorum. İşte o zaman hayaletler üşüşüyor. Vızır vızır uçuşan karasineklerin, sidik kokusunun eşliğinde çekiştirmeye başlıyorlar beni. Dev kapıların dev merdivenlerin, yüksek tavanların arasında sürüklüyorlar. Duvarlar bazen kiremit rengi, bazen pis bir sarı, bazen de çıplak olarak sürekli elbise değiştiriyor. Her şey büyük… İnsana devletin yanında ne kadar da ehemmiyetsiz olduğunu dişlerini gıcırdata gıcırdata söylüyor bu taş binalar. Burada da bir tabela var: “Kan kanla değil su ile yıkanır öç almanın sonu yoktur. William Shekspir” Shakespare yerine Shekspir yazmış hapishane idaresi. Tabelayı duvara çaktıkları günü düşünüyorum. Gardiyanın teki merdivene çıkmış tabelayı düzeltiyor. Aşağıda onu izleyen müdür: “Biraz daha sağa” diyor tok bir sesle. Tam ortada, düzgünce durmalı tabela. Tabelada yazandan daha mühim bu…
Evliya Çelebi İstanbul-Trabzon-Batum gezisi ile ilgili notlarında Sinop Zindanı için: “Büyük ve korkunç bir kaledir, 300 demir kapısı dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından on adam asılır nice azılı mahkûm vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır Tanrı korusun oradan mahkûm kaçırmak değil, kuş bile uçurmazlar” demiş. Her şeyi abartıyor Çelebi. İşte onun zamanından bir mahkûm yanıma geliyor. Kollarında ve bacaklarında zincir izleri var. Zavallı! Hiç de Evliya’nın anlattığı gibi azılı gözükmüyor. Dişsiz damağı, kan çanağı gözleriyle daha çok bir yaratığa benziyor. Hayalî bir tabeladan okur gibi hikâyesini anlatmaya başlıyor aniden: “Ben su seviyesinden birkaç kulaç altta bir dehlizde aylarca yattım. Kollarımdan ve bacaklarımdan bakla denilen prangalarla duvara bağlanmıştım. Hücre cezam bittiğinde koğuşa alındım. O zamanlar tayin çıkmazdı Sinop zindanlarından mahkûma. Kesip yiye yiye kedi bırakmamıştık. Çok kıymetliydi… Kedi için cinayet bile işlendi. Kedi bulamayanlar avluya çıktıkları zaman otlarlardı… Açlık, ince illet, rutubet, kemiklere işleyen soğuk alır götürürdü adamı…” Susuyor. Bir kedi mırıltısı duymuş gibi dikiyor kulaklarını, hızla uzaklaşıyor.
Yürümeye devam ediyorum. Yer altında o kadar çok hücre var ki. Yan yana dizilmiş, dar, kara odacıklar bunlar. Helâ niyetine bir de taş koymuşlar içine. İçeride üç dört adım ancak atabilir insan. Mahkûmların çığlıkları duvarlara yapışmış gibi. Sevgililerinin dizlerine yatamadan, saatlerce göğe bakamadan, yeraltına atılmış suçluların çığlıkları… Aniden başım dönüyor. Ya biri bu ağır demir kapıyı ben hücredeyken üstüme kapatırsa? Ya aylarca burada kalırsam? Paslı kapıyı yumrukluyorum. Binlerce çıplak el hücrelerinin kapısını yumrukluyor. Işık… ışık… diye haykırıyorlar.
Temiz hava almalıyım. Göğü görmeliyim. Bahçeye koşuyorum. Çantamdaki suyu bulup elimi yüzümü yıkıyorum. Dört yüz otuz yıl boyunca bu hücrelerde kaç mahkûm delirmiştir acaba? Bahçenin ortasında ise infazların yapıldığı bir alan var. İdam yasaklanana kadar burada yüzlerce suçlu asılmış. İdamlar sabah, dalga seslerinin ortasında, martı çığlıkları içinde yapılıyordu herhalde. Görevli korkudan gözleri irileşmiş mahkûmun altındaki sandalyeye sert bir tekme atıyordu.
Cezaevinin daha insanî şartlar sunan üst katına çıkıyorum. Koğuşların bulunduğu kata. Her yer ıssız. Terk edilmiş. Bir zamanlar havluları asmak için çakılmış çiviler şimdi duvarlarda uyuyor. Ranzalar, üzerine güğüm koyulmuş sobalar, bir el radyosundan dinlenen türküler, cayır cayır yanan soba, cam kenarındaki kuş kafesleri ve saksı çiçekleri artık yok. Yanımda uçuşup duran hortlaklardan başka kimse yok burada. Sabahattin Ali’nin kaldığı koğuşa giriyorum. Hapiste yazdığı bir mektubunda şöyle anlatmıştı Sinop cezaevini: “ Duvarlar… İsten ve kirden yer yer lekelenen, kirecin rengi sararak pis bir sofra örtüsüne dönen kalın taş duvarlar… Taş duvarların dibinde yığılı, üzeri eski kilim veya yırtık battaniyelerle örtülü yataklar… Daima yanlış çalan bir duvar saati, altındaki çivide pis bir havlu, bir bağlama, bir eski yelek. Ve en solda, köşede bulaşık kaplar… Ve ben düşünüyorum…”
Sabahattin Ali’nin yaşadığı korkunç hayatı düşünüyorum ben de. Takiplerle, tutuklamalarla, sefaletle geçen bir ömür… Dövülerek öldürülen bir yazar… Bulgaristan sınırında bulunan bir ceset… Aniden ihtiyarlayan bir adam…
Yazarımız Sinop’a geldiği günle cezası bittikten sonraki adamın aynı adam olmadığını yazmış bir mektubunda. “…tam bir sene geçti o günden beri, hâlbuki ben ne kadar çok ihtiyarlamıştım! Bir sene evvelki Sabahattin’e bir çocuğa bakar gibi bakıyordum…”demiş. Kapkara bir gecede Sabahattin’i Sinop’a jandarmalar eşliğinde yürürken düşünüyorum. Mektubunda o anda annesini görmek istediğini yazmış. Büyük bir yazarın, siyasi görüşlerinden ötürü tutuklanan bir adamın hapishaneye doğru sürüklenirken aklına annesi geliyorsa o adam gerçekten korkmuş olmalı.
“Bugün hava yağmurlu. Yerler ıslak, tıpkı geçen sene bugün gibi. Ayşe, ben tam bugün, 12 Mayıs gecesi saat birde Sinop’a çıkmıştım… Bir gece evvelsi gibi her şeyi, en ufak teferruatıyla hatırlıyorum: Bir gece evvel sana vapurdan uzun bir mektup yazmıştım, gece yarılarına kadar uyuyamamıştım, ertesi gece biraz uyudum. Candarmalar bir müddet sonra uyandırdılar, Sinop’a geldiğimizi söylediler, bir motora binerek şehre çıktık. Bu gece o zamandan beri hiç hayalimde canlanmamıştı, bugün nedense akşamın alacakaranlığında birdenbire bir sinema gibi gözümün önüne geliverdi. Bir müddet evvelki yağmurun ıslaklığını taşıyan sokakları görür gibi oldum. Gece yarsından sonra çıktığımız bu küçük şehirde kimseler yoktu. Yalnız büyük surlar, ahşap evler, tahta kepenkli alçak dükkânlar vardı. Sağ tarafımızdan parkın rıhtımına vuran denizin hafif ve mırıltılı sesi geliyordu. Ve ben, yanımda iki candarma, ellerimde bavulum ve çantam, kalbimde dizlerimi bükecek kadar büyük bir ağırlıkla bu bilmediğim şehrin karanlığının içinde ilerliyordum. Nefes aldıkça içime rutubetli bir hava doluyordu. Bu havayı bu kadar nemli yapan şeyin madde haline giren karanlığın olduğunu zannediyordum. Hafif kumlu bir yolda, bahçe gibi bir şeyin içinde yürüyordum. Burasının park olduğunu söyledilerdi. Etrafa bakıyor, hiçbir şey göremiyordum. Ağaçlar siyah gecenin üzerine siyah kalemle çizilivermiş resimler gibiydi. Ayaklarımızın kumda çıkardığı sesler, hafif fakat iniltili akisler yapıyordu. Kalbim göğsüme sığmayacak kadar büyüyor ve ağırlaşıyordu. Ah yarabbi, o akşam ne kadar ıstırap çekiyordum? Ne kadar kederli idim!… İstanbul’da ve Konya’da, hatta yolda geçirdiğim çok daha fena günler benim içimdeki mukavemet damarlarını harekete geçirmişlerdi, çektiklerimi istihfaf edebiliyordum, dudaklarımı ısırıyor, hatta gülmeye çalışıyordum. Fakat bu gece, bu ıslak hava, bu hafif kumlu yol, bu tanımadığım, bir gece yarısı içine girdiğim garip şehir, bu bir tarafında yıldızlara karışan gri sular, bu ellerimde ağırlaşan çantalar birdenbire beni yumuşatmıştılar, içimde bir ağlamak ihtiyacı vardı. O gece, yalnız o gece, istediğim gibi ağlayabilmek için hür olmayı istemiştim, ama ne kadar şiddetli istemiştim; yalnız o gece hür istediğim gibi hür olabilmek için ertesi gün ölmeyi kabul edebilirdim. Dudaklarım titriyordu. O gece annemi çok istemiştim, o yanımda olsa, benimle beraber yürüse, candarmalar beni candarma dairesine sokarken o boynuma sarılıp öpse ve yarın tekrar görmeye geleceğini söylese bu kadar yüreğim ağırlaşmazdı, diyordum. Sonra seni de çok düşünmüştüm. Şerif, Halide ve sen vapura gelmiştiniz. Üçünüzün de hayali, bilhassa seninki hep gözümün önündeydi. Seni adliyede yanıma geldiğin zamanki gibi de hatırlıyordum. Şimdi burada olsa muhakkak daha hafif olurdum, hiç olmazsa ona zayıf görünmemek için kendimi bu kadar koyuvermezdim diyordum. O zaman dünyada hiç kimsenin beni annem kadar sevemeyeceğini ve hiç kimsenin beni senin kadar anlamayacağını düşünüyordum. Elimde ağır çantalar, başım yıldızlara doğru kalkmış, kafamda bunlar dolaşıyordu. Cebimde sana vapurdan yazdığım mektup vardı.
Yarabbi, bu akşam o bir sene evvelki akşamdan ne kadar uzağım, ne kadar başkayım: tam bir sene geçti o günden beri, hâlbuki ben ne kadar çok ihtiyarlamıştım! Bir sene evvelki Sabahattin’e bir çocuğa bakar gibi bakıyordum.”
“Nefes aldıkça içime rutubetli bir hava doluyordu. Bu havayı bu kadar nemli yapan şeyin madde haline giren karanlığın olduğunu zannediyordum” diye yazmış mektubunda. Acaba o gün o kadar karanlık mıydı gerçekten? İşlerinden evlerine dönen adamlara da aynı karanlık gözükmüş müydü? Pencereden sokağı seyreden çocuklar bu karanlıktan korkup perdeleri çekmişler miydi? Eğlenmeye çıkmış delikanlılar aynı karanlığı fark etmişler miydi? Solumuşlar mıydı? Onların nefes borularından da bu katran akmış mıydı? Yoksa sadece Sabahattin Ali’ye mi musallat olmuştu bu yapış yapış yaratık?
Sabahattin Ali’nin “Duvar” adlı enfes öyküsünü bilir misiniz? Burayı anlatır. Benim şimdi duyduğum sesleri, baktığım gökyüzünü, dokunduğum duvarları yazmıştır. Fakat ben bir saat kadar sonra buradan kurtulacağım. O yüzden sözlerim ne kadar etkili olabilir? Hâlbuki Duvar hikâyesindeki cümlelerin kuvveti inanılmazdır. O güç sizi on dakikalığına da olsa mahkûm gibi hissettirir. Ellerinizde kelepçe izleri ararsınız. “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı. Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?
Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen küçük beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi: unutmayı alırlardı.
Ve burada konuşulan şeyler hep eskiye, dışarıya ait şeylerdi. Sanki hiç kimse buraya girdikten sonra yaşamıyor, yahut hafızası bunu zapt etmiyordu. Buradaki hayattan bahsetmek lazım gelince de o kadar isteksiz anlatılırdı ki, insanda, söyleyene azap veren bu şeyleri susturmak arzusu uyanırdı…” Gerçekten de Karadeniz’in yeşil parmakları bu taşlara hâlâ dokunuyor. Yazarın bahsettiği çiçekler ansızın insanın karşısına dikiliyorlar. Sabahattin Ali “Aldırma Gönül” isimli şiirini de herhalde bu arsız çiçeklere bakarak yazmıştı. Onunla aynı zamanda hapishanede kalan Hüseyin Kuşüzümü, yazarın sürekli okuyup bir sandığın üzerinde yazdığını söylemiş. Bu beyin anlattıklarından bazıları ise efkârlı bir şarkıyı anımsatıyor. Hapisten çıktıktan sonra yolu Ankara’ya düşen Hüseyin Bey, okumuş-yazmış Sabahattin Ali’yi ziyaret etmiş. Yazarımızı çok sevindirmiş bu buluşma. Yedikleri yemeğin ardından kader arkadaşına bir miktar para vermek istemiş. Kuşüzümü, bunu kabul etmeyince kaşla göz arasında Ulus’taki Sümerbank’tan bir takım elbise kumaşı sardırarak eline tutuşturmuş.
Akşam olmak üzere… Hortlaklar kapı arkalarına, baca içlerine, tavanlara doğru uçuşuyorlar. Gitmem gerek. Yanıma buradan “Aldırma Gönül” şiirini alıyorum sadece. Cezaevinden çıkarken müze görevlileri tuhaf tuhaf bakıyor bana. Acaba benden başka bu şiiri yüksek sesle söyleyen hiç ziyaretçileri olmadı mı?..
Aldırma Gönül Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül, aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül, aldırma
Dışarıda deli dalgalar Gelip duvarları yalar Seni bu sesler oyalar Aldırma gönül, aldırma
Görmesen bile denizi Yukarıya çevir gözü Deniz gibidir gökyüzü Aldırma gönül, aldırma
Dertlerin kalkınca şaha Bir sitem yolla Allah´a Görecek günler var daha Aldırma gönül, aldırma
Kurşun ata ata biter Yollar gide gide biter Ceza yata yata biter Aldırma gönül, aldırma
Bu yazı 2012 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 65. sayısından alınmıştır.