Yazı: Önder Kaya
Hükümdarların rüyası
İstanbul 2500 yılı bulan tarihi ile dünyanın en eski metropollerinden biri. Şehrin temelleri MÖ. 7. yy’da Yunanistan’dan bölgeye göç eden Megaralılar tarafından bugünkü Sarayburnu açıklarında atılmıştı. “Byzantion” adı verilen bu kent Pers kralı Dara ve Kserkes’e itaat etmek zorunda kalmış, bir ara Atinalıların kurduğu Attika-Delos deniz birliği içinde yer almış, sonrasında da Sparta’nın kontrolü altına girmiş, Büyük İskender’in babası Makedonya kralı II. Filip tarafından MÖ. 4. yy.’da kuşatılmışsa da MS. 196’da Roma imparatoru Septimus Severus tarafından ele geçirilene kadar hiçbir devlete uzun süreli yâr olmamıştır. Şehir bu tarihte sağlam surları nedeniyle dünyanın en güçlü ordusuna dahi üç yıla yakın bir süre dayanmasını bilmiştir. Byzantion ancak açlık nedeniyle teslim alınabilir. Teslim sonrasında yüksek rütbeli askerler ve idareciler kılıçtan geçirilir. Surları yıkılan şehir tüm ayrıcalıklarından mahrum bırakılır. Bölgenin en parlak şehri, bu mücadele sonrasında adeta bir kasaba konumuna düşer.
Bununla birlikte dönemin tarihçileri Severus’u Byzantion’a bu kadar sert davrandığı için eleştirmekten de geri kalmazlar. Zaten şehir de stratejik önemi nedeniyle eski prestijini hızla kazanacak ve sonrasında kendine yeni bir idarî merkez arayan Roma imparatoru Büyük Konstantin tarafından 11 Mayıs 330’da düzenlenen bir törenle resmen dünyanın en görkemli devletinin yeni merkezi olacaktır. Byzantion, bu tarihten itibaren Konstantin’in şehri anlamına gelen “Konstantinopolis” veya Yeni Roma anlamına gelen “Nea Roma” adları ile anılacaktır. Hatta Hz. Muhammed’in hicret ettiği Medine-i Yesrib kentinin Arapçada “şehir” anlamına gelen Medine olarak anılması misali buraya da kısaca Grekçe de şehir anlamına gelen “polis” denilecektir.
Şehir 6. yüzyılda imparator Justinyanus zamanında altın çağını yaşamış, yine bu çağda meydana gelen Nika isyanıyla da sarsılmıştır. Sonraki yıllarda bilhassa 8. yüzyıldaki ikonoklast ya da tasvir kırıcılık hareketi şehirdeki sanat eserlerinden bazılarını ciddi anlamda tahrip ederken asıl büyük darbe 1204’de Konstantinopolis’i ele geçiren Haçlılar tarafından vurulmuştur. Bu devirde Sultanahmet meydanında yer alan Örme sütün ya da Konstantin sütununun çevresindeki pirinç kaplamalara dahi tenezzül eden Haçlılar, şehirdeki pek çok zenginliği Avrupaya kaçırırken, mimariye ve şehrin dokusuna da büyük zararlar vermişlerdir. Tarihi kaynaklarda Haçlıların zaman içinde şehirde büyük bir sefalet içine düştükleri hatta bazı Latin imparatorların ısınmak için Bizans saraylarının yer döşemelerini dahi söktürerek yaktırdıkları bilinir. Her ne kadar şehir 1267’de İznik’e yerleşen Paleologoslar tarafından geri alındıysa da bir daha eski görkemine dönememiştir. Bizans’ın kalbi, dışarıdan Türk ve Slav akınları ile tehdit edilirken, ekonominin İtalyan şehir devletlerinin eline geçmesi de Konstantinopolis’i her geçen gün daha da fakirleştirmiştir.
Paşalar Şehri İstanbul
Yaşanan gelişmeler İstanbul’un nüfusuna da yansımış, 6. yüzyıl dünyasının en kalabalık merkezlerinden biri olan şehrin nüfusu Fatih’in kuşattığı günlerde 30 bine kadar gerilemiştir. Aslında Fatih’in fethettiği İstanbul eski zamanlarda “şehirlerin ecesi” diye anılan yerden çok farklı bir görünüm arz ediyordu. Tüm bu nedenlerden dolayı Fatih tarihi, psikolojik, stratejik önemini takdir ettiği İstanbul’u kendine payitaht edinirken şehrin şahit olduğu en büyük imar hareketlerinden biri için de kolları sıvamıştır. Başta padişah olmak üzere pek çok devlet adamı şehrin farklı yerlerinde camiler, medreseler, kütüphaneler, hamamlar yaptırmış, mahalleler kurdurmuştu. Zeyrek, Vefa, Çarşamba, Küçük Karaman, Aksaray, Eyüp gibi mahalle ve semtler bizzat Fatih’in emri ile kurulmuştu. Yine sultan, yapımı Büyük Konstantin zamanına kadar çıkarılan ve İstanbul’a hakim bir noktada yer alan Havariyyun kilisesinin yıkıntıları üzerine kendi adını taşıyan bir cami ve görkemli bir medrese yaptırırken, bugün İstanbul Üniversitesi’nin Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinin bulunduğu yerde Topkapı sarayı öncesi Eski Saray’ı inşa ettirmişti. Sonradan buraya ilaveten Bizans imparatorlarının Büyük Saray’ının bulunduğu alan üzerinde, Ayasofya’nın hemen arkasında, Topkapı sarayı inşa ettirilecektir. Yedikule Hisarı da Fatih’in şehre bir diğer katkısıdır. İstanbul’un sembollerinden olan Kapalıçarşının temelleri de yine Fatih tarafından atılmıştır. Bunun dışında Fatih devrinin devlet ricali de yine padişahın emri ile İstanbul’un imarında önemli roller oynamışlardır. Bu kişiler İstanbul’un muhtelif yerlerinde inşa ettirdikleri cami, medrese, çarşı gibi yapıların etrafında müslüman halkın toplanmasını ve böylelikle de şehrin daha yaşanılası bir cazibe merkezi haline gelmesini temin etmişlerdir. Değerli araştırmacılarımızdan Mithat Sertoğlu bu durumdan dolayı son derece hoş bir çalışmasına gayet de haklı olarak Paşalar şehri İstanbul adını vermiştir. Bu paşalardan bazılarına ve yapıp ettiklerine şöyle bir göz atacak olursak konu daha iyi anlaşılır.
Fatih zamanında iki kez sadrazamlığa getirilen ve yine onun emri ile katledilen veziriazam Mahmud Paşa’nın inşa ettirdiği cami, Kapalıçarşı yakınlarında yer alan ve seyyar satıcıları ile de ünlü bir semte adını vermiştir. Paşa, caminin yakınına kendisi için bir türbe ve bir de ilim talipleri için medrese yaptırtmayı ihmal etmemiştir. Hatırlanacağı gibi paşanın türbesinin çevresindeki hazire geçtiğimiz günlerde çirkin saldırılara maruz kaldı. Mezar alanları tahrip edildi. Arnavut kökenli Mahmut Paşa bunun dışında hamam, mahkeme ve tekke ile tüm bu vakıflara gelir sağlaması amacıyla Kürkçü Han’ını ve 265 dükkanlık bir de çarşıyı inşa ettirmişti. Yine Fatihin sadrazamlarından olan ve soyu Mevlana’ya dayanan Nişancı Karamanî Mehmet Paşa, Kumkapı yakınlarında bir cami yaptırmış ve semt bundan dolayı Kumkapı Nişancası olarak anılagelmişti. Yakın zamana kadar ayakkabıcıları ile ünlü Gedikpaşa semti ise adını Fatih’in bir diğer veziri Gedik Ahmet Paşa’nın inşa ettirdiği bir hamamdan alır. Sirkeci garı yakınlarına düşen Hocapaşa semtinin ismi, Fatih döneminin değerli alimi Hoca Sinanüddin Paşa’dan gelirken Üsküdar’da imaret medrese ve hamam yaptıran Rum asıllı devşirme sadrazam Rum Mehmet Paşa da Üsküdar’daki Rumi Mehmet Paşa semtine hatırasını bırakmıştır. Vatan ve Millet caddelerinin tam kesişme noktasında yer alan Murat Paşa caminin banisi olan Fatih devri veziri ise Aksaray’da bir mahalleye adını vermişti. Paşa, Rumeli beylerbeyliği yaptığı sırada 1473 yılında katıldığı Akkoyunlularla yapılan Otlukbeli savaşında şehit olmuştu.
Şehrin azalan nüfusunun canlandırılması için de bir dizi tedbir alınmıştı. Fatih zamanında fethedilen pek çok bölgenin halkı sürgün yöntemi ile şehre göç ettirilmişti. Nitekim bu göç hareketi sonrasında iç Anadolu’da Aksaray’da yaşayan halk Aksaray semtini, Samsun Çarşamba’da yaşayan halk Fatih cami arkasında yer alan Çarşamba semtini oluşturmuşlardı. Galata ve Silivri halkı da büyük ölçüde sur içine nakledilmişti. Sonraki yıllarda yapılan Sırbistan, Mora, Ege adaları, Amasra ve Trabzon üzerine yapılan seferler sonrasında da pek çok insan yeni başkente gönderildi. Yine Sultan Rumeliye fermanlar yollayarak bölge halkını Konstantinopolis’e yerleşmeye teşvik etmiş, Anadolu’da işe yarar usta ve zanaatkârları da aileleri ile birlikte şehre getirtmişti. Galata semtinden kaçan Rum ve İtalyan ahaliyi de geri getirtmek için belli bir süre içinde şehre geri dönmeleri durumunda mülklerinin aynen iade olunacağı ve gerekirse evlerinin ve diğer binalarının da tamir ettirileceği ilan edilmiştir. Alınan tedbirler sonuç vermiş ve Fatih’in saltanatının son yıllarında şehrin nüfusu bazı araştırmacılara göre 80 bazılarına göre ise de 100 bini bulmuştu.
Roma’nın varisi bir Sultan
Fatih, Konstantin’in şehrini fethettikten sonra burayı kendine merkez edinmiş, bunu yaparken de şehrin görkemli imparatorluk mirasını yaşatmaya da azami derecede önem göstermiştir. Bu anlamda Fatih, kendi saltanatı döneminde basılan sikkelerin üzerinde de yer alan “Konstantiniyye” isminin kullanılmasında hiçbir sakınca görmemiştir. Yine Bizans döneminde imparatorun ayrılmaz bir parçası olan Ortodoks kilisesini kaldırmak yerine daha da güçlendirerek kendine bağlamış, bu anlamda adeta Müslüman bir hami rolünü üslenmiştir. Fatih’in hristiyan azizlerin kemikleri ve şahsi eşyalarını nitelemek amacıyla kullanılan ve rölik adı verilen kutsal emanetlere karşı takındığı tutum da ilgi çekicidir. Sultan, fetihten sonra bu kutsal emanetleri toplatarak, Topkapı sarayında iç hazine olarak tabir edilen yerde muhafaza ettirmiştir. Bu röliklerden günümüze kadar gelen en önemli yadigâr Vaftizci Yahya’nın kol kemiği ve kafatasıdır. Ne yazık ki Fatih’in ölümünden sonra bazı röliklerin bir şekilde Avrupa’ya gittiğini biliyoruz. Bilhassa Sultan 2. Bayezid’in, Şehzade Cem’in İtalya’da tutulması için önce Venediklilere sonra da Fransızlara rölikler üzerinden pazarlık yaptığı batı kaynaklarında ifade edilir.
Hükümdarın bu tutumundan dolayı dönemin batılı kaynaklarından bazıları Fatih’in hıristiyanlığa olan meyli nedeniyle patrikhaneyi koruduğuna, röliklere saygı gösterdiğine hatta bunları muhafaza ettiği bölümde mum yaktığına dair bir takım rivayetlere yer verirler. Halbuki Fatih’in bu tutumunun çok daha gerçekçi nedenleri vardır. İstanbul, fetihten önce hıristiyanlığın kutsal merkezlerinden biriydi ve kendini doğal olarak Roma’nın mirasçısı olarak gören Fatih’in bu durumun devamını arzulaması son derece doğaldır. Bu tutumdaki bir diğer etken de sultanın, Katolik dünyaya karşı Ortodoks hıristiyanların koruyuculuğu rolünü üstlenerek hem Bizans imparatorluk geleneğini devam ettirmek hem de Balkanlarda yaşayan Ortodoks teba üzerindeki hakimiyetini pekiştirmek istemesidir.
Dünyanın ilim merkezi
Fatih’i diğer Osmanlı padişahlarından ayıran en önemli yönü bilime, sanata ve edebiyata verdiği tartışma götürmez değerdir. Bundan dolayı Fatih bazı batılı araştırmacılar tarafından çağdaşı olan Medici, Borgia ve Sforza gibi dönemin sanatkarlarını koruyan mesen ailelerinin yöneticileri ile karşılaştırılmıştır. Türkiye’de de bazı tarihçilerimiz tarafından bir Rönesans prensi olarak adlandırılmıştır. Fatih’i Osmanlı tarihindeki klasik dönem’in diğer hükümdarlardan ayıran en önemli özelliği, sanatın ve bilimin her dalına karşı beslediği doymak bilmez açlığıydı. Bu amaçla o, çok genç yaşta ele geçirdiği Bizans’ın Konstantinopolis’ini bir Darü’l ilm’e çevirmek için gerekli ön hazırlıkları yaptı. Fatih’in, çevresine topladığı alim ve sanatkarlara göz atınca İstanbul’un zamanın en önemli kültür merkezlerinden biri olduğu daha da iyi anlaşılır. Onun hizmetinde Viçenza’dan, Venedik’ten, Floransa’dan, Bizans’tan, Trabzon Rum İmparatorluğu’ndan, Timur ülkesinden, İran’dan, Memluk diyarından, Ege Adaları’ndan nice nitelikli insan çalışmaktaydı.
Fatih, kendisine örnek aldığı insanlar konusunda da din farklılığını gözeten bir hükümdar değildi. Nitekim İstanbul’un fethinden sonra tarihçi Kritovulos onun hizmetine girerken, Trabzon’un fethinden sonra da filoloji, felsefe ve teoloji alanlarında şöhret bulmuş olan Amirutzes padişahın yakınları halkası içinde yerini almıştı. Patrik olarak tayin ettiği Gennasius Scholarius’la bugünkü Fethiye cami olarak bilinen ve bir dönem patrikhane olarak da kullanılan yerde teolojik münazaraya girişmiş ve onun fikirlerini ifade tarzını beğenerek bunları yazılı olarak kaleme almasını emretmiştir. Veronalı ressam ve madalyoncu Matteo dö Pasti’yi madalyonunu yaptırtmak amacıyla istetirken, Venedikli ünlü ressam Gentile Bellini’ye de bugün Londra’da National Gallery’de sergilenen ünlü portresini yaptırmıştır. Zamanının görgü tanığı olan batılı elçi ve alimler, onun bilhassa Büyük İskender ve Julius Sezar’dan etkilendiğini, Sparta, Atina gibi Yunan şehir devletlerinin siyasi tarihinin yanı sıra, Papaların, Fransa krallarının, Roma imparatorlarının tarihlerine de ilgi duyduğunu dile getirirler.
Kültürü bu denli önemseyen padişahın şehre hakim olduktan sorna ilk yaptığı icraatlardan biri dönenmin en önemli ilim mahfili olan medrese ihtiyacını mümkün olan en kısa ve pratik yoldan halletmektir. Bu amaçla da Ayasofya kilisesi camiye çevrilirken papaz odaları da medreseye dönüştürülmüştür. Yine Zeyrek adıyla camiye dönüştürülen bir diğer devasa Bizans yapısı olan Pantokrator kilisesinin de bazı kısımları medrese haline getirilmiştir.
Fatih, başkentini İslam aleminin farklı köşelerinden gelen alimlerle de zenginleştirmeyi ihmal etmedi. Timur Devleti ülkesinde bulunan Ali Kuşçu’yu günlük 1000 akça yol harçlığı vererek İstanbul’a davet etmiş ve fetihten sonra camiye çevirttiği Ayasofya’nın medresesinde ona ders verdirmişti. Yine aynı medreseye zamanın Ebu Hanife’si diye anılan Molla Hüsrev’i günde 100 akçe maaş ile müderris tayin etti. Ayasofya, 1470’de Fatih Cami avlusunda Sahn-ı Seman Medreseleri yaptırılana kadar imparatorluğun en saygın eğitim kurumu olma özelliğini korudu.
Zeyrek Medresesi de çok değerli alimlere ev sahipliği yaptı. Bu medrese Fatih’teki medrese ile birleşene kadar Ayasofya Medresesi ile beraber Osmanlı kültür hayatına önemli hizmetlerde bulundu. İlk müderrisi olan Molla Zeyrek Mehmed Efendi, aynı zamanda hem medreseye hem de medresenin bulunduğu semte adını verdi. Fakat Fatih’in huzurunda yapılan ilmi bir münazarada gücenen Molla Zeyrek, İstanbul’u terk ederek Bursa’ya yerleşme kararı aldı. Fatih’in ısrarlı ricalarına rağmen geri dönmeyi reddedince yerine dönemin iki değerli alimi Hocazade namıyla bilinen Musluhiddin Mustafa ile Ali Tusî getirildi. Ali Tusî, bu görevine Zeyrek Medresesi Fatih’e taşınınca da devam etti. Molla Abdülkerim de bu medresede ders veren diğer önemli alimler arasındaydı.
Denilebilir ki Fatih, Büyük Konstantin’le birlikte İstanbul’a hayat veren, kimlik kazandıran en önemli hükümdardır. Konstantin, şehri abidevî yapılarla imâr edip görkemli bir şehir haline getirirken, Fatih buna ilave olarak payitahtını hem doğu hem de batının imrenerek baktığı bir kültür merkezi haline getirecektir. Belki de bundan dolayı ünlü siyasetçi Makyevelli Prens adlı başyapıtında ideal hükümdar portresi olarak onu takdim etme yoluna gidecektir.
Konstantin’in Şehrinden Fatih’in Payitahtına – Bu yazı, 2008 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 16. sayısından alınmıştır.