Kapadokya… Anadolu’nun ortasında farklı bir gezegen… Vadilerinde kanyon kanyon dolaşırken gezenlere yaşadıkları dünyayı unutturabilecek kadar güzel bir hayal ülkesi… Kimilerinin fantastik öykülerin düşsel mekanı diye nitelendirdiği bir diyar… Kimilerine göre ise bilim kurgu filmlerine ilham verecek mekanların beşiği…
Yazı: Asım Fahri Çelik Fotoğraflar: Mehmet Demirci
Bunların ötesinde; bir “gerçek”tir Kapadokya; garip ve olağanüstü coğrafi yapısı, geçmişinin günümüzle paylaştığı ilginç mimari deneyimleri, güzelliği ile ünlü atları, güvercinleri, üzümleri, zengin ve çok katmanlı tarihiyle bu coğrafyanın vazgeçilmez mühürlerinden birisidir.
Kızılırmak yayı içerisinde kalan; Asurluların “Hatti Ülkesi” dedikleri bu toprakları ilginç kılan, asıl itibariyle yörenin eşsiz jeolojik oluşumudur. Kayıtlar, yörenin karmaşık ve yoğun tarihini de bu jeolojik kaderine bağlarlar. Borçludur bir anlamda Kapadokya. Çünkü, tarihi bu benzersiz yapının üzerinde yükselmiş ve onun sunduğu şartlar ve imkanlarla şekil almıştır.
Bundan yaklaşık 60 milyon yıl önce yörenin volkanik dağları Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın lav ve küllerini püskürtmesiyle başlar Kapadokya’nın bundan sonra çevresindeki topraklardan farklı gelişecek olan hikayesi. Lav ve küllerin oluşturduğu 100-150 metre kalınlığında farklı sertliklerdeki tüf tabakaları bu toprakların tamamını kaplar. Bu tüf tabakaları aradan geçen milyonlarca yıl sonunda yağmur ve rüzgarın etkisiyle derin vadilere, kanyonlara ve halkın muhayyilesinde karşılık gördüğü ismiyle “Peribacaları” na dönüşür.
Coğrafik olaylar ve iklimin tesiriyle Peri bacaları oluşurken, ilk yerleşenlerle birlikte yöreye insan eli de değmiş olur. Büyük bir emek ve çabayla oyulan Peri bacaları barınak ve tapınak haline getirilirler. Zamanla sakinlerinin savunma ve benzeri ihtiyaçları doğrultusunda barınakların birbirleriyle entegrasyonundan da günümüze kadar ulaşan dev yer altı şehirleri doğar.
Ülkemiz turizmi açısından büyük bir öneme sahip olan Kapadokya’da; Avanos, Ürgüp, Göreme, Akvadi, Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri, El Nazar Kilisesi, Aynalı Kilise, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Çavuşin, Güllüdere Vadisi, Paşabağ- Zelve gezilebilecek en gözde yerler olarak sayılabilir.
Geçmişi dokuz on bin yıl öncesine kadar uzanan bu yerleşmelerin bilinen ilk sakinleri Hattiler, Luviler ve Hititlerdir. Kapadokya’da “Karum” isimli ticaret kolonilerine sahip Asurluları saymazsak, yazılı tarih Hititlerle birlikte başlar diyebiliriz.
Homeros’un destanlarında anılan Troia’yı yıktıktan sonra hızını alamayan Akdeniz ve Ege kavimleri, efsanevi Hitit İmparatorluğunu da önlerine katıp yıkınca sonu bilinmez uzun bir kum fırtınası başlar Kapadokya için. Kavimler kavimleri kovalar. Kültürler kültürlerle savaşır ve sonra kaynaşırlar. Yetiştirdikleri atlarla ünlü Taballar’dan, Frigler’e, Kimmerler’e, İskitler’e, onlardan meşhur “kral yolunu” Kapadokya’ya kadar getiren Lidyalılar’a, Medler’e, dinlerinden dolayı yörenin yapısına ve Erciyes Dağına hayran kalan ateşgede Persler’e, Makedonyalılar’a, Romalılar’a, Bizanslılar’a, Araplara, Selçuklular’a ve Osmanlı’lara kadar tarih boyunca sayısız efendi değiştirir ve çok değişik ırklardan misafirleri olur Kapadokya’nın. Ve hepsi geçip gider, geride yine Kapadokya kalır onlardan alıp biriktirdikleriyle dimdik ayakta.
Kapadokya, tabii güzellikleri ve kültürel zenginlikleri ile asırlarca tarih yazarlarının ve seyyahlarının da ilgi odağı olmuştur. Augustus Roma’sının meşhur coğrafyacılarından ve haritacılarından bilinen ilk seyyah Amasyalı Strabon da bunlardan biridir. Strabon, seksen yaşında yazdığı söylenen antik Anadolu Coğrafyasını tanıttığı on yedi kitaplık “Geographika” adlı eserinde; Kapadokya’ya, güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Doğu Karadeniz Kıyılarına kadar uzanan geniş bir bölge olarak özel bir yer verir. Bu günün Kapadokya’sı daha çok Nevşehir, Niğde, Aksaray, Kayseri ve Kırşehir illerini kapsayan bir alandır. Bizim anladığımız manada Kapadokya’dan murat ise gezilip görülmeye değer kayalık ve turistik Kapadokya bölgesidir ki, bugün Uçhisar, Ürgüp, Göreme, Avanos, Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara ve çevresine tekabül etmektedir.
Aslında yöre hakkındaki önemli denilebilecek ilk bilgileri, Amasyalı Strabon’dan yaklaşık dört yüzyıl önce Xenophon aktarmıştır.
Kapadokya’yı yakın dönem Avrupa’sına tanıtan ilk kişi ise Fransa Kraliyet Sarayı tarafından Akdeniz ülkelerine geziler yapmakla görevlendirilen Paul Lucas’tır. 1705 Ağustos’unda, Ankara’dan Kayseri’ye giderken, Avanos ve Ürgüp çevresine de uğrayan Lucas, memleketine döndükten sonra, hayret ve hayranlıkla karışık izlenimlerini, 1712 yılında Paris’te yayınladığı iki ciltlik seyahatnamesinde hayal gücünü de kullanarak abartılı tasvirlerle anlatır. Paul Lucas’ın bu fantastik Kapadokya tasviri Batıda ilgiyle karşılanır ancak kimilerine pek de inandırıcı gelmez. Hatta seyahatnamesine karşı oturduğu yerden tekzipler ve anti tezler yayınlayanlar bile olur.
Ürgüp ve Göreme’nin daha gerçekçi bir yaklaşımla anlatımı Lucas’ın bölgeye gelişinden yaklaşık 130 yıl sonra başka bir Fransız seyyah tarafından yapılır. Fransa Hükümeti tarafından Anadolu’da araştırmalar yapmakla görevlendirilen, aynı zaman da ünlü bir mimar olan seyyah Charles Texier 1833 ve 1837 yılları arasında yaptığı seyahatlerinde Kapadokya bölgesinden ayrıntılı bir şekilde söz eder.. Anadolu’daki gezi ve incelemelerine dair yayınladığı altı ciltlik “Description de I’Asie Mineure…” adlı eserinde izlenimlerini aktarırken: “…Doğa, hiçbir zaman kendini bir yabancının gözlerine böylesine olağanüstü bir şekilde sergilememiştir. Dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine sürekli ve daha düşsel bir tabii olay varolduğunu duymadım.” demek zorunda hisseder kendini.
Bütün bir 19. Yüzyıl boyunca daha çok bilimsel amaçlarla geldikleri söylenen Avrupalı seyyahların tavaf yeri haline gelir Kapadokya. O dönemde bu değişik jeolojik yapı karşısında şaşkınlıklarını gizleyemeyenler arasında. İngiliz Seyyah W.F. Ainswort, ünlü İngiliz jeologlarından W.J. Hamilton; A.D. Mordtmann, W.M. Ramsey, J.R.S. Sterret sayılabilir.
Osmanlı Devleti’nin son dönem meşhur misafirlerinden Prusyalı ünlü Feldmareşal Moltke de Kapadokya’yı ziyaret edenler arasındadır. Moltke, Ekim 1838’de Kayseri’den Nevşehir’e giderken uğramış olduğu bu toprakları; “Dimdik ve mağaralarla garip bir şekilde oyuk oyuk olmuş bir kayalığın üzerindeki eski bir kale, kasabanın tepesinden bakıyordu. Ürgüp’ün evleri taştan, son derece zarif yapılmıştır… Ürgüp’ün arkasındaki yayla bağlarla örtülüdür ve derin vadilerle bölünmüştür. Bunların yamaçlarında eski duvar kağıtlarda görülen resimler gibi garip kaleler yükselir” diyerek anlatırken Ürgüp’ün şahsında yörenin genel özelliklerine de dikkat çeker.
Gerçekten de bugün yöreyi gezerken sıkça rastlanan kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri, yer altı şehirleri ve güvercinlikler, yörenin genel özelliklerini ortaya koyan ve onu özgün kılan en önemli unsurlardır. Özellikle Kapadokya evleri, gerek kullanılan malzeme, gerek konumları itibariyle ve gerekse binlerce yıllık mimarinin imkanları ile günümüz şartlarını harmanlamış olmalarıyla eşsiz bir nitelik taşımaktadırlar. On dokuzuncu yüzyılda yamaçlara ya da kayaların üzerine inşa edilen bu evler, bölgenin en önemli ve tek mimari malzemesi olan volkanik taşlardan yapılmışlardır. Ocaktan ilk çıktığında yumuşak olan ve kolaylıkla işlenebilen bu taşlar, havayla temas ettikçe sertleşmekte ve çok dayanıklı bir hale gelmektedirler. Kullanılan malzemenin bolluğu ve kolay işlenebilirliği, yörede taş işçiliğinin gelişmesinde ve bunun bir mimari geleneğe dönüşmesinde de etkili olmuştur.
Peribacaları, kayalara oyulmuş kilise ve manastırlar ve yer altı şehirleri derken yöreye has güvercinlikler çoğunlukla gözden kaçar ve ziyaretçiler tarafından pek dikkat edilmez. Genelde 19. yüzyıl ve 18. yüzyıla ait olan bu küçük yapıların bir kısmının daha önceleri manastır veya kilise olarak kullanıldığı biliniyor. Güvercinlikler, şarapçılık ve üzüm yetiştiriciliği ile uğraşan bölge çiftçisinin üzüm bağlarından daha fazla verim alabilmek amacıyla, fosforik asit ve organik madde yönünden çok zengin olan güvercin gübresini kullanma ihtiyacından doğmuştur. Bu amaçla beslenen binlerce yabani güvercine barınak sağlamak için kayalara odacıklar şeklinde oyulmuş olan bu güvercinliklerin, kesme taştan yapılmış ev tipinde olanları da vardır.
Esas olarak ekonomisi tahıl tarımı, bahçecilik, bağcılık ve süt ürünleri üretiminin yanında hayvancılığa dayalı olan Kapadokya, şöhretinin bir kısmını da ismine esin kaynağı olan atlara borçludur. Güvercinleri ve güvercinliklerinden de önce atlarıyla ünlüydü Kapadokya. Efsaneler, Kapadokya isminin aslının Katpadukha veya Katpaduka olduğunu ve Pers kaynaklı olduğunu söylerler. Her ne kadar kelimenin Hatti, Luvit, Hitit veya Asur kaynaklı olduğu tartışılsa da anlamı “güzel atlar ülkesi” olarak yaygınlık kazanmıştır.
Her savaşçı kavim gibi Hititler de at yetiştirmeye büyük bir önem veriyorlardı. Hatta bu amaçla Mitanni memleketinden uzman at yetiştiricileri getirtip onların tavsiyelerini tabletlere yazdırdıkları ve bunun kuşaktan kuşağa intikali için uğraştıkları söylenir. Hititlerden sonra onların kaldığı yerden Tabal krallığı bu geleneği devam ettirmişlerdir. Persler yöreyi ele geçirip bir satraplık (eyalet) haline getirdiklerinde Kapadokya’nın iyi yetiştirilmiş cins ve güzel atlarının ünü dünyayı tutmuştur artık.
Bu gün ne yazık ki, artık o güzel atların sadece isimleri dolaşıyor ortalarda.Ama mutlaka bir at görmek istiyorsanız, günümüzde bazı tur şirketleri araçların giremediği patika yollarda, çok iyi bir binici olmanıza gerek kalmadan uzman rehberler eşliğinde size Kapadokya’nın bazı yerlerini at sırtında keşfetme imkanı veriyor. Yalnız bu atlar, sözü edilen o atlar mı bilmiyoruz.
Kapadokya’nın topografyasını veya jeolojik siluetini daha genel bir şekilde yukardan izleme imkanı da mevcut. Dağlardan sonra Kapadokya’nın en yüksek noktası olan Uçhisar kalesi bu iş için en ideal konuma sahip. Çok daha yüksekler için ise balonla yapılan turlara katılmak mümkün.
Son tahlilde gidemeyen çoğu insan için Kapadokya bu gün, daha çok kahverengi veya toprak rengi tonlarının ağır bastığı bir peribacaları ülkesidir. Oysa Kapadokya bunlardan daha fazlasıdır ve daha renklidir. Yer yüzünün bir çok güzel rengini sunmakta cömert davranan bu diyarları gezebilmek için çok fazla ekipmana ihtiyaç yoktur. Düş gücünüzü yanınıza alıp yola çıkmanız yeterli. Onun dışında gerekli her şeyi orada bulacaksınız.
Kapadokya ve Üzüm – Bu yazı 2007 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 1. sayısından alınmıştır.