Cuma , 22 Kasım 2024

Kara Yoluyla Üç Ayrı Diyar: Hindistan,Pakistan ve Afganistan

Hindistan

Geçtiğimiz Kasım ayında eşim İlknur’la birlikte İstanbul’dan Dubai aktarmalı olarak Hindistan’ın başkenti Delhi’ye gittik. Uzun bir yolculuğun ardından merakla beklediğimiz Hindistan’a 10.00’da inmeyi başardık. Hindistan hakkında hep karmaşık, kalabalık ve tuhaf bir kokusu olduğu söylenir, bilirsiniz. Biz de oraya ulaştığımızda bu sözlerin ne kadar yerinde olduğuna şahit olduk maalesef. Kalabalık insan ordusunun bakışları arasında bir taksiye binip Old Delhi’ye doğru yola çıktık. Giderken Paharganj’da her ayrıntıyı dikkatle inceledik. Hindistan şartlarına göre oldukça iyi bir otele gelmiştik (Namaskar India Otel). Ama ülkemize göre elbette kötü ve pisti. İlk akşamımı şiddetli bir baş ağrısıyla geçirdim. Üstüne üstlük artık biz bile kokuyorduk. Hindistan’ın pisliğine tahammül edebilirseniz aslında gerçekten büyüleyici bir yer.

Yazı ve Fotoğraflar: Ömer Çakıroğlu

Ağrıyla geçen bu gecenin sabahında erken saatte Delhi’deki Kutup Minaresi ve Sayyi Baba Tapınakları’na gittik. Ertesi günün sabahında ise 5 saat kadar süren bir yolculukla kırmızı şehir Jaipur’a geldik. Hindistan’ın olmazsa olmazı fillerin, yılan oynatıcılarının bulunduğu en görkemli ve etkileyici şehirlerinden biri burası. Jaipur’da Jantar Mantar, Amber Sarayı, City Palace, Albert Hall Müzesi, Hava Mahal, Jal Mahal’i gezdik. Üç gün iki gece geçirdiğimiz Jaipur’dan 6 saatte Agra’ya ulaştık. Delhi ve Jaipur’da görmediğimiz maymunları Agra’da gördük. Bu nedenle Agra’ya giderseniz mümkünse elinizde hiç yiyecek bulundurmayın. Benden söylemesi…

Agra’da Tac Mahal Agra Kalesi, Fetihpur Sikri ve Şiva Tapınakları’na gittik. Şehir merkezinden uzaklaştığımızda bir anda etrafımızı koca bir kalabalık dilenci ordusu sardı ve ağlayan gözlerle yemek istediler. Hangi birine vermek mümkündü ki, bitmek bilmiyorlardı. Bu durumu tekrar tekrar yaşamamak için araçtan aşağıya inmedik çoğu kez. Fakat bu insanlara yiyecek dağıtanları gördük. Her gece çok geç saatlere kadar geçişler oluyordu. Önce çaldıklarının hiçbirinin diğeri ile alakası olmayan melodiler ve sesler çıkaran bando takımına benzer bir grup müzisyen, sonra flamalı-sarıklı dervişler, peşinden yine bir bando ve atlı bir grup geçiyordu. Bunların peşinden bir yüksek tahtın üstünde “Baba” dedikleri efendiler yol kenarında bekleyen insanlara yiyecek atıyor ve yiyecek alanlar “Baba”nın geçişi boyunca başlarını yerden kaldırmıyorlardı. Baba ile birlikte peşinden ihvanı yürüyerek, arabalarla yiyecek dağıta dağıta gidiyorlardı ve bu ihvanın hepsi göbekliydi. Göbekli demek orda zengin olmak demek. Halk gerçekten perişan ve aç. Hemen hemen her köşede büyük çöplükler ve içlerinde koca domuzlar, inekler, keçiler köpekler yemek yiyorlar. Bütün sokaklar çöp içinde.

Pakistan

Pakistan kapısında vizemiz olmasına rağmen bizi kapıda iki saat bıraktılar, Pakistan’ın tehlikeli olduğunu söylediler ve burada ne yapacağımızı sordular. Biz de amacımızı anlattık. Bunun üzerine bize kalabileceğimiz ve gezebileceğimiz yerler hakkında bilgiler yazdılar kâğıtlara. Hatta bir de taksi ayarladılar. Fakat şehir içinde hiç söyledikleri gibi bir tehlike görmedik, tabii tren yolculuğu haricinde…

Amritsar’dan Lahor’a girdiğimizde Müslümanlığın getirdiği temizliği fark etmemek mümkün değildi. Burası Hindistan’da geçirdiğimiz günlerden sonra bize cennet gibi gelmişti. Sokaklarda büyük çöplükler ve domuzlar yoktu. Hindistan’dan daha düzenliydi. İnsanların tavırları da oldukça farklıydı, bir kere candanlardı, yardımseverlerdi ve bizi kazıklamak için çabalamıyorlardı. Rikşa şoförü Şükür abi bizi evinde ağırlamak istedi, orada misafir olamadık fakat o bize iki gün boyunca Lahor’da eşlik etti. Lahor gerçekten görülmeye değer, seyahatimiz boyunca gördüğümüz en düzenli şehirdi. Lahor Müzesi’ni de görme imkânımız oldu. Lahor Müzesi Pakistan’ın en güzel ve en büyük müzesi. Lahor’da hayat diğer şehirlere göre de oldukça ucuz. Kaldığımız yere otel diyemesek de han gibi bir yapıydı, eski ve güzel. Lahor Tren İstasyonu’na 1 dakika mesafedeki Park Way Otel ise ailenizle çok rahat kalınabilecek bir yer. Lahor’da Anarkali Çarşısı, Badshahi Camisi, Lahor Müzesi, Allama İkbal Müzesi, Royal Fort gibi Pakistan eserlerini dolaştık. Burası tamamen tarih kokan bir şehir…

 

Lahor’dan altıncı günün sabahında trene binerek ayrıldık. Tren yolculuğu boyunca gördüğümüz manzaralar gerçekten görülmeye değerdi. Fakat şöyle bir olay başımıza geldi: Hareket eden trende kapıyı açmış fotoğraf çekiyordum. Kendilerini polis olarak tanıtan üç genç fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söyleyerek benim makinemi aldı. Ben de hızlı davranarak makinemin içinden hafıza kartımı çıkarttım her ihtimale karşı ve hemen eşimin yanına gittim. Eşim “Rengin solmuş,” dedi “bir şey mi oldu?”, “Yok,” dedim “geliyorum”. Küçük sırt çantamı yanıma aldım ve Hindistan’dan aldığımız Nepal kaması ile gençlerin yanına gittim. Gülerek makinemi açmaya çalışıyorlardı. Beni görünce suratları asıldı, gülmeyi bıraktılar. Çantamdaki kamayı kılıfından çıkardım, kafamda Afgan şapkasıyla “Selamünaleyküm” dedim gür bir tonda ve onlar bana bakarken makineyi bir çırpıda çekip aldım ellerinden. Elimdeki kamadan korktular. Sonra gittim, yerime oturdum. Eşime hiçbir şey belli etmemeye çalışıyordum korkmasın diye, bir yandan da gelmelerini bekliyordum. Az sonra geldiler, yanlarında bir de tren görevlisi vardı. Görevli bana direkt “Pasaport” dedi. Çıkardım fakat ona vermeden kendi elimde bakabileceğini söyledim. Ay ve yıldızı gören adam bana Türk olduğum için gülümsedi, teşekkür ederek Türk sevgisini gösterdi. Gençler de Türk olduğumu duyunca benden ümidi kesip gittiler. Görevli ise yanımızda kalarak benimle sohbet etti. Karşılaştığımız her Pakistanlı Türk olduğumuzu duyunca önce “Yahu bu Türkler çok cesur, bu Türkler çok cesur” deyip duruyordu. Neden böyle söylediklerini çok sonra anladım. Sebebi elbette ki Kurtlar Vadisi furyasıydı. Düşünsenize, bütün Türklerin Polat Alemdar gibi olduğunu sanıyorlar!..

8 saatin sonunda İslamabad’a bir saat uzaklıktaki tren istasyonunda indik. İslamabad Geustaus’a yerleştik. İslamabad’da Fajisal Mescit, Lok Visa Müzesi, Pakistan Monument ve tarihî müzeleri gezdikten sonra Peşaver’e, oradan Kabil’e geçmek için otobüs bakındık. Maalesef ki hiçbir otobüs Kabil’e gitmiyordu. Taksiler dahi ‘araçla yolculuk çok tehlikeli’ diyerek bizi Kabil’e götürmeye yanaşmadılar. Mecburen gerisin geri İslamabad’a döndük ve uçak bileti alarak Kabil’e ulaşmayı başardık.

Afganistan

Ortadoğu’da gördüğüm en güzel şehir… Kabil tamamı ile güven altında. Fakat ona rağmen herkes temkinli, bir yerden bir yere gidebilmek için birçok aramadan geçiliyor. Araçlar sürekli kontrol ediliyor. Askerî araçlar, helikopterler, tanklar şehirde cirit atıyordu. Gece boyunca geçen zırhlı araçlar yüzünden yatağımız sürekli sallanıyor, siren sesleri ile uyanıyorduk. Askerî araçlar beş metre yaklaştığında seni sorgusuz vurabiliyor canlı bomba tehlikesinden dolayı. Şehrin ve ülkenin her yerinde fotoğraf çekmek yasak. Gördükleri anda makinenize el koyuyorlar. Bu konuda sorun yaşamamak için dikkatli olmanızda yarar var. Gizli gizli fotoğraf çekmeme rağmen iki defa aldılar makinemi ve ikisinde de Türk olduğum için geri verdiler. Türkleri gerçekten çok ama çok seviyorlar.

Her taraftan Amerikan askerî araçları geçiyor. Kabil Müzesi’ne oradan Dalaman Kasrı, Sultan Müzesi ve Nadir Şah’ın kabrine giderek Kabil’i tamamladık. Kabil antika eserler konusunda çok zengin bir şehir. Dünyanın pek çok yerinde rastlayamayacağınız muhteşem antikalar görebilirsiniz. Türk olmayan yabancıların çok pazarlık yapmaları gerekiyor. Fakat Türk olduğunuzu söylediğinizde size direkt indirimli fiyatı söyleyeceklerdir.

Kabil Sanat Okulu’na da uğrama fırsatımız oldu. Burada ağaç ustalığı, seramik, hat ve minyatür dersleri veriliyordu. Derslere bile katıldık. Gençlerin geleneksel sanatlara ilgisinden konuştuk. Bizim buradaki gibi değil elbette fakat o kadar sıkıntılı bir hayatın içinde sanata bu kadar önem verilmesi dahi çok etkileyici. Biz olsak bu şartlar altında sanata bu kadar vakit, bu kadar bütçe ayırır mıydık acaba? Onları takdir ediyorum, Allah muvaffak etsin.

Hindistan ve Pakistan’da ikram edilenlerden bir lokma bile yiyememiştik fakat Afganistan’da bize ikram edilen yemekler birbirinden güzeldi. Taliban sıkıntısı gider de ülke refaha kavuşursa bir turizmle bile oldukça gelişecek bir ülke Afganistan. Dağ havası ilk indiğinizde bir duvara çarpmış gibi sizi etkiliyor.

İlk fırsatta uğramak istediğim ülke yine Afganistan’dır, onca tehlikeye ve kargaşaya rağmen…

Bu yazı 2013 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 72. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir