Cuma , 11 Ekim 2024

Lviv

Lviv, Ukrayna’nın Polonya ve Romanya’ya yakın en batı ucunda. Şehrin nüfusu 750 bin civarında. Halkın %90’ı Ukraynalı. Geriye kalan %10 ise büyük çoğunlukla Rus, Polonya, Ermeni gibi milletlerden oluşuyor.

 

Yazı ve Fotoğraflar: Mehmet İnanç

Aslan Şehir

Büyük bir çoğunluk aslen Ukraynalı dense de, geçtiğimiz yüzyılın dalgaları her ırktan insanı bu şehirde buluşturmuş. Ayrıca, dini yapısı Hıristiyanlarda Ortodoks, Ermeni Piskoposluğu ve Roma Katolik Metropolitliğini kapsıyor. Yahudi nüfus da tabii ki azımsanmayacak şekilde var. Azeri ve Tatar Müslümanlar aileler olarak yaşıyor, yani görünürde bilinmiyor ve hissedilmiyor. Tanıştığım birçok genç ise Deist. Özetle şehirde birçok ırktan, düşünceden insanı görmek mümkün. Zaten şehir, üniversitesi ile de meşhur olduğu için ülkede yabancı uyruklu öğrenci nüfusuda oldukça fazla. Google’dan aradığınızda ilk gelen haberlerde şehrin % bilmem kaçı bayan haberinin doğru olmadığını zaten tahmin ediyorsunuzdur ama, bu bakış açısının karşınızdaki insanı ne kadar yaraladığını ve üzdüğünün de farkında olmamız gerekiyor sanırım.

Gitmeden önce yerel halkın oldukça ırkçı olduğunu okumuştum. Henüz yola çıkmadan önce ben de “Slava Ukraine” nidalarını ezberlemeyi ihmal etmedim tedbir olarak. Ayrıca, Ortadoğuluları sevmedikleri gibi Rus’ları da pek sevmediklerini okumuştum. Zaman zaman bakışlardan bunu anlamak mümkün, ama her zaman olduğu gibi yolunuzu kaybettiğinizde sizi saatlik mesafe de olsa kolunuzdan tutup götürecek birileri karşınıza çıkacaktır. Hoş, birçok yerde olduğu gibi beni kategorize edememenin şaşkınlığını gözlerde görmekle birlikte, açıkça dile getirildiğine denk geldiğim de oldu. Uzun ve hoş olmayan bir konu olsa da “hele bir sor bakalım neden ırkçıyız bu kadar?” diyenleri dinleyince, “e, sen de haklısın!” demeden edemediğimi belirtmek istiyorum. Yabancıların bakış açısı, düşük gelir seviyesi, bunların ilk sebepleri. Yine de tedbiri elden bırakmayıp Rusça olarak “Lvov” demeyin bu güzel şehre.

Türkler için vize uygulaması kaldırılmış olduğu için geliş gidiş daha da rahat. Aynı saat diliminde olduğumuz için saatinizi bile güncellemeden iki saatlik bir uçuşla varabileceğiniz bu şehirde, öncelikle Kiril alfabesinin Latin alfabesindeki karşılığını bilmek gerekiyor. Hatta temel kelimeler ve rakamlardan önce. Zira çarşıda pazarda göreceğiniz her yazı aslında telaffuz edildiğinde duysanız size bir fikir verebilir ama, harfleri bilmiyorsanız ancak izleyebiliyorsunuz. Örneğin, çay Ukrayna ve Rusçada da çay olarak okunuyor. Ama harfleri bilmiyorsanız anlamanız çok zor. Ayrıca yabancı dil bilen sayısı da pek fazla değil.

Çalışan insanlar homojen bir yapıdalar. Hayatın içerisinde her yaştan insanlar var. Erkekler kadar bayanlar da hayatın içerisinde. Hatta tramvay şoförleri neredeyse hep bayandı. Ancak, işsizlik ciddi bir sorun. Gençler özellikle dışarıda çalışmanın yollarını arıyor, hem de hararetle. Hatta Arap ülkelerinde iş imkânları ile ilgili sıkça sorularla karşılaştığımı belirtmem lazım. Hayat bize göre pahalı değil ama gelir seviyesi oldukça düşük. Tanıştığım halktan izlenimim oldukça kötüydü. Mesela üniversitede çalışan, yıllarını bilime vermiş bir araştırmacının, bizim asgari ücretin çok altında maaş alıyor olması gibi. Şehrin geçmişinde önemli bir Yahudi nüfusu varmış. Yahudi Mahallesi diyebileceğimiz bölgede gösterişli sinagoglara rastlamak zor. En azından ben ancak sorarak bulabildim. Kiliseler çok daha gösterişli.

Yeri gelmişken bu şehrin benim için en heyecan verici özelliği, yahudi bir ailenin ferdi olarak dünyaya gelen, ancak sonradan İslamiyet’i seçmiş Muhammed Esed (Leopold Weiss)’in doğum yeri olması. Her adımda içimde ondan bir iz bulabilmek ümidi vardı. “Mekke’ye giden yol” kitabında zaman zaman eskilere gidişiyle toplumlar arasındaki farklar, oradan çıkan birinin penceresinden bizim topraklarımıza, insanlarımıza bakışı gibi birçok noktayı, sakin sokaklarda ve meşhur Lviv kahvesini yudumlarken düşünme fırsatı buldum. Kitabını bir kez daha orada bitirmek istedim ama olmadı, fakat o’nun penceresini biraz daha anlamak noktasında faydalı olduğunu düşünüyorum.

Havaalanından şehre taksi ile 50 UHR’ye gidebileceğiniz gibi toplu ulaşım araçları ile birkaç UHR’ye gidebilirsiniz. Toplu taşıma tramvay ve Marshrutki marka minibüslerle sağlanıyor. Bindiğinizde biletiniz varsa, cam kenarında bunu zımba ile deliyorsunuz. Yoksa bilet alıp yine kendiniz bunu özel zımba ile delmeniz gerekiyor. Ama kontrol yok, insanların vicdanlarıyla baş başa kalarak doğru düzgün yaşamaları ne güzel.

Büyük ekmek 3, su 5, benzin 10 UHR civarında. Sigara ise bir muamma olacak görünüyor. Zira sigara yasakları kapılara dayanmış durumda. Kapalı mekânlarda sigara içmek yasak olacak ve birkaç lira olan sigaraya zam gelecekmiş. Konuştuğum birçok gencin dikkatimi çeken isyanı da buna olmuştu. “Evet, kurallar Avrupa’daki gibi olsun ama ya gelirimiz?” sorusu can alıcı. Son zamanlarda Avrupa Birliği yakınlaşması ile birlikte tutuklanan Başbakan Timoşenko siyasal gündemde tabii ki.

2012’de 756. yılını kutlayan bu şehrin mimarisi harika, zaten aldığım rehberlerden biri sırf 50’ye yakın taş binanın gezilmesi içindi. Sadece mimari değil aynı zamanda Ukrayna’ya bilim ve sanat konusunda birçok ilki bu şehir yaşatmış. Hatta Avrupa’ya. Müzeleri gezdiğinizde bunu çok daha iyi anlayacaksınız. 2012 Eurocup dolayısı ile yenilenen havaalanı, turizm yatırımı ve altyapısı dikkat çekici. Bacasız fabrikanın farkına vardıkları aşikâr. Yakın bir zamanda Unesco’nun dünya mirası listesine girmiş olması, bu fabrikanın daha çok çalışıp daha güzel günler sağlamasını şahsen çok isterim.

Savaştan çok ciddi etkilenmiş bu güzel şehrin aynı zamanda açlık ve hastalık da başına çok büyük dert olmuş. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Stalin döneminde Holodomor olayı tam bir trajedidir. Her zamanki gibi siyasi çekişmelerin yol açtığı netice, Ukrayna’da iki milyon kişinin açlıktan ölmesidir ki, Ukrayna tarih kitaplarında, Doğu Avrupa’nın tahıl ambarı, Osmanlı zamanında da İstanbul’un gıda kaynağı olarak geçer.

Kara iklimi hâkim olduğu için genellikle soğuk pek sorun değil. Ayrıca insanlar karla barışık yaşamaya alışmışlar. Araçları nereye nasıl park edeceklerini biliyorlar. Yolda kalmış bir aracın arkasından korna çalıp bağıran insanlar yerine, çıkıp ona yardım eden insanları görüyorsunuz.

Yerel yemekleri ilginç, eğer fırsatınız olursa ve ilginiz varsa muhakkak denemelisiniz. Bu arada adım başı çoğalmış fast food dükkânlarını da unutmamak gerek. Ayrıca şehirde helal gıda belgesi olan, Lübnanlı bir ustanın işlettiği lokanta da mevcut.

Alışverişlerde kredi kartı rahat ve sorunsuz bir şekilde kullanılabiliyor. Hemen her noktada döviz bürosu bulabilirsiniz. Havaalanında yine bankalarla aynı şartlara yakın döviz bozuyorlar ama bir konu var ki dikkat etmek gerekiyor. Dolar bozdurup UHR aldınız diyelim. Size bir belge veriyorlar. Eğer bu belgeyi çıkışta ibraz etmezseniz memlekete sarı lacivert paralarla dönebilirsiniz.

Ben gezginlerle bir araya gelebilmek, onların gözlem ve tecrübelerini de paylaşabilmek üzere öncelikle bir “hostel”de kalmak istedim. Başta bir gün diye planladığım Ghostel (ghost hostel)’de üç gün kaldım. Uzun zamandır bu kadar düzenli ve temiz bir hostel görmemiştim. Daha sonra şehirde çok yaygın olan oda/daire kiralama sistemi ile bir evde kaldım. Fiyatlar hostellerden 15 – 20 TL, oda / dairelerde ise 50 TL’den başlıyor.

Ukrayna bayrağı sarı lacivert ama Lviv’in sembolü aslan. (OLEYYYY) Konunun nereye geleceğini futbol meraklıları biliyorlardır. Bundan iki yıl önce GS Avrupa defterini Lviv’de Karpat takımına yenilerek kapatmıştı.

Özellikle soğuk kış gün ve gecelerinde vakit geçirebilecek kafeleriyle meşhur Lviv. Dim Legend galiba bunlardan en ilginci. Restoran kafenin yedi katının her biri farklı bir temada dizayn edilmiş ve şehrin dikkat çeken mekânları arasında sayılıyor. Örneğin bir kat saat, bir diğeri aslan teması ile tasarlanmış. Tabii en üst katta sizi bekleyen Doğu Alman markası Trabi otomobili de unutmamak lazım.

Pazar meydanı eski şehrin en merkezi ve bilinen yeri galiba. Adres tariflerinde burası referans oluyor çünkü. Bu meydan çevresinde eskiden her ailenin kendi adı ve namı ile anılan binaları varmış. Bu binalar 1500’lü yıllarda yanmış ve yeniden gotik tarzda inşa edilmiş. Şimdilerde 18. ve 19. yy’dan kalma binalar var ve halen de kullanılmakta. Meydanın tam merkezinde bir devlet binası ve eskiden kalan gözetleme binası var, tabi saati ve çanıyla birlikte. Lviv’in en güzel manzarasını burada 20 UHR karşılığında görebilirsiniz. Bu arada tırmanmanız gereken onlarca merdiven ve her merdivende onlarca basamak (toplamda binler yaptığını söyleyip gözünüzü korkutmak istemiyorum)… Bu kule de yine 1800’lü yılların başında yapıldığında “çirkin baca” lakabını almış ama şu anda şehrin sembolleri arasında. Tepesinde eskilerde bir rüzgârgülü mahiyetinde kanatlı bir aslan varmış. Bir gün aşırı rüzgârdan devrilmiş. Hemen kara bulutların yakınlığına alamet sayılmış bu durum. Doğru da çıkmış: Haftalar süren bir Türk kuşatması! Daha sonra yine işe yaramış, batıdan gelecek hava tehditlerine karşı gözetim kulesi olarak kullanılmış o zamanın şartlarında. Binanın hemen arkasında buz pateni için pist var. Tabii ben misafirim, uygun kıyafetlerim olmadığı ve Lviv halkının moralini bozmamak için sahaya inmeyi uygun bulmadım.

Birkaç sokak ilerde birçok kilise arasında özellikle görmek istediğim 1300’lü yıllardan kalma bir Ermeni kilisesi. Kilisede görevli kişinin Ani ismini de zikretmesi ile Bizim Ani harabelerindeki kilise hemen çağrışım yaptı. Bu kilisede olduğu gibi birçok binanın mimarı Avusturya yahut Polonya asıllı. Ermeni soykırımı tabii ki gündemde ama, Orta Doğu’daki kiliseler gibi hararetli sohbetlere dalmadık. Açıkçası Türkiye’den geliyor olmam olumsuz bir tepki ile karşılanmadı. Aksine görevliler oldukça cana yakın davrandı. Her ne kadar ortak bir dil bulamasak da, henüz Hilal Kaplan’ın aforoz edilişinden haberdar olmadığım için beremi çıkartıp kiliseye girmem karşılıklı bir saygı ve anlayış doğurdu. Rahatça fotoğraf çekip, zaman geçirebildim. Kilisenin bahçesinde yerel yapıyı hissedebileceğiniz minik bir ahşap şapel ve mezarlık ta var. Kilisenin hemen yanı başında Ermeni Caddesi ve yine Ermeni lokantasını bulabilirsiniz. Her ne kadar zamana yenik düşüp menüleri diğer lokantalara benzer olsada, hâlâ farklı.

Svobody Caddesi ..

Svobody Caddesi eski şehrin en işlek caddesi. Üzerinde opera binasından başlarsak Ulusal Müze, Taras Scevchenko, Adam Mickiewicz, Meryem Ana ve bir at üzerinde poz vermiş Galiçya Prensi Danylo’nun heykelleri dikkat çekiyor. Ayrıca cadde üzerinde lüks marka mağazaların giriş katlarını kaplayıp kapattığı, tarihin izlerini üzerinde taşıyan eski binalar da var. Bu eski yapıların üzerinde, çatısında özgürlük heykeline benzeyen heykellerden tutun, birçok değişik figürde heykel mevcut. Lviv’in en eski oteli George Hotel bu cadde üzerinde, ismini mimarından almış.

Solomia Krushelnytska Opera binası..

Caddenin diğer ucunda 18. yüzyılın sonunda yapılmış meşhur opera binası var. Projenin kabulü dâhil dört yılda yapıldığını öğrendiğimde çok şaşırdım. Lviv’in yetiştirdiği bu mimar binanın bitmesinden kısa süre sonra hayata veda etmiş. Dere yatağı üzerine yapıldığı için her yıl biraz daha çöktüğünü söyleyenler olsa da onları kırmamak için ancak birkaç milimdir diyebiliyorum. Bu kadar kısa sürede bu kadar detaylı ve ince güzelliklere sahip bir binayı yapanlara helal olsun dedim yanından her geçtiğimde. Özetle, Rönesans ve barok etkisinin hâkim olduğu bu binaya ve projedeki azme gıpta ettim. Gişeleri ise hemen yanı başında. Tabii ben de bir gece operaya gitmek için bilet kuyruğuna girdim. Bilet satan kişi 20 UHR dedi, ben de klasik bir tepki olarak İstanbul’da metrobüs bu fiyata diye içimden geçirerek “en iyi yerden olursa memnun olacağım” dedim. Peki dedi, “tam size göre çok özel bir yer” gibilerinden peşrevden sonra 200 UHR’ye bileti elimde buldum. Operaya girinceye kadar biraz kızsam da, iki kapıdan geçerek özel bir locaya aldılar. Tabii bu localardan bir miktar var. İçerdeki kişi sayısı, açısı, koltuk durumu farkı ortaya çıkarıyor. Ben iki papyon ve smokinli dede ve çok özenli giyinmiş bir hanımnine yanında 4 perdelik Carmen’i izleme fırsatını bulmuş oldum. Kıyafetim ve kuralları bilmiyor olmam bu şehrin önemlilerinden olduğunu tahmin ettiğim kişileri sanırım gerdi. Ve ilk başta onlar mı beni aşağı atar yoksa ben mi önce davranıp çıksam diye düşünürken, birkaç perde sonra ortam yumuşadı.

Dört katlı izleyici kısmının hemen arkasında ikinci katta aynalı odadan bahsetmeden geçmeyeyim. Her perde arasında insanlar gidip orada sohbet edip fotoğraf çekmek için yarışıyor gibiydiler. Aynalar ve resimler öyle tasarlanmış ki, dört mevsimi burada yansımalarla görebiliyorsunuz. Opera binasının ismi sürekli değişmiş. Galiba bizdeki okullar ve caddeler gibi. Her darbe ve siyasi parti döneminde başka bir isim almış. En son olarak, yüzyılın ortasında hayata gözlerini yuman Solomia Krushelnytska’nın isminde karar kılınmış.

Diğer meşhur binalardan biri de 18. yy’da yapılmış Aziz George Grek Katolik Katedrali. Bu katedral biraz daha farklı olarak Rokoko tarzında yapılmış. At üzerinde pozu dikkat çeken ve Ukrayna için önemli bir sembol olan Aziz George, Hıristiyan dünyasından da önemli bir yere sahip.

Papa II. John (Jean) Paul 1991 yılında burayı ziyaret ettiğinde hemen karşısındaki binada kalmış.

Potocki Sarayı..

Kopernika Caddesi üzerinde üç gece keyifle konakladığım Ghostel’in hemen yanı başında 1880 yılında inşa edilmiş Potocki Sarayı da görülmesi gereken binalar arasında. Avusturya Devlet Başkanı’nın sarayı olarak Fransız bir mimar tarafından yapılmış. Şimdilerde o aileden eser var mı bilmiyorum ama, bina çok güzel. Tabii yine de biraz elden geçmesi gerekiyor. Hemen yanı başında sanat galerisi meraklıları bekliyor.

İlginç müzeler şehri..

İlginç müzeler için de zaman ayırmak gerekecektir Lviv’de. Örneğin Hasova Lyampa (korkmayın, gaz lambası demek). Ukrayna’nın ilk restoran haline gelmiş müzesi de burasıymış aynı zamanda. Ömrünüzde gördüğünüz tüm gaz lambalarını toplayın, daha fazlası burada mevcut. Yemek yemeseniz de bir arkadaşa bakacaktım diyerek bir göz gezdirin.

Diğer bir müze de Etnoğrafi Sanat ve Elişi müzesi. Burası da şehrin ilk müzesi özelliğini taşıyor. Ukrayna ve Lviv’in tüm özel elişi ürünlerini burada 10 UHR bedelle görüp gezebilirsiniz.

Arsenal (Cephanelik) Müzesi ise oldukça büyük bir alanda silah ve savaş malzemelerini barındırıyor. Benim çok fazla ilgim olmadığı için zaman ayırmadım. Ayrıca Ulusal Müze binasında sırt çantamla giremeyeceğim konusunda bir hanım nineden azar işittiğim için, çok fazla konuyu uzatmadan ayrılmak zorunda kaldım. Birinci kattaki odalarda kilise ve şapellerden kalma minyatür ve figürler bulunuyordu.

Dzyga Galerisi biraz da şans eseri girdiğim çıkmaz sokakta karşıma çıktı. Yeni açılmış ve içinde binlerce parça sanat eseri var. Yüzlerce proje, sergi kapsamı altında ücretsiz görülebiliyor. Ukrayna’nın en eski parkı.. Her ne kadar karda pek keyif vermese de Ivan Franko parkı biraz nefes almak, sakin bir ortamda yürüyüş için ideal. Aynı ismi taşıyan üniversitenin karşısındaki parkın en önemli özelliği ise, Lviv ve Ukrayna’nın 400 yaşındaki en eski parkı olması.

En keyif aldığım müzeye gelirsek, bu Folk Architect Museum. Müze Shevcheno ormanı içinde 600 dönümlük açık bir müze. Yanı başında kayak merkezi var. Müzede 100’den fazla ahşap yapı var. Bunların her biri detayıyla o mimariyi aktaran, evler, kiliseler ve barakalar. Bunların bir kısmı orijinal evlerin taşınması ile sağlanmış. 1800 yılından kalma bir ev hemen girişte dikkati çekiyordu. Tabii verandasında üç kedisi ile birlikte. Bu veranda ve korku filmleri fantezilerine girmeden önce buradaki yapıların birçoğu kışa hazırlıklı, Karpat dağları için tasarlanmış, yapılmış ve oradan getirilmiş. Burayı birazdan anlatacağım Lychakiv Mezarlığı’ndan sonra bulmak için yaklaşık bir saat uğraştım. Bir ara sadece köpeklerin ve benim olduğum tepede kaldığımda normalde köpeklerden korktuğumu hatırladım. Bu arada şunu da keşfettim: “Soğuk korkuları da uyuşturuyormuş”…

En sonunda kayak yapmaya giden birilerinden tarif alarak müzenin girişine geldiğimde havanın kararmasına iki saat kalmıştı. Girişte bir otomobil park etmiş duruyordu. Çok güzel, sakin sakin fotoğraf çekebilirim diyerek korkularımı bastırmaya devam ediyordum. Galiba termal içlikler fayda vermiş ve vücut ısım normale dönmüştü. Sonunda görevli kişiyi buldum. Müzeye kavuşmanın keyfiyle girdiğimde “yarım saatte bitirip çıkarım, sonra şuraya vs..” diye planlar yaparken bunun çok iyimser varsayımlar olduğunu anladım. Bu açık hava müzesinden çıktığımda hava çoktan kararmış, ben köpeklerden yarım metre karda nasıl kaçılacağını öğrenmiş haldeydim. Ancak sanırım müze girişinde özel bir salon vardı ki, smokinli bir bey ve bayan, müzenin giriş kapısından içeri giriyordu. Benden korkmayın ben de sizdenim demeyi planlıyordum ki, daha iyisi, “fotoğrafımı çeker misiniz fotoğraf makinamla” diyiverdim.

17. yüzyıl sonlarında yapılmış Lychakiv Mezarlığı, Svobody Caddesi’nden yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde. Eğer zamanınız varsa şehri ve geçmiş kültürü tanımak adına bu en iyi fırsat olsa gerek. Yürümek zor olursa, tramvayla da gidilebilir. Mezarlığa giriş 10 Uhr ve giriş yine modern gotik tarzda yapılmış. Fotoğraf için yine ek ücret ödemek gerekiyor.

Şehrin önde gelenlerinin, gotik aile mezarlıklarının yanı sıra yine özenle yapılmış anıt mezarları sizi girişte karşılıyor. Öyküsü ilginç: İçki imalatçısı Baczewski, bir işçi iken şehrin önemli bir ismi haline gelmiş Kiselka ve buna benzer şapeller. Yakın zamanda dünyaya veda etmiş, hayatta iken şarkıcı olduğunu kabrinin başında büyükçe bir heykelinden anlayabileceğiniz çok farklı mezarlıklarla dolu. Özellikle edebiyatçıların kabirlerinde yeni çiçek ve mumlar olması ilgimi çeken bir diğer nokta oldu. Kendi memleketimi düşünmeden edemedim. Evet, biz sevgi ve saygımızı böyle göstermediğimiz gibi, çocuklarımıza değil kitaplarını, isimlerini dahi öğretemeyebiliyoruz.

Mezarlıkta yine askeri bir kısım var. Yeri gelmişken her ne kadar kardan dolayı şehrin dışına çıkamasam, gidemesem de, bu bölgede bir Türk şehitliği de mevcut.

Son olarak şunu söyleyebilirim ki, trafikten, ses ve gürültüden uzak sakin bir gezi isteyenler için çok ideal bir şehir Lviv. Gerek mimarisi, gerekse doğası insanı gerçekten de hayran bırakıyor.

Bu yazı 2013 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 82. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir