“Ev ve şehir insanoğlunun en belli başlı terbiyesidir”.
Ahmet Hamdi Tanpınar
RÜYA GİBİ BİR DİYAR, “TAŞ ŞEHİR” MARDİN
Yazı: Seda Yeşildal
Taşın dili, kimi zaman bir mabede, kimi zaman bir medreseye, bazen bir pencereye, bir kiliseye, bir çan kulesine hayat vermiştir. Bu sanat vasıtasıyla insanlar, hislerini taşlara dökmüşler, sevinçlerini bu yolla ifade etmişler, hatta bu dünyevî hayatın son durağı olan mezarlarda bile taşları konuşturmuşlardır.
Eskilerin bir tâbiri vardır: “Şerefü’lmekân bil mekîn” (Mekânın şerefi orada bulunanlardır.) Her ne kadar böyle denilmişse ve bir odayı, bir evi, bir şehri sevimli ve güzel yapan en geniş mânâsıyla “insan”sa da, çok zaman insanı da ‘olduran’, yoğuran, ona şekil veren mekânlar olagelmiştir. Mekânların, hassaten şehirlerin zevklerimiz, alışkanlıklarımız, kabiliyetlerimiz üzerinde mutlak bir tesiri vardır. Şehir kültürü, en küçük bir aşağılama hatta hafife alma hissi taşımadan söyleyebiliriz ki kırın, köyün yani ortalama seviyenin, ortalama zevkin değil selâmda, kelâmda, sanatta, yeme-içmede, giyim-kuşamda, sözgelimi bir atkıyı boyna dolamada, bir kaldırıma çıkmada, bir gemiye binmede incelmenin, yükselmenin ifadesidir. Şehir; birlikte yaşamanın, iş bölümünün, belki gelir seviyelerindeki farklılığın, belki de doğuştan getirilen özelliklerin zevkte ve kabiliyette oluşturduğu ayrılıkla bir zenginleşmeyi beraberinde getirir. Farklılığın, çeşidin, çeşninin olduğu yerde kendiliğinden bir alış-veriş söz konusu olur ve orada zaman zaman zıtlıkların, hayatı idrak ve yaşama ayrılıklarının getirdiği bir çeşit âhenk oluşur. Mardin de bu farklılıkların, bu çeşitliliğin aksettiği zengin şehirlerden birisidir. İstanbul gibi…
MARDİN’İN TARİHİNE KISACIK BİR BAKIŞ…
Aslında kim tarafından ve ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmeyen Mardin’in tarihi, bir rivayete göre Subariler zamanına kadar uzanır. Bahsi geçen Subariler’in, MÖ. 4500-3500 yıllarında Mezopotamya’da yaşadıkları tarihi kaynaklarda belirtilmektedir. Yapılan arkeolojik kazı ve çalışmalarda, söz konusu bölgenin MÖ. 4000’den itibaren MÖ 7.yy’a kadar sürekli bir yerleşim yeri olduğu ortaya çıkartılmıştır. Bu devirde yapılan çalışmalar daha çok, ölü gömme adetlerini değerlendirme açısından yürütülmüş ve ilginç bulgulara ulaşılmıştır. Tespit edilen mezarların incelenmesiyle, ölülerin bu devirde, eski Mezopotamya geleneklerine göre kazılan mezarlara dizleri karınlarına çekik olarak gömüldüğü, daha sonra yakılan ateşle bir tür manevi temizlik sağlanarak çukurların kapatıldığı bilgisi elde edilmiştir.
Subariler’in ardından, Hurri, Sümer, Akad, Mitani, Hitit, Asur, İskit, Babil, Pers, Makedonya, Abgar, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı gibi devletlerin hâkimiyeti altına giren Mardin, pek çok farklı kültürel öğeyi, mimarî, arkeolojik, etnoğrafik, tarihî, dinî ve görsel değerleri bünyesinde harmanlamış bir şehirdir. Hıristiyanlık, Yahudilik, Müslümanlık, Şemsilik gibi farklı dinleri, mezhepleri, milliyetleri bünyesinde barındırmakla, asırlarca nice medeniyetlere ev sahipliği yapmakla edindiği kültürel doku, Mardin’i büyüleyici bir hayal şehri, âdeta bir açık hava müzesi haline getirmiştir. En önemli ticaret yollarından biri olan İpek Yolu’nun üzerinde bulunması da şehrin önemini bir kat daha artırmış, bu sebeple hemen herkesin sahip olmak istediği bir konuma yükselmiştir. Şehrin Roma idaresi altında olduğu dönemlerde, Şad Buhari adında, ateşe ve güneşe tapan bir kral, rahatsızlığı sebebiyle Mardin Kalesi’nde kalmaya başlar. Bir müddet geçtikten sonra iyileşir ve kendine bir kasr yaptırır, yaklaşık on iki yıl boyunca burada yaşar. Ardından, memleketi olan Pers’ten birçok asker ve sivil getirterek Mardin’e yerleştirir. Bu şekilde şehirde pek çok gelişme olur fakat 442 yılında yaşanan bir veba salgını, şehri yaşanmaz hale getirir. Salgının üzerinden yaklaşık 100 sene geçtikten sonra, Romalıların eliyle şehir yeniden âbâd edilir. Daha sonra şehir Emevilerin ve Abbasilerin idaresine giren şehirde, bunu takiben İslâmiyet hızla yayılır. Artuklular döneminde bölgede büyük bir devlet kurulur. Bu devletin egemen olduğu süreçte, aralarında camii, medrese, hamam, kervansarayın da bulunduğu çok sayıda tarihî eser inşa edilmiş, pek çok medrese ve manastır da tamir görmüştür. Artuklular döneminde, Timur, Mardin’i almak için bir dizi işgal hazırlıklarına soyunur fakat neticede hezimete uğrar. Kaleye sığınan Mardin halkı, Timur’un şiddetli hücumları karşısında yılmamış ve ona karşı koymak suretiyle büyük bir zafer kazanmıştır. Kazanılan zaferin şerefine, Artuklular, Timur’un yakıp yıktığı şehri yeniden imar faaliyetlerine girişir fakat Karakoyunlular, bu devleti ortadan kaldırmak istedikleri için, âmiyâne tabirle Artukluların yoluna taş koyarlar ve şehir artık Karakoyunlu idaresindedir. Fakat dünya saltanatı bu, kimsenin elinde kalmaz. Bu sefer de Akkoyunlular şehir üzerinde hak sahibi olmuşlardır. İşte bu dönemde, girişilen imar ve tamir faaliyetlerinde, bugün bütün ihtişamıyla arz-ı endam eden ve tarihe meydan okuyan, meşhur Kasım Paşa Medresesi ortaya çıkmıştır.
Derken 16. yy.da Şah İsmail güçlü bir Şii devleti kurar ve Anadolu’ya girip insanları Şiiliği kabule zorlar. Onun isteğine yanaşmayanlar ise zalimce cezalandırılır. Bu yüzden, şehri yağmalamaya ve halkı zulme karşı korumak için, şehrin(yani kalenin) anahtarı hiç kan dökülmeksizin Şah İsmail’e teslim edilir. Daha sonra ise şehir, Yavuz Sultan Selim döneminde artık Osmanlı hâkimiyetine girecektir.
TARİHTE ALDIĞI İSİMLER
Daha önce de ifade edildiği üzere, adeta bir medeniyetler mecmuası olan şehir, tarih boyunca çeşitli isimlerle anılmıştır: Erdobe, Tidu, Merdin, Merdo, Merdi, Merda, Merde, Kartal Yuvası, Kuşlar Yuvası, Maridin, Mardin gibi… Şehrin bugün kullanılan ismini nerden aldığına gelince, bu hususta pek çok görüş bulunuyor. Bunlardan birisi, Mardin kelimesinin Süryanice kökenli ‘merdo’dan geldiği yönünde. ‘Merdo’, Süryanicede ‘kale’ anlamına geliyor. Şehrin bir kale üzerinde kurulduğu düşünülürse, bu görüş mâkul geliyor. Bundan başka, Hammer’e göre, Mardin kelimesi, savaşçı bir kavim olan Mardeler’le alakalıdır. Hammer, bahsi geçen Mardeler’in İran hükümdarlarından Ardeşir tarafından buraya getirilip yerleştirildiğini anlatır. Şehrin adı ile kavmin adı arasındaki benzerlikten yola çıkarak, Mazıdağı civarında yaşayan Yezidilerin Melek Tavus’a, yani şeytana Tanrısallık atfetmeleri ve bu sebeple şeytana tapanlar olarak görülmeleri, eski bir İran ananesinin devamı mahiyetinde şerri, yani kötülüğü kutsal sayan ve ona ibadet eden Mardeler’in bu bölgeye yerleşmiş olmalarına delil gösterilir. Pek çok kaynakta, şehrin asıl adının ‘Merdin’ olduğuna değinilir. Bugün halkın büyük çoğunluğu da bu adı kullanıyor. ‘Merdin’ kelimesi ‘kaleler’ anlamına geliyor. Şehirde yer alan kalelerin sayısının çokluğu, şehrin bu adla anılmasına sebep teşkil etmiş olmalı. Vakidi adında bir Arap tarihçisi, “Mardin” kelimesini ‘Mate Din’ ifadesine dayandırır. ‘Din’ adında meşhur bir rahip, Mardin Kalesi’nde yaşamaktadır ve kale komutanı ile ahbaplığı ilerletir. Fakat bu dostluk çok da uzun soluklu olmaz ve nihayetinde, gönderilen bir kumandan, rahibin hayatına son verir. Bu hadisenin ardından kaleye, ‘Din öldü’ manasına gelen ‘Mate Din’ adı verilir. Yine aynı tarihçinin iddiasına göre, İran hükümdarlarından birinin Mardin isminde bir oğlu vardır ve hasta olan bu oğul, hava değişimi için bu bölgeye gelir. Burada iyileşmesi sebebiyle şehre onun adı verilir. Mevcut bilgiler ışığında, şehrin adının doğrusuna, menşeine en yakın görüş budur. Süryanilerin yazma kaynaklarında da buna yakın bilgiler mevcuttur. Yine benzer ifadeler, VII.yy.da İmparator Maoricius devrinin ünlü tarihçileri ve aynı devrin önde gelen coğrafyacıları tarafından da belirtilmiştir. Bunların dışında Ermenice kaynaklara inildiğinde, şehrin adının ‘Merdin’; Süryanice kaynaklardaysa ‘Merdo, Merdi, Marda ve Mardin’ gibi okunuş farklılıklarıyla yer aldığı tespit edilmiştir.
MARDİN’DE KÜLTÜR VE SANAT HAYATI
En eski devirlerden beri, sayısız sanat ve zanaatın icra edildiği Mardin, bugün dahi ta evvel zamanlarda başlamış efsaneyi devam ettirir. Bölgede sanat ve zanaat adına neredeyse yok yoktur: Testi, çanak, çömlek, demircilik, kalaycılık, kuyumculuk, bakırcılık, gümüşçülük, iğne oyası, dokumacılık, kilim ve halıcılık, semercilik, keçecilik, sedef işçiliği, tahta oymacılığı (kündekâri), sabunculuk, yorgancılık, ‘sibbeğ’ de denilen boyacılık, dericilik ve Mardin evlerine bugünkü hususiyetini, meşhur güzelliğini kazandıran taş oymacılığı… Gümüşçülük deyince hemen akla geliveren şey, Türkiye’de Beypazarı ve Mardin olmak üzere yalnızca iki yere has olan telkâri işi. Telkari özellikle Süryanilerce devam ettirilen çok eski bir gümüş işleme sanatı. Tamamen el emeği ile yapılan telkari takılar, ince tel haline dökülen gümüşün bükülmesiyle oluşturulan küçük motiflerin bir araya getirilmesiyle yapılıyor. Geleneksel el sanatları içerisinde özel bir yere sahip olan telkari Türk kültüründeki süsleme anlayışının, güzellik, estetik ve zarafetin bir simgesi. Her zaman yakındığımız şeyler, zanaatkârların sayısının gitgide azalması, işin erbabı sayılan kimselerin geriye hayrül-halef bırakamaması… Bütün bu saydıklarımız ve daha sayamadığımız birçoğu, bugüne kadar yapılan el sanatları; ve maalesef bunların bir kısmı bugün kaybolmaya yüz tutmuş, bir kısmı ise çoktan tarihin tozlu sayfalarında yerini almış.
Şehrin kültür hayatına ilişkin diğer hususlar da belli dönemlerde gerçekleştirilen festivaller. Mayıs ayının ilk günlerinde, baharın uyanışını kutlayan Mardinliler, Hassıt Merene ve Hıdır-ellez, Nusaybin Girnavaz Anma günleri gibi kutlamalarda bulunuyor. Haziran ayına gelindiğindeyse, Kabala Kültür ve Kiraz Festivali düzenleniyor.
BİR MİMARÎ ŞAHESER: MARDİN EVLERİ
Söz zanaattan açılmışken, yöreye has evlerin taş işçiliğinden muhakkak suretle bahsetmek gerekir. Zira, sadece evleriyle dahi Mardin, başlı başına bir kültür ocağıdır. Burada görülen mimari, Orta Anadolu’nun kimi şehirlerinde de yaygın olarak örneklerine rastlanan, ‘Kuzey Suriye ile benzeşen’ şeklinde tanımlanan özgün taş mimarisidir. Bölgede bulunan sarı kalker taşı, yapıların çehresini şekillendiren en önemli malzemedir; mesela ahşaba, kapı-pencere gibi zorunlu kullanımlar dışında pek yer verilmemiştir. Kalker taşının bölgede bol olmasının dışında, kolay işlenebilmesi, onu şehrin mimarî karakterinin en temel malzemesi konumuna getirmiştir. Şehirle özdeşleşen kagir evler, kayalık ve volkanik bir tepenin yamacında bulunan kalenin eteklerinden ovaya doğru, birbiri üzerinde yükselen teraslar halinde yerleşmişlerdir; hiçbir evin gölgesi birbirinin üzerine düşmez. Evlerde kullanılan taşın özelliği gereği, evler yazın serin, kışları sıcak olur. Güneş ışınlarının doğrudan gelmediği sokaklarsa gölgede kalır ve özellikle kavurucu yaz sıcaklarında insanların rahat etmesi sağlanmış olur. Kapalı hayat tarzının pek çok özelliğini taşıyan evler, yaklaşık dört metre yüksekliğindeki duvarlarla çevrilidir Geleneksel Mardin evleri, ekseriyetle iki veya üç katlı yapılar olup, U ya da L planlı, geniş avluludurlar. Alt katlar genellikle oturma amaçlı değil de, ahır, kiler, hara olarak kullanılır. Giriş kapısından alt katın avlusuna girilir. Buradan da kesme taştan bir merdivenle yukarı kata çıkılır. Evler, harem ve selamlık olmak üzere iki bölüme ayrılır. Taş işçiliği açısından daha özel olan odalar, genelde erkeklerin misafirlerini ağırladıkları ana odalardır; burada ayrıca kahve ocağı da bulunur. Ev sâkinlerinin kalacağı ayrı bir oda da mevcuttur. Bütün odalar; yemek yenilip, oturulup, yatılacak şekilde düzenlenmiştir. Odalar, avluya bakan revak ya da eyvan gibi yarı açık mekanların yanlarında sıralanır. Yazları, kesme taştan yapılan eyvanda oturulur, hatta burada gece yatanlar da vardır. Zaten eyvan ve revaklar, batı güneşini doğrudan almayacak, gölgede kalacak şekilde yapılmıştır. İklim şartları göz önünde tutularak, kapı ve pencereler küçük yapılmıştır. Evlerin dış cepheleriyle kapı ve pencereleri, taş oymacılığının en güzel örneklerini, en muhteşem motiflerini yansıtır. Ön avlu cepheleri, güneye bakacak şekilde inşa edilen evler; iklim koşullarına uygunluk, dayanıklılık ve estetik görünüm gibi pek çok özelliği haiz oldukları müddetçe kültürel mirasımızı meydana getiren en önemli unsurlardan biri olmaya devam edecektir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Mardin evlerinde kullanılan malzeme, kalker taşıdır. Açık renkli sarımsı bir görünümde olan bu taş, çok kolay kesilip işlenebildiği için, hem daha rahat kullanılır hem de zengin süslemelere imkân tanır. Ocaktan çıkartılmasının ardından sertleşen kalker taşı, bu şekilde iklim şartlarına da dayanıklılık kazanır. Mardin evlerinde, herhangi bir sıva malzemesi kullanılmaz. Belirli aralıklarla, taşları temizlemek üzere, taş kırıntıları kum haline getirilerek bu kumlarla duvarlarovulur, bu şekilde taşların temizliği sağlanır. Duvarların örülmesinde, bu kumla kireç karışımından bir elde edilen bir harç kullanılır.
Ahşap malzemenin de sadece kapı pencere ya da asma kat gibi yerlerde kullanılması, ağaç yokluğundan değildir; Mardin’de taş kullanımı, sıkı sıkıya bağlanılan bir gelenek halini almıştır. Bundan hareketle, bugün beton yapılar, âdeta yadırganarak karşılanır. Evet, belki Mardin’de çok fazla yeşillik yoktur; fakat evlerin muazzamlığı, ihtişamı, yapılışındaki sanat o kadar güzel bir manzara arz eder ki, kullanılan malzemeler, insan ve tabiatla, iklimle o kadar uyumludur ki, siz bu taş cennetini temaşa ederken, yeşilin azlığını fark etmezsiniz bile. Daha çok Süryani taş işçilerin maharetleriyle, adeta bir oya gibi işlenen taşlara, çeşitli geometrik şekillerle bitki desenleri işlenir. Taşlara işlenen lale, burma, karanfil ve üzüm salkımı gibi motiflerle, her taş, kendince bir lisana kavuşur. Dışardan bakıldığında, evlerin güzelliğini, sütunlar, kapı ve pencerelerdeki süslemeler verir. Söz konusu sütunlar da iki şekilde yapılır. Birincisi, ayvanda taşıyıcı vazifesi görür ve üzerinde çeşitli süslemeler yer alır; diğeri ise duvarla birleşik olarak inşa edilir. Bu ikinci kısım sütunlar, daha çok evlerin köşelerinde ya da odaların birbirinden ayrıldığı kısımlarda bulunur. Ayvanlardaki sütunlara nispetle sadedirler. Sütunların kemer ile birleştiği yerler de, değişik çiçek ve bitki motifleriyle bezenir. Kapı ve pencereler de aynı şekilde çeşitli motiflerle süslenir. Klasik üsluba uygun olarak kemerli bir yapıda olan kapılardan, dış kapılar daha sade olmakla birlikte, zengin motiflerin yer aldığı daha süslü kapılar, genelde odaların giriş kapılarıdır. Üst tarafta çerçeve motifleri, yanlarda ise kenar motifleri arasında yuvarlak bir çerçeve içinde daha çok çiçek motifleri, bazen bir beyaz güvercin göze çarpar. Kimi zaman da Hz. Süleyman’ın mührü işlenmiştir taşa. Pencereler de iki temel şekilde yapılmıştır: birincisi, dikdörtgen ve üstü üçgen şeklindeki alınlık içerisinde kemerli bir yapıdadır. İkincisi tip pencereler de, dikdörtgen olup, üst tarafta kuşluk denilen küçük bir pencere ve çeşitli motiflerle çerçevelenmiş bir alınlık yer alır. Pencerelerin iklim gereği küçük tutulma zorunluluğunun getirdiği görüntü, alınlık ve süslemelerle bertaraf edilmiş ve pencereler bugünkü estetik görüntüsüne kavuşmuştur. Her cephede farklı pencerelerin ve süslemelerin yer alması, Mardin evlerinin dış cephe özelliklerinden biridir. Pencerelerin hatları yumuşak çizilmiştir fakat keskin süslemelerle, dış cepheye hareketlilik kazandırılmıştır. Evlerin sokağa bakan taraflarında, cumbalar yer alır. Bu cumbalar, hem pencere vazifesi görmüş hem de günün vakitlerini tayin etmede yardımcı bir rol üstlenmiştir. Daha önce de değinildiği gibi, evlerde harem ve selamlık bölümleri vardır. Evin en özenle süslenmiş-bezenmiş odası, erkeklerin ağırlandığı selamlık olup, bu odanın önünde tek basamak bulunur.
Sabırla ortaya çıkartılan bu işlemeler, farklı dinlere mensup insanların âdeta ortak dili haline gelmiştir. Taşın dili, kimi zaman bir mabede, kimi zaman bir medreseye, bazen bir pencereye, bir kiliseye, bir çan kulesine hayat vermiştir. Bu sanat vasıtasıyla insanlar, hislerini taşlara dökmüşler, sevinçlerini bu yolla ifade etmişler, hatta bu dünyevî hayatın son durağı olan mezarlarda bile taşları konuşturmuşlardır.
SOKAKLAR, ÇÖPÇÜLER VE EŞEKLERİ…
Mardin sokakları, yörede kullanılan eşek, at, deve gibi binek hayvanlarının boyutları dikkate alınarak, dar yapılmış. Bununla beraber şehirdeki geniş sokaklar İshak, patika biçimindekiler ise Zabok olarak isimlendiriliyor. Bu dar sokaklar ve halk arasında abbara denilen kemerli yapılar, şehrin ilgi çekici yerlerinden birkaçı. Sokaklarda dolaşırken, günün değişik saatlerinde görev yapan çöpçülere rastlayabilirsiniz. Fakat malum, sokaklar dar, haliyle arabaların rahat giremeyeceği sokaklara ancak eşekler giriyor ve çöpler bu şekilde toplanıyor. Bu eşekler, çöpçülere zimmetleniyor ve belli bir süre çalıştıktan sonra belediyeden emekli oluyor. Ne hoş değil mi?
DİNLER, DİNÎ İNANIŞLAR…
Asırlar boyunca çeşitli medeniyetlerin hüküm sürdüğü bereketli Mezopotamya toprakları, çeşitli etnik toplulukların, kavimlerin, kabilelerin, farklı inanç ve kültürlerin de münbit toprağı olmuştur. Mecusiler, Zerdüştler, Mazdekler, Maniler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Bâtıniler, Müslümanlar, Yezidiler, Nasturiler, Süryaniler, Şemsîler, Keldaniler vb. hepsi bu coğrafyada bir arada yaşamıştır. Bu zenginlik, Mezopotamya topraklarında yer alan Mardin’in siluetini haliyle daha büyüleyici kılıyor. Bugün Mardin’de yerleşik pek çok inanç ve bu inançların beraberinde gelen hayat tarzları, kültür zenginlikleri var. Burada diğerlerine nispetle daha az bilinen ve tanınan iki inancın ilginç bir takım hususiyetlerine temas edip geçelim. Bunlardan bağlıları iyice azalan ve bugün daha çok Mardin’de yaşayan Şemsilerin, Guiseppe Campanile adlı ilahiyat profesörünün aktardıklarına bakılırsa, nereden geldikleri tam olarak bilinmemekle birlikte, bir kısmı Hindistan’dan göç ederek Mardin’e yerleşmiş. Şemsilik, anlam olarak güneş manasına gelen ‘şems’ kelimesinden türemiş. Bu dine mensup olanlar, güneşe tapanlar olarak bilinirler ve güneş doğarken üç defa eğilerek âdeta güneşin önünde secde ederler. Evlerinin kapıları doğuya bakacak şekilde yapılmıştır. İnek ve öküz onlar için kutsaldır. Çocukları Jakobi papazlar tarafından vaftiz edilir, yine nikahları da bu papazlar kıyar. Şemsilerin herhangi bir dini kitabının olmadığı söylenir; buna karşın, şemsiler, şarkı ve türkü söylemeyi çok severlermiş. İnançları gereği günah çıkartmak zorundadırlar. Günahların saçlarda toplandığına inanıldığı için, bir kişi, ölmeye yaklaştığı vakit, saç ve sakallarını kopartmaya başlar, bu şekilde günahlardan arınılacağına iman etmişlerdir. Bundan başka, ölünün cennete rahatlıkla girebilmesi için eline bir miktar altın koyulur; kişi, bu şekilde gerekli parayı ödeyerek cennete girmeye hak kazanacaktır. Ölülerin defin işlemini de yine Jakobi papazları yapar. Bu inanışa mensup olanların sayısı bugün çok azdır; yaklaşık elli civarında aile olduğu düşünülen mensuplar, Mardin çevresinde yaşayan ve çok fakir olan insanlardan ibarettir. Şemsî kadınları diğer kadınlardan ayıran özellik, beyaz bir aba giymeleridir. Putperestlikle itham edilmekten korktukları için ortaya çıkmadıkları rivayet edilir. Bu sebeple haklarında derinlikli bilgiye ulaşmak zordur.
Bir başka ilginç inanış ise Yezidilerin inanışıdır. Meşhur ve sevimli seyyahımız Evliya Çelebi’nin naklettiklerine göre, Yezidiler, köpekleri kutsal sayarlarmış. Bu yüzden, yeni doğmuş bebeğe, ilkin siyah bir köpeğin sütü verilirmiş. Hatta Yezidiler, köpeklerle kucak kucağa yatar, önce köpeklerine yedirir, sonra kendileri yerlermiş. Siyah bir köpek öldüğü zaman, soğan suyuyla yıkanır, kefenlenir ve merasimle gömülür, ardından da yas tutulurmuş. Ve ölen köpeğin ruhunun selameti için pişirilen etler, diğer köpeklere dağıtılırmış. Tabi bunlar Evliya Çelebi’nin bize naklettikleri. Bazı araştırmacıların belirttiklerine bakılırsa, bugün şeytana tapanlar diye bilinen Yezidiler, aslında Melek Tavus adını verdikleri şeytana birtakım tanrısal nitelikler atfettikleri için bu ithama maruz kalmışlar. Onların itikadına göre, şeytan, Tanrı tarafından cehennemle cezalandırılmış. Fakat cehennemde kaldığı yedi bin yıl boyunca pişmanlıktan durmadan ağlayan ve tövbe eden şeytan, akıttığı göz yaşlarıyla yedi testiyi doldurmuş ve cehennem ateşini bunlarla söndürmüş. Ardından Tanrı onu affetmiş ve meleklerin başı olmuş. Ve böylelikle, Melek Tavus, dünyanın koruyucusu, Tanrı iradesinin yürütücüsü gibi nitelikler kazanmış. Böyle daha nice ilginç itikatları olan Yezidiler de, Mardin denilen medeniyet diyarını kendilerine yurt edinmişler.
MİDYAT
Mardin’e gidildiğinde, muhakkak görülmesi gereken ilçelerden biri şehir merkezine bir buçuk saatlik mesafedeki Midyat’tır. Midyat adı, ibadet edenlerin dağı ya da diyarı anlamında kullanılır. Bir diğer görüşe göre, ilçenin adı, bir çok değişikliğe uğradıktan sonra Farsça, Arapça ve Süryanice bir karışımdan meydana gelmiş, ‘ayna’ anlamında bir kelimedir. Başka bir rivayet de, Midyat’ın, ‘Mağaralar Şehri’ manasındaki ‘Matiate’ kelimesinden türediğini söyler. Bu görüşe paralel olarak, yörede ilk yerleşim yerinin mağaralar olduğunu gösteren ‘Elath’ mevkiinin Romalılardan günümüze kadar geldiği ileri sürülür. Tarihi kaynaklarda belirtildiği üzere, Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Eti Türkleri, Mezopotamya’nın bereketli topraklarına sahip olup, Midyat’ı büyük bir mağara şehri haline getirmişlerdir. Daha sonra başka kavimler, devletler gelerek bölgeyi hakimiyetleri altına almışlar, böylece Midyat da zengin bir kültürle yoğrulmuştur. İlginç bir noktayı vurgulamadan geçmeyelim. Bugün Midyat ve çevresindeki köylere ‘Mahalmi’ adı verilir. Bu ad, Harun Reşit’in bölgeye hakim olduğu dönemde kurulan ordunun, eski patika yolu üzerinde yüz karakola yerleştirilmesiyle doğmuştur. Zaten kelime de, ‘yüz mahalle, yüz ordugah’ gibi anlamlara gelir. Bugün özellikle eski Bağdat yolu üzerindeki bu köyler, Türkçe, Süryanice ve Arapça karışımı bir dil konuşurlar ve bu dile de Mahalmice denir.
Taş konaklarıyla, abbaralarıyla, çan kuleleriyle, kilise ve manastırlarıyla, sizi ta evvel zamanlar götüren, âdeta hayal âleminde gezdiren Midyat, evlerindeki iç ve dış süslemelerin zenginliğiyle, Türkiye’de benzeri bulunmayan Süryanî işi telkârî gümüş işlemeciliğiyle ön plana çıkmıştır. Midyat mimarisinde görülen zengin süslemeler takılarda ve süs eşyalarında, gümüş telkâri işçiliğinde de kendini göstermiş ve mimari süsleme sanatına, el sanatlarına etki etmiştir. Buradan eşinize dostunuza en güzel telkârî gümüş takıları çok uygun fiyatlara alabilirsiniz.
TARİHÎ ESERLER
Mardin’in bir açık hava müzesi olduğunu söyledik. Birçok medeniyete, dine, etnik gruba ev sahipliği yaptığına temas ettik. Böyle bir şehirde, tarihî eserleri sıralamak hiç kolay olmayacak. Bu eserlerin önde gelenlerini söyleyip, oraları keşfetme işini size bırakalım.
En önce ifade edilmesi gereken husus, Mardin’in bir mabetler diyarı olduğudur: camiiler, kiliseler, manastırlar…
Müslüman mabetleri olan camilerin tarihi çok eskilere dayanan ve mimârî açıdan önemli sayılanları, görülmeye değer olanları şöyle:
Cami-i Kebir(Mardin’deki en eski camii), Melik Mahmut Camii, Şehidiye Camii, Abdullatif Camii, Reyhaniye Camii(sekiz köşeli minaresi ilginçtir), Necmeddin Camii, Nizameddin Begaz Camii, Şeyh Çabuk Camii, Sultan Musa Camii, Midyat Camii, Kale Camii, Hamidiye Camii, Zeynel Abidin Camii… Son zikredilen camide, Hz. Peygamberin berberi Selman- ı Pak’in ziyaretgahı yer alır. Burada minicik bir anekdot nakledelim. Klasik kültürde, her mesleğin bir piri vardır ve onun himmetiyle işlere bereket geldiğine inanılır. Berberlerin de piri Selman-ı Pak imiş. Yine klasik kültürde, iş yerlerine hüsn-i hat şaheseri olan levhalar asılır, bu levhalara Besmele ile birlikte o mesleğin pirinin adı yazılırmış. Nekre bir zat, berber dükkanına şöyle yazdırmış:
Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız
Selman-ı Pak’dir pirimiz üstâdımız.
Ve eklemiş:
Lafla dükkân açılmaz, bu yere etme telaş
Selman-ı Pak de gelse parasız olmaz tıraş.
İşte berberlerin piri olan o zatın kabri de Mardin’deymiş. Camilerin ardından, bir başka mimarî şaheser olan manastırlara bakalım.
Deyrulzafaran Manastırı: Süryanilerin tarihî ve dinî değerleri arasında bugüne kadar ayakta kalmayı başarmış nadir eserlerden biri olan manastır, 639 yıl boyunca dünya Süryanilerinin Patriklik merkezi olarak kullanılmıştır. Manastırın kuruluş tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, Mardin’in kuruluşuna kadar uzandığı tahmin ediliyor. Manastır, sahip olduğu bunca geçmişiyle, ilgi çekici kiliseleri, kubbe ve sütunlarıyla, harikulade ahşap işlemeleriyle, benzersiz mimarî örnekleriyle bugün bütün haşmetini muhafaza etmektedir. Mardin’e gidip de görmeden gelmek olmaz!
Bundan başka, Mor Mihayel Kilisesi ve Burç Manastırı, Hammara Manastırı, Mar Barbara Manastırı, Mor Efram Manastırı, Mor Evgin Manastırı, Mor Behnan Manastırı, Sedye Manastırı, Meryem Ana Manastırı, Mor Dimet Manastırı, Mor Cırcıs Manastırı, Mor Yakup Manastırı gibi manastırlar mevcuttur. Birçoğunun tarihi, çok erken dönemlere kadar uzanır. Deyrulumur Manastırı da muhteşem mimarisi,abidevi hususiyeti ile görülmeye değer bir diğer manastırdır. Burada sayılanlar, Mardin’deki manastırların sadece bir kısmı. Adını burada zikredemediğimiz daha nice manastırlar mevcut.
Mardin’deki kiliseler:
Mar Petrus ve Pavlus Kilisesi, kök boyaları ve el işi baskı perdeleriyle görülmeye değer bir yer. Mat Behnam Kilisesi, bugün Mardin Metropolitik Kilisesi olarak hizmet veriyor; dört yüz yıllık ahşap mihrap kapılarıyla, dantel gibi işlenen taş oymacılığıyla, geniş avlusu ve çan kulesiyle, 1500 yıllık kök boya ve baskı perdeleriyle eşsiz bir mabet. Bunlardan başka, Meryem Ana Kilisesi, Protestan Kilisesi, Mor Hırmıs Kilisesi, Mor Şimuni Kilisesi, Mor İvennis Kilisesi, Mor İliye Kilisesi (ruh-sinir hastaları ile sara hastaları tarafından şifalı olduğuna inanılan bir ziyaretgahı vardır), Mor Babi Kilisesi(kayalar yontularak inşa edilmiştir), Mor Yuhanna Kilisesi, Mor Yakup-Mor Kuryakus Kilisesi, Mor Cırcıs Kilesi ve adını sayamadığımız birçok kilise de Mardin’in mabetleri arasındadır. Bunlardan Mar Yusuf Kilisesi’nin bir özelliğini nakledelim. Meşhur Mimar Lole tarafından inşa edilen kilisenin yapımı sırasında temeline tonlarca tuz dökülmüştür. Bu, ta antik çağlardan gelen bir usûldür ve rutubeti önlemek için yapılır.
Mardin’in kaydadeğer medreselerinin isimleri şöyle: Kasımiye Medresesi(, Sıtti Radaviye Medresesi, Şehidiye Medresesi, Zinciriye Medresesi(taş işlemeleri görülmeye değerdir ve ayrıca rasathane olarak kullanılmıştır), Altun Boğa Medresesi, Şah Sultan Hatun Medresesi, Hüsamiye Medresesi, Melik Mansur Medresesi ilh.. Burada medreselerin hepsini zikretmek ya da haklarında detaylı bilgi vermek pek mümkün olamadığı için, hiç değilse mühim olanlardan bazılarının isimlerini yazalım. Siz gezgin ruhlu kâşifler, Mardin’e gittiğiniz vakit daha fazla malumat sahibi olabilirsiniz.
Yazının başlarında Midyat’ın bir kaleler şehri olduğunu, hatta bir rivayete göre isminin de buradan geldiğini söylemiştik. Şehirdeki kalelerin sayısı da bir hayli fazla. Bunlardan meşhur Mardin Kalesi, diğer adıyla Kartal Yuvası ziyaret edilecekler arasında ilk sırada yer alıyor. Diğerlerini ise ismen söyleyip geçmek durumundayız: Kız Kalesi, Erdemeşt Kalesi, Anır Kalesi, Dara Kalesi(vaktiyle Yukarı Mezopotamya’nın en ünlü tarihi şehriyken bugün adeta bir köyü andırmaktadır, yazık…), Rabat Kalesi, Dermetinan Kalesi (Burada, Bizans döneminden kalma, kapısında iki mühür bulunan mermer bir mezarlık dikkati çeker), Zarzavan Kalesi (İpek Yolu’nun en güzel köşelerinden biri üzerinde inşa edilmiştir), Savur Kalesi (İpek Yolu’nun can damarı konumundaki bir mevkide yer alır), Aznavur Kalesi, Rahabdium-Hafemtay Kalesi, Merdis- Marin Kalesi, Haytam Kalesi, El-Nıhman Kalesi…
KISA BİR MARDİN GEZİSİNDE…
Mardin’i gezmeye karar verdiyseniz fakat nerden başlayacağınızı bilmiyorsanız ya da vaktiniz azsa, bu kısacık süreyi nasıl değerlendirmeli, nereleri görmeli, ne yiyip ne içmeli, neler almalı diye düşünüp de yorulmayasınız diye işte size birkaç tavsiye:
Yapılacak ilk iş, eğer vaktiniz bolsa, mahalle aralarına, ara sokaklara dalıp şehri keşfe çıkmak olsun. Daracık sokaklardan geçerek, kesme taşların meydana getirdiği dümdüz duvarların eşliğiyle, taşın nakış nakış işlendiği yapıları temaşa edin. İnsan emeğiyle taşlara nasıl şekil verildiğine şahitlik edin. Sonra şehir merkezi içindeki önemli noktaları, taş mimarî şaheseri evleri, medreseleri, ardından kilise ve camileri, bilhassa Deyrulzafaran Manastırı’nı gezmeli. Ardından geziyi Dara, Midyat ve Hasankeyf’i(su üstünde kaldığı kadarıyla) içine alan sahaya doğru genişletmek yerinde olacaktır. Şehir turu esnasında görülmeye değer yapılar, Ulu Cami (minaresinin uzunluğu ve taş işçiliği ile dikkat çekmektedir), Zinciriye Medresesi, Latifiye ve Şehidiye Camii, Deyrülzafaran Şeyh Zırrar Camii, Kasımiye Medresesi, Kırklar Kilisesi, Mar Mihail Kilisesi… Deyrülzafaran Manastırı’na muhakkak uğrayın. Vatikan Katolikler için ne ifade ediyorsa, bu manastır da Süryaniler için aynı öneme sahiptir. Burada güneşe tapan Şemsilerin de tapınağını görmek mümkün. Süryanilerin asırlarca Patrikhane olarak kullandığı manastır, bugün Süryani Patrikliği Suriye’ye taşınmasına rağmen, hâlâ hac merkezi olarak ziyaret edilen bir yerdir. Görülmesi gereken bir diğer yer, Mezopotamya’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri olan ve adını büyük Pers imparatorundan alan Dara’dır. Darülyüsün kalesi olarak bilinen, M.Ö 500’lü yıllarda İran hükümdarı Yuvanişin tarafından kurulan şehri görmeden asla gitmeyin.Devasa büyüklükte su sarnıçları,mağarada inşa edilmiş tapınağı,iç ve dış kale duvarları, zindan olarak bilinen fakat bir toplantı odasını andıran yaklaşık 20 metre yükseklikte devasa kesme taşlarla örülü
salonu,yaklaşık 50 km yer altından getirilen su kanalları,köprüleri ile muhteşem bir şehir sizi bekliyor.
Midyat’ta bulunan Deyrül-Umur Manastırı, çeşitli ibadethaneler, lahit ve mezarlıkları ile ilgi çekici bir diğer yer ve aynı zamanda Süryani Kilisesi tarafından Piskoposluk merkezi olarak kullanılıyor. Ve baraj suları altında kalacak olmasıyla sık sık gündeme gelen, hemen hepimizin âşina olduğu Hasankeyf… Önce deriiin bir aah çekelim! Evet, burası, Artukluluar döneminin başkenti olarak bilinen, antik çağın ilk yerleşim yerlerinden biri. Kayaların oyularak mesken haline getirildiği beldenin adı, Süryanice’de ‘kaya’ anlamına gelen ‘kifo’dan geliyor. Hıristiyanlığın yayılmasında da önemli bir rol üstlenmiş olan Hasankeyf, çeşitli dönemlere ait narin minareler, ‘Asankif Köprüsü’nün devasa kalıntıları, soğan kubbeli türbelerin Anadolu’daki tek örneği olan Zeynel Abidin Türbesi ve zaviye tarzının nadir örneklerinden S.Abdullah Zaviyesi, kayalara oyulmuş evler, dükkân ve kiliseler, zengin motifli abidevi kapılar ve muhteşem manzaralı Artuklu Akropolü’ne ev sahipliği yapan bir yerdi. Heyhat! Hasankeyf’e gidin ve kaybettiklerimiz için hüzünlenin.
Midyat’taki gümüşçüler çarşısını illâ ki görün, bilhassa hanımlar! Çünkü gümüşün bu kadar özenle işlenerek zarif takıların yapıldığı başka bir yer yok. Telkâri işi, bugün Beypazarı’nda da var fakat orada artık daha çok kalıp kullanılıyor. Oysa Midyat’ta gümüş, tel tel, dantel gibi işlenip şekillendiriliyor. Sevindirmek istediğiniz yakınlarınız varsa, Süryanî işi telkârileri muhakkak görün, bizden söylemesi. Daha önce de söyledik, Mardin inanılmaz bir şehir. Hele çarşıları! Nefes kesici! Mardin’in çarşılarını görmeden gitmeyin. Kazancılar çarşısından geçip semer yapan ustalara şahit olun. Bakırcılar çarşısında bakır döven ustaların nağmelerini dinleyin, marangozlar çarşısında takunya yapan ustaları tanıyın. Attarlar çarşısından geçip, taze taze kavrulan leblebilerin kokusunu içinize çekin. Ermeni mimar Lole’nin eseri olan eskinin konağı, bugünün postane binasını görün. Tıp, felsefe, astronomi gibi derslerin verildiği fakat din eğitiminin verilmediği Kasımiye Medresesi’nin ihtişamına şahit olun. Mardin’e has müzikleri dinlemeyi unutmayın, özellikle mahalli müzik türü olan Reyhani müziği muhakkak tecrübe edin. Eşinize dostunuza hatıra olsun diye bir şeyler almak isterseniz, gümüş işi takıları zaten söylemiştik. Bundan başka tespihler, gümüş kutular, incili, yakutlu takılar da güzel hediyeler arasında sayılabilir. Bıtım ağacının meyvesinden yapılan bıtım sabunu da hoş bir hatıra olabilir.
VE MUTFAK KÜLTÜRÜ
Zannederim yazının en zevkli, mideleri okşayan bölümüne geldik. Açıkçası bunca şeyi yazarken, ne zaman yemeklerden bahsedeceğiz diye bekliyordum.Evet, hep söyledik, Mardin muazzam bir kültüre sahip. Haliyle yemekler de çok farklı damak tadına hitap edecek çeşitlilikte. Fakat kültürel bağlamda bu kadar yoğun bir diyârın yemeklerinin çoğu, adları itibariyle, ilk elde bizim için pek mânâ ifade etmeyebiliyor. Nasıl mı? Bakın, yemeklerden birkaçının adını sayalım ki ne demek istediğimiz anlaşılsın: Lebeniye, çörten, kıtelraha, dobo, sembüsek, mazlum, kibbe, fikriye, kınepleli pilav, gasore, ıhşene, harire, zengil, kahıyye, ibzor, bıtım, ikude, işfelleh… Meselâ işfelleh bir tür turşu; sembusek ise hamurişi; gasore bir tür pilav, harire ise bir tatlı çeşidi. Zannederim bu kadarı yeterli. Gördüğünüz gibi belki de bugüne kadar hiç duymadığımız yemek adları bunlar. Kim bilir tatları nasıldır? Artık onu da Mardin’e gidince keşfedeceksiniz. Mardin mutfağı muazzam zengin: çorbalar, kebaplar, et yemekleri, tavalar, köfteler, dolmalar ve sarmalar, pilavlar, hamur işleri, zeytinyağlılar, piyaz ve salatalar, tatlılar, pastalar, çerezler, içecekler, turşular ve özel kahvaltılıklar… Efendim, yazmakla bitmiyor. Zaten yazmakla tadına da varılmıyor.
Mardin’e gittiğinizde, otlu peynir, yeşil zeytin, bal-kaymakla kahvaltınızı yaptıktan sonra, öğle yemeği için lebeniye çorbasıyla ikbebet denilen içli köfteyi deneyebilirsiniz. Akşam yemeğinde şöyle enfes bir havuç türlüsü, yanında çoban pilavı ve çoban salatası… Tatlıyı da ihmal etmeyin, tahinli helva mesela. Fakat yemeğin ardından illâ ki mırra için. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır ya , belki bir gün yine yolunuzu Mardin’e düşürür. Efendim, bu kadar yemekten bahsettikten sonra bir yemek tarifi vermeden olmaz.
Yemeğimizin adı Lebeniye Çorbası.
Malzemeler: Yarım kilo parça et, 1 su bardağı nohut, Yarım kilo süzme yoğurt, 2 yumurta, 100 gr. un, 250 gr. pirinç, Yarım paket margarin,1,5 tatlı kaşığı nane, Yeterince su.
Yapılışı:
Bir gece önceden ıslatılmış nohudu ve eti tencereye koyun. Üzerine biraz su ve tuz ilave ederek kaynamaya bırakın. Kaynamaya yakın üzerine biriken köpükleri alın, et ve nohut pişinceye kadar kaynatın. Sonra pirinci ilave edin ve pirinçler de pişince ateşten alın. Diğer tarafta süzme yoğurda yumurta ve un ilave edin, kısık ateşte iyice karıştırın. Yoğurt ısınınca içine diğer tenceredeki karışımı suyuyla birlikte yavaş yavaş boşaltın ve karıştırın. Çorba iyice özleninceye kadar pişirin. Bir tavada yağı iyice kızdırın, nane ile karıştırarak çorbanın üzerine dökün. Çorbanız servise hazır. Afiyet olsun. Yazımızı kendisi de bir Mardinli olan meşhur yazar ve şair Murathan Mungan’ın memleketi Mardin için yazdığı bir şiirle noktalayalım.
ANTİK KENT
mutlu günlerimizdi…
deniz tuzu,dövme gül,yanık tarçın gibiydik
rüzgarın saçlarımızı taradığı yamaçlarda ikimizden bir bayrak dalgalanırdı
birbirine bakan
tarihin ve otların arasında adı yoktu yaşadığımız şeyin
bir boşluk bile değildi bu
onca boşluğun içinde yontulmamış birkaç harf
taşlar kadar tarihe kefil günler gibi düşünülmeden akıp giden
otların gölgesindeki gece kadar derin
ay ışığıydı her şeyi sessizce bütünleyen
bir dönüş biletiyle kırıldı gece
kırıldı mevsim kalakaldık
birbirine bakan sunaklarda
zehiri giz olan otlar boyverdi
kırık heykel parçaları dağılmış ten
zaman tarihe geri çekildi
kalıntıları ne kadar ipucuysa bir antik kentin
o kadar biliyoruz nedenlerini ve sonuçlarını
ayrılınca adını aşk koyduğumuz o
şeyin.
MARDİN – Bu yazı 2007 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 9. sayısından alınmıştır.