Yazı: Hayrettin Oğuz Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Yıllar önce İbn Arabi’nin biyografisini okuduğum zaman, kitabın sonuna ‘içimde dolaştım dışıma inat’ diye bir cümle ya da mısraı yazmıştım. Çok etkilenmiştim. Bir iç yolculuğun vadilerini, dağlarını, ırmaklarını, zirvelerini, derelerini onunla beraber gezip dolaşmıştım sanki. Onun yolculuğu daha önce seyahatnamelerini okuduğum Evliya Çelebi, İbni Battuta ve Marko Polo gibi insanlarınkine nazaran, daha derin, daha etkileyici ve daha bilinçli gelmişti. Dışında gezenlere inat içinde gezmek, içinde dolaşmak.. Sonrasında sufilerin yolculuklarının aslında sadece bir iç yolculuk olmadığını, bu iç yolculuğun beraberinde, zorunlu olarak bir dış yolculuğun da olduğunu gördüm. Yani vaktin çocuğu olan (ibn-i vakt) sufi, içindeki yolculuğunu yaparken bunu asla dışından ayırmıyor, dualiteyi burada reddetmeye başlıyordu. Bu anlamda sadece İbn Arabi’nin değil, İmam Rabbani, Şah-ı Nakşibend, Mevlana v.b sufilerin yolculuklarını anlamadan, o insanların maksatlarını ve mana dünyalarını anlamak neredeyse imkansız.. Hac yolculuğu esnasında Şah-ı Nakşibend öyle bir yol güzergahı belirler ki, Bağdad’a vardığında bir geceyi Abdülkadir Geylani’nin kabrinin yanında manevi bir sohbetle geçirir.. (Hac yolculukları ayrı ve başlı başına çok önemli bir konu) Horasan sufilerinin Anadolu’ya yaptıkları yolculuklar, Balkanlara ordu gitmeden çok daha önce giden dervişlerin yolculukları yolculuk kavramına yeni derinlikler getiren tecrübelerdir.
Aklın Sınırları Evrenin Sonsuzluğu
İbn Arabi, bugün batı tasavvurumuzu alt üst edecek, batının da batısında Endülüs’te doğan bir insan.. Batı henüz ‘Batı’ değilken ama bugünkü Batı’nın da temellerinin billurlaşmaya başladığı bir mekan Endülüs.. Yunan aklı ve varlık tasavvuru Kuran ve Sünnet’in üzerine örtülmekte, Yunan felsefesine göre bir din tasavvurunun zirveye çıkmakta olduğu bir dönem. Bu dönemde Filozof, kimi zaman Peygamber mertebesine çıkarılmakta, hatta yer yer ondan da üstün görülmekte .. İşte böyle bir coğrafyada ,böyle bir dünyada doğmuştur İbn Arabi.. Bu tespit çok önemlidir, çünkü bundan sonraki hayatı ve yolculuğu aslında parçalanan tevhidi, bertaraf edilen peygamberleri ve manası örtülen Kuran’ı anlama ve anlatma gayreti içinde geçecektir. Kim bilir, belki de Endülüs’te doğmasaydı böylesi bir sonsuzluk ve sahilsiz umman olmayacaktı..
Hiçbir kenarı olmayan bir küre gibiyim / İbn Arabi Müslüman sufilerin Şeyh-i Ekber, Michel Chodkiewicz’in Sahilsiz Bir Umman ve kızı Claude Addas’ın Kibrit-i Ahmerin Peşinde diye tanımladıkları İbn Arabi’nin tefekkürde ve tezekkürde olan yolculuğu, aslında bir bunalım, kaos, kargaşa ve karmaşa dönemindeki müslümanın da yol işareti, kılavuzudur.. O, sıradan bir insan olmadığının bilincindeydi ve ne yapması gerektiğini biliyordu. Kendisinden yüzyıllar sonra Necip Fazıl da tecelli ettiği biçimiyle; Kaçır beni ahenk , al beni birlik / Artık barınamam gölge varlıkta / Ver cüceye , onun olsun şairlik / Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta
dercesine tevhidin ışığında gölgeden çıkarak Hakk’a ve hakikate olan yürüyüşünü başlatır. Gölgenin ve suretin Asılın yerine geçirilme çabalarını ayaklarının altına alarak, İnsan-ı Kamil’e doğru yürümeden, onu bulmadan, onu anlamadan ve yeniden onunla Hakk’a yükselmeden ve Hakk’tan da yeniden halka inmeden hiçbir şeyin anlaşılamayacağını, birbirine karıştırılacağını biliyordu. Bir başka deyişle onun yolculuğu, varlığın sırrı olan, eşya ve hadiselerin yaratılma sebebi olan Nur’a, Ruh’a, İnsan-ı Kamil’e varmadan, onu idrak etmeden ve onun idraki ve manasıyla eşya ve hadiselere nazar etmeden, suretlerin ötesine geçilemez, gölgeden çıkılamazdı..
Endülüs.. Mürsiye.. Müslümanların Batıda kurdukları Medine.. Ancak İbn Arabi, değişimin ve dönüşümün başladığı, insanların birbirlerine düştüğü, bir anlamda zevalin emarelerinin oluştuğu bir dönemde dünyaya gelir Mürsiye’de.. Siyasal anlamda kardeşin kardeşi öldürmeye başladığı süreç sadece salt bir siyasal süreç değildir. Onun bir de arka planı var. Aslında onun dünyaya geldiği coğrafya ve iklim yavaş yavaş Antik Yunanın zihinsel egemenliğinin belirmeye başladığı dönemdir. Abbasiler döneminde Müslümanların gündemine sokulmuş ve itikatlarına girmiş Aristo’nun Tanrı ve Varlıktasavvuru, gerçekte sadece zihinsel bir tasavvur değil, aynı zamanda siyasal kaosun da sebebidir. İbni Bacce ve İbni Rüşd’ün yani Müslümanlaşmış Aristo’nun diyarıdır bu dönemde Endülüs.. Bunun içindir ki İbn Arabi, gençliğinin modası olan Aristo felsefesine ve onun egemen kıldığı dünya görüşüne sürekli bir tepki duymuştur. Gelecekte billurlaşacak görüşlerinde bu harici egemenliğin çok büyük bir etkisi olacaktır.. Yani Antik Yunan’ın ikili Tanrı-Evren tasavvuru ve bunun Müslümanlar arasında yayılmasına tepki olarak tevhid-i vücudinin (varlığın birliği) yolculuğuna başlayacaktır. En sonunda söyleyeceğini en başta söyleyerek başlar yolculuğuna: “La Mevcude İllallah..” (Allah’tan başka varlık yoktur..)
Evet ile Hayır Arasında Bugünkü Sevilla (o dönemki adı İşbiliyye) İbn Arabi’nin felsefenin egemenliğinde olduğu bu yerde Tasavvufla tanıştığı yer. Sekiz yaşında iken bir arkadaşından duyar bu yolu.. Sonra Kurtuba ve sufilerin arasında pekişmeye başlayan hayat.. Ebu Abdullah el Hayyat, Ebu Abbas el Uryebi, Ebu Ali Hasan Şekkaz, İbni Assad ve Ahmet Hariri’nin etrafında.
Kurtuba onun hayatında bir başka öneme sahip. Dönemin en büyük Aristocusu İbni Rüşd burada yaşamaktadır ve babasının da yakın dostudur. Onunla karşılaşması aslında O’nun nasıl bir tasavvura sahip olduğunun felsefe ile arasına koyduğu mesafenin de göstergesidir. Kendisinden dinleyelim: “Bir gün Kurtuba’da buranın kadısı İbni Rüşd’ün huzuruna girdim. İnziva halinde iken Allah’tan kalbime ilhamlar geldiğini duymuş, buna taaccüp etmiş, benimle görüşmeyi arzulamış. Kadı’nın dostu olan babam buluşmamızı sağlamak için bir bahane bulup beni ona gönderdi. Ben henüz o zaman bıyıkları çıkmamış tüysüz bir oğlan idim. Yanına girince İbni Rüşd ayağa kalkıp bana sevgi ve saygı gösterdi, boynuma sarıldı ve ‘Evet mi?’ dedi. Ben hemen: ‘Evet’ dedim. Onu anladığımı düşünerek benimle görüşmesine daha da sevindi. Fakat bende hangi şeyin onu sevindirdiğini sezdim ve hemen ‘Hayır’ dedim. Bunun üzerine canı sıkıldı ve rengi değişti, yanındaki şey (kendi kanaati ve inancı) hususunda tereddüde düştü ve sordu:“Keşf ve ilahi feyz hususunu nasıl buldun? Bu, aklın bize verdiğinin ve öğrettiğinin aynısı mı?” Dedim ki : “Evet! Hayır! Evet ile hayır arasında ruhlar maddelerinden, boyunlar ve başlar da bedenlerinden uçar.” Bunun üzerine benzi sarardı, titremeye başladı, şaşıp kaldı. Çünkü neye işaret ettiğimi anlamıştı.” Sadece bu olay bile başlı başına onun neye karşı olduğunun, ne yapmaya çalıştığının ve bundan sonraki yolculuğunun ve arayışının özetidir. O inşa edilmiş, müşahhaslaştırılmış bir Tanrı tasavvuruna ve varlık anlayışına meydan okuyordu. 400 yıldır Antik Yunan filozoflarının bakış açısıyla yorumlanan eşya ve hadiseleri yeniden risaletle ve nübüvvetle (peygamberi bakış açısı)yorumlayacağı yolculuğa bir anlamda İbni Rüşd ile yaptığı bu konuşmasıyla başlamıştı.
O artık nerede bir şeyh veya sufi duysa onun yanına gidiyor ve bir anlamda onlara katılıyor, onları kendine katıyordu. Pek çok hocası ve şeyhi oldu etrafında. Ama onun için belki de yüzünü bir kere bile göremediği ve yolculuklarının en önemlisini yaptığı Ebu Medyen ayrı bir yere sahip.. Ah bir kez olsun kavuşabilsem dediği hocasının dizeleri dilinde, sürekli onu arar, ona gider: Yaratılış çokluktur, suret içinde / Suret ayrılıştır, hasret içinde / Hasret marifet olur hemen / Ama kavuşma gerek muhabbet içinde..
Henüz 30 yaşında olan İbn Arabi, hakikati, varlığın hakikatini, aslı, sureti, oluşu ve yaratılışın hakikatini idrak ediyor ve vahyin üzerine örtülen örtüyü kaldırıyor, insanların asl zannettikleri, hakikat zannettikleri yalanları parçalayıp atıyordu. Yaşadığını zannedenlere inat kabirlerde yatıyor, yürüdüğünü zannedenlere karşı kabirde yatanlarla sohbet ediyordu. Bir gün bu halini gören bir hocası, senin ölülerle ne işin var dediğinde, “Ölülerle birlikte olan onlarla sohbet edip konuşmaya çalışan sizsiniz ben ölülerle sohbet etmiyorum, ben asıl yaşayanlarla sohbet ediyorum” diyerek cevap verecekti. O artık görüntünün ötesinde, gölgenin aslındaydı.
Görülen Yer Yol Arkadaşı İstemez Nebilerin hicretlerine benzer velilerin yolculukları.. Zaman zaman yanında arkadaşı da olur ancak genelde yalnızdır yolculuklarında. Bir gün bir hocası ona “görülen yer yol arkadaşı istemez evlat” dememiş miydi.. Artık İşbiliyye, Kurtuba dar gelmektedir ona. Hocasının kelimelerinin izinde manayı aramak ve bulmak ister. 1193 yılında Ceziretü’l Hadra üzerinden, Sebte, Tilimsan ve Tunus’a gider. Abdülaziz el Mehdevi’nin sohbetlerine katılır. Artık her şeyinin merkezinde Efendimiz (Peygamberimiz) vardır. Kendisini filozofların değil Hz. İsa’nın, Hz. Adem’den Peygamberimize kadar gelen tüm nebilerin varisi olarak görür. Peygamberimizi merkeze alarak ve tüm peygamberleri onun etrafında halkalandırarak, eşya ve hadiseleri yeniden vahiy ve risalet penceresinden görmeye, anlamaya ve yorumlamaya başlar.
Aynı yıl yeniden İşbiliyye’ye döndükten sonra bu kez Fas’a Marakeş’e gider. Sufiler sadece gittikleri yere kendilerini katmazlar, aynı zamanda gittikleri yeri, mekânı ve zamanı kendilerine katarlar. Bir müddet Fas’ta kaldıktan sonra yeniden İşbiliyye’ye döner. Kendini hadis ilmine verir. Çünkü o; fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerin bilinmeden bu yolda yürünmeyeceğinin ve bu yolun anlaşılmayacağının bilincindedir.
Fas, Bicaye, Marakeş artık sürekli gidip geldiği yerlerdir. Ancak 1201 yılından itibaren ayrıldığı bu topraklara tekrar geri dönmez. Tunus üzerinden Mısır’a gider, oradan Kudüs’e ve sonra Medine ve Mekke’ye.. Felsefe’den Tasavvufa, kesretten vahdete bir yolculuktur bu.. Çünkü bu süreçte öğrendikleri, hissettikleri, yaşadıkları kendisini durdurmaz. O insan-ı kamil olarak gördüğü, varlığın sebebi olan Resulullah’a gidecektir. Çünkü O; varlıkla gölgeyi, asılla sureti, gerçekle hayali, vehimle hakikati birbirinden ayırt etme ufkundadır. Ancak ona göre insanların çoğu gölgede, surette, hayalde ve vehimdeydi. Mesele; onları, bu hakikat kabul ettikleri boyuttan çekip çıkarabilmek, onlara hakikati gösterebilmekti. Ama şunu da biliyordu ki, gölgeye varlık, hayale gerçek, surete asl olarak inanmış insanlara gerçeği, aslı ve varlığı anlatabilmek kolay olmayacaktı. Nasıl ki bir şeriatla gelen peygambere bile kavmi “sen bizim dinimizi bozuyorsun” diyerek mukabele etmişlerse, bir veli’ye, bir ermişe tepki göstermemeleri imkansızdı. Tıpkı Peygamberler gibi o da bunu göze almak durumundaydı ve öyle de yaptı. O artık yavaş yavaş insanların putlarını kırmaya başladı..
Yol yolcuyu çağırır Tunus’tayken hayatın bir yolculuk olduğunu düşünüyordu hep. “Hayattan önceki o muazzam sessiz belirsizlikle ölümden sonraki o büyük sükut arasında, göz açıp kapayıncaya kadar yaşanıyordu her şey.” Bu dünya bir pencere. Her bakan gelip geçiyordu adeta.. Bu dünya bir yolculuksa bu dünya bir gölge veya berzahsa yani köprüyse, köprü üzerine ev yapabilir miydi insan? Köprüye yerleşilebilir mi? Tunus ona yolculuğun hakikatini, yolda olmanın ne olduğunu öğretmişti..
İnsan ki, kendisine Allah sahiptir başka bir şeye sahip olmasına gerek yoktur, insan ki Allah’ın sevgisine sahiptir başka bir kaygıya bile gerek yoktur. O Mekke’ye giderken dört duvardan oluşmuş bir taş eve değil, Allah’ın evine gidiyordu. Hz. Adem’in koyduğu taştan Peygamberimizin kırdığı taşlara kadar tüm peygamberlerin hakikatini temsil eden Allah’ın evine gidiyordu. Çünkü o tevhidti, çünkü o, var olanın en müşahhas tecellisi ve tezahürüydü.. Bu süreçte o, insanların felsefe veya başka kaygıların tortularıyla oluşan Tanrı tasavvurları başta olmak üzere genel anlamdaki din tasavvurlarını ayaklarının altına alıyordu. Bir müşrikin Kabe ve Allah tasavvuru ile bir müminin tasavvuru aynı olabilir miydi? Kâinatta her şey ister istemez Allah’ı zikrediyor, Allah’a inanıyordu zaten, dolayısıyla önemli olan O’na inanma değil O’na nasıl inanıldığıydı. O, Antik Yunan’ın filozoflarına teslimiyet içinde olup vahyi ve peygamberleri akılla eleştiren ve indirgemeci bir yöntemle sıradanlaştıran insanlara biraz da acıyarak ve şaşırarak, risalete ve nübüvvete teslim olunmadan hakikatin anlaşılamayacağını ifade ederek başlar. Aslında o, Mekke’ye giderken bir teslim oluşun hikayesini ve nasıl olacağını da anlatır bize.. Teslim olmadan teslim alamazsınız.. Onun yolculuğu, bozulmaya yüz tutmuş bir coğrafyaya nefes verme yolculuğudur da diyebiliriz. Endülüs’te iklimini bulamayınca Beytullah’tan aldığı feyizle Anadolu’ya geçecek ve tohumlarını bu topraklara bırakacaktır.
Futuhat-ı Mekkiye
Kabe artık onun için merkezdi. Hakikatin merkezi. Temsil ettiği anlamı ondan daha iyi bilen ve idrak eden olamazdı. Çünkü o, Kabe’nin dört duvarın ötesinde, onun neyi temsil ettiğini biliyordu. Onda gördüğü o değildi ve onda gördüğü O’ydu..
Mekke’deki eserine Futuhat-ı Mekkiye ismini vermesi onun buradaki haliyle ilgili en önemli işarettir. Her gün bir sahabenin mezarını ziyaret ettiği, kitaplarının önemli bir kısmını burada yazdığı, ders halkaları kurduğu ve öğrencileri ile sabahlara kadar sohbet ettiği Mekke, onun fethinin de başlangıcı ve merkezidir. Çünkü Peygamberimiz en son Mekke’yi fethetti. Öyleyse söz konusu dünyevi istilaya karşı yeniden fetih ancak Mekke’den başlayabilirdi ve o da öyle yaptı.. Futuhat-ı Mekkiyye, hakikatin yalana, aslın surete yeniden sirayeti, yeniden hâkimiyetidir. 1204 yılında Mekke’den Medine’ye gider, Efendimizin kabrine uğrar. Bir anlamda maddi bir vedalaşmadır bu.. Aynı yıl Kudüs’e gider, Mescid-i Aksa: Davud ve Süleyman a.s başta olmak üzere bir başka Peygamberler şehri.. 1205 yılında ise Bağdat ve Musul ziyaretlerinin ardından yolculuğu Konya’da son bulur.
Konya, İbn Arabi için ayrı bir öneme sahip. Anadolu’ya İbn Arabi’nin aktığı iki kaynak: En önemli öğrencilerinden biri olan Evhauddin Kirmani ile burada tanışacak, ilerde evlatlığı olacak Sadreddin Konevi ile burada buluşacaktır. Mevlana ve babası Konya’da. Ahi Evran, Evheauddin Kirmani’nin damadı. Onun arkadaşı Hacı Bektaş-ı Veli.. O halkada Taptuk ve Yunus.. Bu isimler Selçuklu buhranı sonrası için çok önemli. Çünkü Evhauddin Kirmani’den Davud el Kayseri’ye Osmanlı medeniyetini belirleyecek yürekler İbn Arabi’nin bu yolculuğunun tezahürleri ve tecellileridir.
Yol bitmez ki yolculuk bitsin.. Tekrar 1205’in sonlarında Şam, 1206’nın başlarında Kudüs, Mısır.. Mısır’ı gördüğünde dillere destan bu ülkenin, zenginliğin ve varlığın sembolü bu ülkenin içinde bulunduğu yoksulluk ve parçalanmışlık hali onu çok derinden etkiler.. Orada gördüğü şey çaresizlik, yalnızlık ve yoksuzluktur.
Ve yeniden Mekke.. İki yıl daha merkezde kalış.. Sonra iki yıl Bağdat ve Halep ve yeniden Mekke.. 1215 yılında Halep üzerinden Urfa, Diyarbakır ve Malatya.. 1221 yılına kadar aralıklarla burada sürdürür ders halkasını. Ama sonrasında artık tamamen Şam’a yerleşir ve vefat edene kadar orada sürdürür çalışmalarını.
Malatya’dayken İslam coğrafyasının içinde bulunduğu durumu görür ve Selçuklu sultanı İzzettin Keykavus’a fikirlerini belirtir. Devlette egemen olan yabancı unsurlara dikkat çeker, sufilerle ilgili uygulamalarını şiddetle eleştirir. Moğol istilasının İslam dünyasında yol açtığı felaketler ile Suriye ve Kudüs’te olan deprem insanları tarumar etmiştir.
Bu tür siyasal karmaşalar onun vahdet ve tevhidle ilgili düşüncelerini daha da pekiştirir. İbn Arabi’nin Allah ve varlıktasavvuru salt epistemolojik (bilgisel) bir hadise değildir. Bunun siyasal hayatla ilgili boyutunu kesinlikle görmezden gelemeyiz. O, devlet yönetimindeki kaos ve kargaşanın da Allah tasavvurunun yanlış telakki edilmesiyle ilgili olduğunun farkındadır. İnsanların hakikatle ve varlıkla değil var sandıkları ile uğraştıklarını ısrarla belirtir. Ona göre Varlık, içi vehim dışı hayal olan bir şeydir. Varlık ancak kendinden olursa bir varlık olarak nitelenebilir. Bir başkasına muhtaç olan hayalden ve suretten başka ne olabilir ki? Dolayısıyla varlık aleminde O’ndan başkası yoktur ve olamaz ve herkes kendini, eşya ve hadiselerle ilgili tasavvurunu buna göre tayin etmek zorundadır. Bu tayinin sağlıklı ve doğru olması ise, insanın O tasavvuru ile ilgilidir. İnsanlar O’na uzak ve kendilerini O’ndan ayrı, bağımsız düşündükleri zaman O’nu, eşya ve hadiseleri anlayabilmesi mümkün değildir. Çünkü uzaklık insanı aldatır. Dağlar nasıl gözden uzak olduğunda siyah görünürse, O’na olan uzaklık anlamanın önündeki en büyük engeldir.
Bunun içindir ki İbn Arabi kendini bilen Rabbini bilir ilkesini en iyi idrak eden ve şahsında yaşayan insandır. Çünkü kendisiyle birlikte olmayan, kendini bilmeyen ve tanımayan O’nu bilemez ve tanıyamaz. O çokluğun sıradanlaştığı bir dönemde yalnızlığını ümmetleştirir. Yalnızdır ama bir ümmettir. Kâbe’yi yalnız başına tavaf eder. Ama bu yalnız başına tavaf ediş, zahiri anlamda bir yalnızlıktır. Çünkü o, Kabe’yi kendini atfettiği nebilerle ve velilerle tavaf eder. Tıpkı kalbini, ruhunu, gönlünü tavaf eder gibi. Dolayısıyla kim böyle bir yalnızlığa yalnızlık diyebilir. Kabe yalnız kendi kalbi değil, bir tarihin kalbi, tüm insanlığın kalbidir…
O Mekke’deyken aradığını bulmuştur. Anadolu’da iken artık ‘sahilsiz bir umman’dır. Durgundur artık. Aradığını bulduğu şey bir medeniyet tasavvuru olarak insanlara anlatılmalıdır. Evlatlığı Sadreddin ve arkadaşı Evhauddin Kirmani ile yaptığı sohbetler günlerce sürmektedir. Her sohbet bir eserdir adeta.. Yolculuk halindeki tecellilerden sonra artık yerleşik haldeki tecelliler onda daha şiddetli tezahür etmektedir. Dağları, ırmak boylarını gezip, kekik kokulu dağlarda çiçekler toplamaktadır. O her halükarda ilahi isimleri seyretmeye yaşamaya devam eder. Yanaklarına çarpan rüzgardaki rahmet ve insanların bunun farkında olamaması kendisine bitmek bilmez bir hüzün verir. İnsanlar haddinden fazla surete gömülmüş, dünyevileşmişlerdir. Bütün bir varlık, eşya ve hadiseler bir rüzgarın önünde raks ederken, zikrederken, insanların bunun farkında olmaması çok acıdır.
Endülüs’ün yabancılaşan ikliminden Selçuklu’nun Moğol istilasındaki ortamına gelen İbn Arabi’nin bu yolculuk sürecinde ortaya koyduğu eserler ve yetiştirdiği öğrenciler, yeni bir medeniyet tasavvurunun ve vahdet anlayışının nüvesini içinde taşıyordu. Nitekim bu yolculuğun sonucu Söğüt’ten başlayan yeni tasavvurun tüm dünyaya bir ışık, bir anlayış ve bir hikmet olarak yayılmaya başlamasıdır. Hikmetini kaybeden dünya zevali yaşar ve kaosa düşer. Hikmetini yeniden bulan ise tevhidi yansıtır. İbn Arabi hikmeti taşıyan adamdır..
İbn Arabi.. Kesretten vahdete bir yolculuğun hikayesi.. Felsefeden tasavvufa, hikemiyetten hikmete, filozoftan peygambere bir yolculuk.. Antik Yunan’dan Mekke’ye bir gidiş, bir yeniden dönüş. Lise’nin ve Akademi’nin duvarlarından ve bahçelerinden, Kabe’ye, insan olmanın zirvelerine bir çıkış ve çağırış.. Ve tüm dünyaya, tüm insanlığa, geçmişe ve geleceğe bir haykırış: La Mevcude İllallah..
Kibrit-i Ahmerin Peşinde Bir Adam ya da Sahilsiz Bir Umman: İbni Arabi