Perşembe , 28 Mart 2024

Mevsimler Geçtikçe

Gezgin bir köy çocuğunun gözünden bir göç hikayesi: Mevsimler geçtikçe ninniler masallar ve insanlar değişiyor.

Yazı: Ümmühan Atak

İstanbul, çocukluğumun hayallerini süslemeye vakit bulmadan, çocukluğumun bir parçası olmuştu benim. Daha sonra ben onun bir parçası oldum ki, şimdi bunu anlatacak değilim. Çocukluğumda İstanbul’a dair tek bildiğim, koca bir denizin içinde olduğuydu. Belli ki Kız Kulesi ile karıştırıyordum. Bir üzüm sepetinin içine süzülen yılanlardan onu kurtarmaya gidiyordum. Sokaklarında cıvıl cıvıl oynayan çocukların arasına karıştıkça galiba bir nebze başarıyordum da. Bir çocuğun bir şehre kattığı anlam (tat, neşe, ümit …) her ne ise ben de biraz katkıda bulunuyordum.

Ama ondan önce, ilk çocukluğumda yani, öylesine bir köylü çocuğuydum; dedelerinin ve ninelerinin kucaklarından inmeyen. Beni en çok mutlu eden, kış akşamlarında sobanın ısıttığı evin kapısının açılmasıyla içeri giren soğuk ve babamdı. Evin içine biraz hava dolar, babamsa evi doldururdu. Tamamdık artık. Ben o yıllar, babamın gelirken bana bir şey getirip getirmediğiyle ilgilenmiyordum bile. Getirip getireceği bakkal kokan bayatlamış gofretlerdi zaten ve gittiğimiz evlerde yapılan ikramlar da dahil, sürekli yemekten artık pek heyecan vermez olmuştu. Gittiğimiz o evler ise daha çok dedelerimin evleriydi. Üşümemek için soba yakılan bir odaya doluşur, evin gelinlik kızlarının ikram ettiği çayları döker, toz şekerleri ziyan eder, dayağı da yerdik. Hiç ara vermeden çekirdek çitlemeyi ben o küçük odalarda öğrendim. Bir iş gibiydi çekirdek çitlemek; sohbete tat verirdi ama sohbet etmeye vakit bırakmazdı. Çıt çıt seslerini, büyüklerin hiç anlam veremediğim konuşmaları bastırırdı çoğu kez. Konuşulanlar hep bir tarla üzerine dönerdi. Kim kimin tarlasını satın almış, kimin tarlasını su basmış, kimin tarlası yanındaki tarlaya taşmış?.. Yaz güneşinden kavrula kavrula derin çizgilerle kaplanan yüzler bazen iyiden iyiye gerilirdi. Olup biteni anlamadığım için korkardım zaten.

Ben o gittikçe gerilen ve hatta çatallaşan sesleri ninni bilip uyudum çoğu kez. Bir serinlik hissedip gözlerimi araladığımda babamın kucağında oluyordum ve eve dönüyor oluyorduk. Gözlerimi bir de yer yatağının soğukluğunu hissettiğimde aralıyor, iyiden iyiye kıvrılıp uykuya dalıyordum. Hepsini hatırlıyorum, hepsini. Her akşamı, içime çektiğim her yeni yakılmış sobaların tüten dumanlarını, yakalamaya çalıştığım her zeytin tanesini, nefes alınan bütün evlerin hep bu kadar sıcak olduğunu sandığım anları… Hepsini hatırlıyorum. Dedemin çolak elini ve o elin hikayesini…

Babamın babasının eli çocukken boş bir arazide bulduğu bir el bombasının patlamasıyla uçmuş gitmiş. Sağ el. O yüzden dedemin hep sol elini öptük biz. Her seferinde yadırgadım ama. Kucağına alırken bizi hep sol koluyla kavradı. Hep yadırgadım. Ama diğer bir çok çocuk gibi, iyice yaşlanıp da sakalları uzayan dedemin yüzünü yadırgamadım. O yumuşacık yanaklarına yüzümü gömmekten hep keyif aldım. Ve dedemin anlattığı aslında o hiç başlamayan ve nasılsa hiç de bitmeyen deve masalını dinlemekten: “Develer gelmiş, develer gitmiş… Develer gelmiş, develer gitmiş…” Biz, o çolak dedenin torunlarıydık.

Artık İstanbulluyuz

Sonra işte, babamla birlikte İstanbul’a yerleştik. Dedelerimi ve ninelerimi yaz tatillerinde görmekten başka seçeneğimiz yoktu artık. Onların uzaklara dalıp dalıp bizi özlediklerini biliyordum. Onları, uzaklara dalıp dalıp özlediğimden biliyordum. Evlerinin sesi, şamatası bitti diye sıkılacaklarını biliyordum. “İnşallah başka çocuklar doldurmaz o evleri” diye dua ettim hep. Artık hiçbir merak uyandırmayan fakat güldüren deve masalını benden başkalarının dinlememesi için de…

İstanbul’un bir parçası oluyorduk gün gün… Köyün kendi haline kaldığı günlerden uzaklaşıyorduk. Artık yazdan yaza gittiğimiz bir eğlence yeriydi köy bizim için. Koridorlarında sigara dumanlarının soluğumuzu kestiği otobüslere gece 23:00’te binip sabahın ilk ışıklarında inmek bile başlıbaşına heyecan vericiydi. Köye dönüyor oluyorduk. Bütün bir yaz tatili boyunca şımartılacağımız, sıcağında kavrulacağımız, ahırlarında büyük ve küçükbaş hayvanların kokularına bulanacağımız köye… Yanımızda, dedelerimizin bizi görünce nasıl sevineceklerine dair düşlerimiz oluyordu. Gittikçe bükülen bellerini doğrultup, bizi kucaklarına almak için sarfedecekleri çaba ölçüsünde seviliyorduk sanki.

Ben babaannemin kuş gibi soluyan nefesini hatırlıyorum. Bir de kucağına atladığımda sarsılan zayıf bedenini… Oturduğu yerden kalkıp iki büklüm yürüdüğünü görmek pek alışılagelmiş şey değildi ama o bizi karşılamak için saatler öncesinden çıkardı bahçeye. Her fırsatta, kendi elleriyle diktiği kadife çiçekleriyle tek tek ilgilenerek geçirirdi vaktini. Biz bunu, evlerinin köşesini her döndüğümüzde, onu kadife çiçeklerini okşarken bulduğumuzdan anlıyorduk. Babaannemin kuş nefesli göğsüne yaslanmak için koştuğumda, o çelimsiz vücudun aslında her seferinde çekindiğini sonraları farkettim. Farkettim ki, gün geçtikçe yaşlanan ve iyice zayıflayan babaannem, kollarına hızla atıldığımda sarsılıp düşmekten korkuyordu. Yani aslında tam da benim yapmak istediğim şeyden… Demek o yüzden her seferinde aramıza dedem giriyordu. Ben o zamanlar, dedemin babaannemi kıskandığını ve önce kendisine sarılmamı istediğini düşünür, bu kıskançlık havasında dahi şımaracak yer bulurdum. Kovalanayım diye kaçardım.

Keşke Keşkeler Olmasaydı …

Yıllar geçti, kaçsam da kovalayamaz oldular beni. Yanlarına çağırdılar, gitmedim. Keşke gitseydim hep. Gitmedim. Dedemin, biz tatilde geleceğiz diye evin kolonlarına yaptığı salıncaktan başka şeyle ilgilenmezdim. Çocuktum işte. Tek bahanem bu. Keşke anneannemin biz geleceğiz diye günler öncesinden hazırladığı ev baklavalarına yumulsaymışım. Ama çocukken şerbetli tatlılara pek rağbet edilmiyor, bilirsiniz. Ben bugün, erine erine yediğim o ev baklavalarının tadını hiçbir yerde bulamıyorum. Eriştelerin de… Anneannemin tatile geleceğiz diye teyzelerimi günlerce nasıl ‘temizlik yapma’ işkencesine tabi tuttuğunu dinler gülüşürdük. Dinlediğimiz ilk hikayelerden biri bu olurdu, ayağımızın tozuyla. Asabi ve umursamaz gibi görünürdü ama anneannem de biz gelelim diye yüzündeki çizgilere bir çizgi daha eklerdi. Hala da öyle aslında. O, bir kadının, kendi evinin penceresinden bakarak dahi olsa beklemesinin ayıp olduğunu düşünürdü. O bizim için yollara, pencerelere çıkamazdı belki ama, yoğurt mayalarken düşünürdü. Çalı süpürgesiyle ortalığı tozuturken beklerdi. Anneannem tarhana çorbasının kokusunu her içine çektiğinde bizi anar, “Gelseler de şundan içseler” derdi. Anneannemin içine sinmeyen o tarhana kokusu, yaz sıcağında bulurdu bizi. Ter döke döke içerdik, kana kana içerdik… Haşhaş kozalaklarına değmiş somun ekmekleri doğrar doğrar içerdik. Torunlarına kavuşmuş tüm nineler gibi gülümserdi o anlarda.

Büyüdükçe, beklemenin ve beklerken yaşlanmanın nasıl bir ruh haline sebebiyet vereceğine dair kanaatlerim daha da pekişiyor. Elinde baston, köy meydanına yığılı tomrukları kendilerine seyir yeri yapan dedelerin, ayaklarını tozuta tozuta yürüten çocukları azarlamalarını işitiyorum bazen; “Şamata etmeyin. Tozu dumana kattınız, gelmeyeyim şimdi oraya!” Bizzat işitmişliğim var bu sözü dedemden. Hem de yüzlerce kez. Evet, ben yaramaz bir çocuktum. Sınırları zorluyordum. Bahçede koşup arı kovanlarına yaklaşmak ve kaçmak benim için daha heyecanlıydı. Ninelerim, torunları içinde en çok benle ablamı korur oldu sonraları. Buradan anlardım ki, biz artık şehirliydik. Köyün yordamını bilmezdik ve her türlü tehlikeye açıktık; arı sokmalarına, eşek tepmelerine, horoz gagalamalarına ve keyifle sallanan inek kuyruklarına… Artık akınca burnu hemen silinen çocuklardık. Kıyafetlerimizin renkleri de, kumaşları da farklıydı. İstanbulluyduk yani. Elbiselerimizin renkleri çamura değip değişmemeliydi. Babaannemin, benim artık titiz bir çocuk olduğumu farkettiğinde, bana daha dikkatli davrandığını hissediyordum. Ağaçtan koparılan elma artık hemen mideye indirilmiyordu. Yıkanıyordu önce. Hiç değilse kola siliniyordu. Artık kurumaya yüz tutmuş ekmekler önümden usulca alınıyor, yeni dilimlenmişleriyle yer değiştiriliyordu. En taze yufkalar artık önce bizimdi. Diğer torunları gücenmesin diye onlara “İstanbul’da özlemiştir bunlar tazelerini” diye veriliyordu ama işin içinde artık pimpirikli çocuklar oluşumuz da vardı. Çıktığı kabuğu beğenmeyen ergen bozuntularıydık belki de…

Tatilden tatile büyüdüğümü artık kucaklara sığmadığımda değil, develerin gidip gelmiş olmasıyla ilgilenmediğimi farkettiğimde anladım. Beni heyecanlandıracak başka masallar öğrenmiştim artık. Belki tam da o yıllarda artık onların masal anlatacak mecalleri de kalmamıştı. Araya mevsimler girince değişiyordu uykular ve ninniler gibi masallar bile demek ki.

Babaannem ve dedem, art arda yıllarda vefat etti. Yaşadıkları ev yıkıldı, yerine başka modern bir apartman dikildi. Anneannem zaten epeydir kızlarının yanında kalıyordu. Dedem çoktan vefat etmişti ve anneannemin evi de satılmıştı. Sonraları, yani açılan kucaklar eksildikçe tadı da kalmadı köylerin sanki. Artık başka çocukların dedelerine kalmıştı, köy meydanında torunlarını beklemek. Azaldıkça soğuyordu meydan, köy… Uzun bir ara verdim ben de köye. İş güç bahaneleriyle gitmedim bile. Otobüsler artık daha ferah ve konforluydu ama, ‘köy yolu’ artık ‘uzun yol’ olmuştu bir kere ve artık çekilmesi zordu.

Çocukluğumun ardından neredeyse 25 yıl sonra, yani bundan sadece birkaç yıl önce, bir kış mevsiminde yolum düştü köyüme. Sessiz ve soğuktu köyün sokakları, bıraktığım gibiydi. Issızdı. Bacalarından tüten dumanlar buz tutmuş iplere zar zor asılmış çamaşırlara siniyordu. Her şey eskisi gibiydi. Ama apar topar giydirilip kucak dolusu odun getirmeye gönderilen çocukların arasında ben yoktum. O çocukları gönderen tanıyıp bildiğim ninelerde yoktu. Beklemekten usanmış ve çoktan gitmişlerdi buralardan. Ben zaten bu kış gününde, köye, art arda gördüğüm rüyalar üzerine kabirlerini ziyaret etmek için gelmiştim onların. Kabristanın kar altındaki dar yollarına iz bıraka bıraka buldum onları birbir. Dedelerimi ve babaannemi… Pek bir şey değişmemişti aslında onlar için; yine bekliyorlardı. Ama artık duydukları şen kahkahalar değil, içli içli okunan Yasin’lerdi, Amme’lerdi…

Bu yazı 2013 yılının Nisan ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 74. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir