“Bir insanı gerçekten tanımak istiyorsanız, insana dair bildiginiz ne varsa unutmalısınız”.
Yazı ve Fotoğraflar: M. Mehdi Öztürk
İnsan zihni düşünürken referans noktasına ihtiyaç duyar. Bu sebeple gittiğimiz her yeri kendi ülkemizle, boylarını boylarımızla, renklerini renklerimizle, yemeklerini yemeklerimizle karşılaştırırız.
Bir ülkeyi, o kültürü ve yaşantıyı oranın şartları üzerinden yorumlamayı öğrenemediğimiz sürece, turistlikten seyyahlığa geçemeyeceğiz sanırım.
Uzun süredir Afrika üzerine düşünüyorum; aklımın belki de en uzak köşesinde yetim bırakılmış bir toprak burası. Uzakta duran, yakınlaşmaktan korktuğumuz, belgesellerden bildiğimiz ama sanki bu dünyanın bir parçası değilmişçesine algımızın gerçekliğine yediremediğimiz yer. Afrika deyince köleler, sömürgeler ve kan kokusu canlanıyor hafızamızda. Camlar arkasından tanımlıyoruz ve ne kadar hakikat bilmiyoruz. “Bir insanı gerçekten tanımak istiyorsanız, insana dair bildiğiniz ne varsa unutmalısınız”. İşte bu minvalde çıkartıyorum sırtıma konulmuş yükü; bildiğim ne varsa unutup öyle binmeli diyorum uçağa.. Çünkü biliyorum, hakikat özgür zihinlerde serpilir.
Bu sene seyahat etmek için yine Avrupa ülkelerini tercih edenlere selam edip nasibime düşmüş Afrika ülkesi Etiyopya için hazırlığa başlıyorum. 6 günlük bir program kapsamında bir yardım kuruluşu ile yola çıkıyoruz. 6 saatlik bir uçuşla başkent Addis Ababa’dayız. Burada bazı vize sorunlarından dolayı bizi içeri almıyorlar. Uzun bir bekleyiş ve telefon trafiği içerisinde saatler geçiyor. Sağ olsun başta THY Addis Ababa müdürü ve Türkiye büyükelçiliğinin varlığı bizleri rahatlatıyor. Kendilerine buradan bir kez daha teşekkür etmiş olayım. 18 saat bekledikten sonra büyük elçiliğimizin girişimleri sonucunda ülkeye giriyoruz.. Oruç Aruoba’nın “uygar kişi uluslararası havaalanlarının transit salonlarında huzur duyan insandır” sözünü hatırlayınca sanırım daha pek uygarlaşamamışım diyorum kendi kendime.
Yolculuğun fikri bile beni heyecanlandırır. Olağanüstü hal kabul edip yorgunluk ya da benzeri sorunları çok önemsemem, hatta çok etkilenmem. Her ne kadar girişte bazı sorunlar olsa da pek de moralimizi bozmadığını söyleyebilirim. Üstelik zor şeyler güzeldir. “Susmak, konuşmaya durmak yürümeye dâhildir” diyerek yola devam ediyoruz.
Ülke hakkında biraz bilgi vermem gerekiyor sanırım. Öncelikle Habeşistan 94 milyon nüfusa sahip Afrika’nın en kalabalık 2. Ülkesi. Etiyopya ismine bir türlü alışmadığımı ifade etmeliyim. Bundan dolayı Habeşistan diyeceğim. Başkenti Addis Ababa 2400m rakıma sahip. Bu ülke için Afrika’nın balkonu diyorlar. Yolculuk boyunca en düşük 1600m, en yüksek 3800m gördüm. Yüksek yerleri oldum olası sevmişimdir. Ülkeye ayak basar basmaz kalabalık bir yerde olduğunuzu fark ediyorsunuz. Sokaklarda çok fazla insan var. İnsanlar yığınlar halinde bir yerlere yürüyorlar. Yalnız yem yeşil bir ülke burası; her yerde rengârenk çiçekler ve çok güzel ağaçlar var. Addis Ababa’da çok durmadan diğer şehirlere doğru yola koyuluyoruz. İstanbul’dan gelmeden önce bu ülkeye girmek için sarıhumma aşısı olmak zorundalığınız var. Sineklere dikkat et ve açık sulardan içme şeklinde telkinleri ben pek kale almasam da siz dikkate alın. Yüksek olduğu için Addis Ababa da sinek yok ama yine de gitmeden güçlü bir sinek savar alıp gitmenizi tavsiye ederim.
İnsan zihni düşünürken referans noktasına ihtiyaç duyar. Bu sebeple gittiğimiz her yeri kendi ülkemizle, boylarını boylarımızla, renklerini renklerimizle, yemeklerini yemeklerimizle karşılaştırırız. Hangisi doğru ve güzel sorusunun cevabını çoğunlukla alıştığımız yönde kullanırız.
Bir ülkeyi, o kültürü ve yaşantıyı oranın şartları üzerinden yorumlamayı öğrenemediğimiz sürece, turistlikten seyyahlığa geçemeyeceğiz sanırım. Bu noktada güzel bir kelime bize eşlik etsin “feraset “.. Kelime Arapça feras’tan türemiş. Feras; at, binicilik gibi bir anlama sahip. Atların 2 gözünün nerdeyse 360 derece görüşe sahip olması bu kelimenin anlamını oluşturuyor. “Seyyah olmak feraset sahibi olmayı gerektirir” diyebiliriz.
Hangi ülkeye gidersek gidelim başkentler git gide birbirine benziyor. Neden her büyük şehir de Hilton, Ramada ya da Sheraton otelleri var cevap verebilen beri gelsin. Globalleşmek diyoruz ya insanlar gibi şehirlerde küreselleşiyor. Bundan dolayı daha içerideki şehirlere yolculuk o toprakları daha yakından anlamamızı sağlıyor. Uzun yollar geçiyoruz; dümdüz, dağlara bakan, kenarlarından devamlı insanların yürüdüğü, geniş ovalar.. “Zamanda yolculuk yapmak istiyorsanız seyahat edin” derdim arkadaşlara.. Yolda ilerledikçe tarih devamlı değişiyor sanki. Bu arada şunu da söyleyeyim Habeşistan’da yıl 2007 yani gerçekten zamanda yolculuk yapmış sayılırsınız. kendilerine ait kullandıkları bir Hristiyan takvim var o takvime göre yıl şuan 2007 ve mevsim olarak kışa giriyorlar. 3 ay sürecek bir yağmur bekleniyor. Yolculuğun sonlarına doğru biz de bu yağmurdan payımızı alıyoruz; iyi ki de alıyoruz.
Habeşistan deyince aklımıza elbette adil Kral Necaşi ve ilk hicret geliyor. Müslümanların büyük eziyetler gördüğü vakit Mekke’den Habeşistan’a hicret ettiklerini ve burada peygamberimizin oranın kralı adil bir kraldır diyerek Müslümanların hicret rotasını ilk olarak Habeşistan olarak göstermesi bu ülkeye karşı kalbimizi 1400 yıl önceden yumuşatarak güzel bir bağ kurmasını sağlıyor. Addis Ababa’ya ilk ayak bastığım an, kadim topraklarda olduğumu hissetmiştim. Özellikle halkın %55 lik Hristiyan nüfusunun ibadetlerini, giyinişlerini görünce.. Hakeza burada Hristiyanlar namaz kılıyor, secde ediyor, kıyama duruyorlar. Bu Allahın “sizden öncekilere nasıl namazı farz kıldıysak size de farz kıldık” ayetinin tarihi bir yansıması. Özellikle Hz İsa’yı diğer Hristiyanlardan farklı olarak konumlandırışları beni bu ülkeye dahada yakınlaştırıyor. Bu topraklarda 1000 yıldan fazladır.
“Seyyah olmak feraset sahibi olmayı gerektirir”
Bir balonla insan ne kadar mutlu olabilirmis, bunu görünce “hayr” kelimesi yazılı bir sey olmaktan çıkıyor.
İnsanlar ulu ağaçların altına bir köy kurmuşlar. Büyük bir ağaç ve etrafına yerleşmiş evler var. Yetim başı okşamak neymiş burada insan gerçekten anlayabiliyor.
Müslümanlar ve Hristiyanlar birlikte yaşıyorlar. Müslümanlar resmi olarak nüfusun %45 ini oluşturuyor. Bunun dışında küçük bir Yahudi topluluk da burada yaşamakta.
Gittiğimiz şehirlerde, köylerde çok fazla yetimle karşılaşıyoruz ve yetimliğin dini yok. İnsanlar ulu ağaçların altına bir köy kurmuşlar. Büyük bir ağaç ve etrafına yerleşmiş evler var. Yetim başı okşamak neymiş burada insan gerçekten anlayabiliyor. Bir balonla insan ne kadar mutlu olabilirmiş, bunu görünce “hayr” kelimesi yazılı bir şey olmaktan çıkıyor.
İnsanlar köylerinden bazen yürüyerek, bazen atlar üstünde daha merkez sayılabilecek yerlere ya da ellerinde sarı bidonlarla su kuyularına doğru ilerliyorlar. Yol kenarlarını boş görme şansınız yok.
Yeri gelmişken su gerçekten burada çok önemli hatta tek gerçeği.. Denk geldiğimiz nehirlerde insanlar ya yıkanıyor ya elbiselerini yıkıyorlar ve su hep toprak rengi. Bundan dolayı temiz su konusuna dikkat etmek gerekiyor. Biz hastalıklardan korunmak adına kapalı sularla su ihtiyacımızı gideriyoruz ama herkesin özellikle daha kırsal yerlerdeki insanların böyle bir şansı yok ne yazık ki. Burada yaşam şartları gerçekten zorlu.. Özellikle temizlik, su ve barınma kısmında. İnsanlar ufak baraka tarzı yerlerde yaşıyorlar. Elektrik merkezi yerler dışında pek yok. Su için uzun mesafeler kat ediyorlar. Ya tarım ya da hayvancılıkla geçiniyorlar ya da düşük paralar karşılığı çalışıyorlar (günlük 1 dolar). Hiç görmediğim kadar at ve keçi gördüğümü söyleyebilirim. Tüm bu sıkıntılara rağmen hatta salgın hastalıklara rağmen, insanların mutlu.. Herkesten duyacağınız bir gerçeği insan düşünmeden edemiyor; bizler ve onlar arasındaki mutluluk farkına sebep ne? Yine çokça ülke görmüş bir ablamızın söylediği;“çünkü onların sorunları gerçek sorunlar “sözü bence bu noktada bize ışık tutuyor.
“Gerçek sorunlara sahip insanlar ancak gerçek soruları sorabiliyor ve karşılık olarak gerçek cevaplara sahip olabiliyorlar”.. Biz ise naylondan yapma problemlerle yaşamaktan bir türlü gerçek soruları sorup cevaba erişemiyoruz.. Böylece içimizdeki yara derinleştikçe derinleşiyor ve kendimizden git gide uzaklaşıyoruz. Istırap çekmeyenin müjdesi de olmuyor gerçekten.
Şimdi bizler evlerimizde ya da arabalarımızda beyaz ellerimizle ve beyaz tenlerimizle öylece duruyoruz. Ağır bir bekleyişle bekliyoruz ki biri çıkıp gelsin ve tutsun çocukların ellerinden.. Biri çıkıp gelsin ve bir kucak olsun oradaki çocuklara.. Biri çıkıp gelsin ve okşasın yetimin başını.. İşte biri çıkıp gelsin diyoruz, gelmeli!. Sonra susup içimizdeki sesin kimse gelmeyecek sen gelmedikçe deyişini hazmediyoruz. Acı çekmeye bile alıştık sanırım ya da çok hızlı kanal değiştiriyoruz.. Şimdi sayfayı değiştirip Avrupa’nın neresine gitsem diye konuşabiliriz. Ya da kalkıp bir yetime sahip çıkabiliriz. Hatta uzaklığı metrik ölçülerden çıkartıp bu toprakları kendimize yakın kılabiliriz.. Sonuçta “uzak yoktur ne kadar gitmek istediğin vardır” der gidip bir yetimin başını okşarız. Belki bir melek de bizim başımızı okşar.
KİRLİ BEYAZ – Bu yazı 2015 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 100. sayısından alınmıştır.