Paris… 19. yüzyılda birçok Avrupa kentinin “şehir planlamasında” kendine model aldığı kent; Berlin, Petersburg, Viyana, Prag, Budapeşte’nin esin kaynağı…
Yazı: Selahattin Bayram Fotoğraflar: Mehmet Demirci
Paris’e belki de beşinci gelişim. Onu ilk gördüğümde üzerime bıraktığı anlatılması güç hayranlık duygusunun artık sıradanlaştığını hissediyorum. Paris’te büyüyüp Sorbonne Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği eğitimi alan Sabahattin Soysal’a göre bu durum, birden fazla gelişin sonucunda oluşan bir tür kanıksama olarak görülse de kentsel değişimin zihnimde oluşturduğu yeni imaj da göz ardı edilemez.
O Eski Paris’ten Eser Yok Şimdi
Kente duyulan hayranlığın yerini “şaşkınlık” duygusuna bırakması tesadüfî değildir. Paris’in varoşlarında yükselen beton “yığıntılar”, şehrin tarihî dokusunu istila etmeye ve her geçen gün biraz daha merkeze yakınlaşmaya başladı. Aslında “Le Defance” bölgesindeki devasa binalarla Paris, tarihi dokunun silüetini kaybetmeye yıllar öncesinden başlamıştı bile. Louvre Müzesi olarak kullanılan Kraliyet Sarayı, Karuzel Meydanı ve Zafer Takı, Tüilöri (Tuilleries) Parkı, Konkord Meydanı, Dikilitaş, tabut biçiminde ve Akropolis tapınağını çağrıştıran harika Madlen Kilisesi, Burbon Sarayı, Şanzalize Caddesi’ndeki Büyük Zafer Takı’na kadar sıralanan simetrik binaların ve meydanların silüetleri gökdelenlerin gölgesinde… Sadece Türkiye’nin değil, Fransızların da artık bir “Zeytinburnu” vakası var.
Tarihî Paris’te kiralar oldukça yüksek. Talebin karşılanabilmesi için devasa binaların inşasına yerel yönetimler yeşil ışık yakıyor. Hatta Sabahattin Soysal’a göre Paris Belediye Başkanı, Paris’in göbeğinde her taraftan görülebilecek bir ticaret merkezi inşa etmek istiyormuş. Eğer bu proje gerçekleşirse tarihî silüetin biraz daha zarar göreceği kuşkusuz.
Kraliyet Sarayı’nın orta avlusunda inşa edilen camdan “Piramit”, Fransız modern mimari anlayışının tarihî eserlerin silüetlerini gölgeleyeceğini gösteren önemli kanıtlarından biri sayılabilir. Sanat açısından hiçbir özelliği olmayan bu cam yapının niçin burada inşa edildiği hususu mimari açıdan açıklanması gereken önemli bir husustur. Estetikten ez çok anlayan biri, piramidin Kraliyet Sarayı’nın görüntüsünü bozduğu, sarayın dokusuyla örtüşen hiçbir özelliğinin bulunmadığını hemen görür. Gerçekten de cam yığıntısı piramit, zevk sahiplerini hayrete düşüren tarihî yapıları gölgeliyor, zeminden sarayın üç koluna bakanların estetik duygularını adeta köreltiyor. Piramidin, Louvres Müzesi’ne inen merdivenleri yağmura karşı korumaktan başka bir özelliği olmadığı söylenebilir.
Sarayın Anıt Tacı’na bakan ve bugün araç trafiğine açık olan Karuzel Meydanı’nda ters inşa edilen piramitle ikinci avluda inşa edilen büyük piramit yer değiştirmeliydi. Böylece Karuzel Meydanı’nın genişliği ve sarayın iki kolunun birbirine olan uzaklığının sağladığı ferah ortam, piramidin, sarayın yapılarını “gölgeleme” etkisini asgariye indirecekti.
Paris’in çevresinde bulunan tarihî evler de birer birer yıkılmaktan nasibini alıyor. Mesela Aulnay Sous Bois, Paris’in kuzeydoğusunda Saint Deni’ye yakın ve merkezden yaklaşık yirmi kilometre uzaklıkta bir semt. Bu bölgede birbirinden güzel taştan üç katlı evler bulunur. Yerel yönetimler taş evleri gözden çıkarmış durumda. Sermaye sahipleri söz konusu evleri satın alıp yıkıyor, arsaları birleştirerek yerlerine hiçbir özelliği olmayan beton yapılar yükseltiyor. Tarih, sanat ve kültür adına, zevk, zarafet, estetik ve güzellik adına gerçekten büyük bir kayıp.
Paris de Trafiğe Teslim
Paris’in yeraltı treni ağıyla örülmesi kısa vadede trafiğe belli bir rahatlama getirdiği söylenebilir; ancak trafik yoğunluğunun artarak devam etmesi yeraltı treninin de uzun vadede bir çözüm getirmediğini göstermekte. İş saatlerinde Paris’in çevre yolundaki trafik yoğunluğu ile işe gidiş ve işten çıkış saatleri arasındaki yoğunluk arasında pek fark kalmadı artık. Hele çevre yolundan çıkıp ara sokaklara daldıysanız, hedefinizdeki yere varmanız birkaç saati bulabilir. Mesela Cuma vaktinde özel araçla Aulnay Sous Bois’dan Paris Merkez Camisi’ne gitmek için 2.5 saatlik bir süre az bile gelebilir. “Vakit nakittir” diyorsanız, biraz havasız ve kimi zaman burnunuza lağım kokuları gelse de yerin altını tercih etmek daha isabetli bir tercih olabilir.
Elit Fransızların ikamet için tercih ettikleri yerlerden biri Paris’in batı tarafıdır. Yabancıların ve özellikle zencilerin pek oturmadıkları bu bölge Fransızlarca “nezih” kabul edilir. Paris’in sıkıcı ve boğucu havasını beğenmeyen Kral XIV. Louis de XVII. yüzyılda Paris’in yaklaşık 24 km güneybatısında Versailles’de büyük bir saray inşa ettirerek orada yaşayıp avlanmayı yeğlemiş. 1624 yılında gotik tarzda inşasına başlanan saray, şu anda müze olarak kullanılmakta. Sonraki dönemlerde yapılan eklemelerle birlikte uzunluğu dört yüz metreyi bulur. İçerisinde otuz bine yakın tablo ve sanat eseri bulunan iki bin üç yüz odalı saray, “Aynalı Salon”u ve iki bin beş yüz metre uzunluğundaki bahçesiyle meşhurdur. Altın yaldızlı tavanı, büyük ve küçük ebattaki avizeleri, koridor boyunca simetrik olarak sıralanan avizeli şamdanları, sütunlu simetrik revakları, yeşil renkli mermerleriyle “Aynalı Salon” gerçekten görülmeye değer. Eğimli bir arazi yapısına sahip olan bahçenin baş, orta ve uç kısmındaki havuzlar haç şeklinde tasarlanmış, havuzların sayısıyla teslis arsında bağlantı kurulmuş, havuzların etrafı ve onları birbirine bağlayan yollar simetrik şekilde heykellerle süslenmiş. Saray ve bahçe için gerekli suyu temin etmede otuz altı bin işçi ve yedi bin beygir gücü kullanılmış.
Kurtçuğu Olmayan Kütüphaneler
Sen Nehri kenarında yükselen yirmi üç katlı Millî Kütüphane de Paris’in silüetini gölgeleyen yapılardan biri. Kütüphane, bir dikdörtgenin köşelerine, uzun ve kısa kenarlara 90 derecelik açıyla eşit oranda uzatılmış iki kollu dört yüksek binadan oluşur. Eksi katlarla birlikte otuz katı bulan kütüphanenin bahçesi tropik yüksek ağaçlarla süslü. Dış avlunun zemini ve merdivenleri Brezilya’dan getirilen yağmura dayanıklı özel parkelerle döşeli. Kütüphanede her türlü kültürel faaliyet yapılabiliyor. Bütün okuma salonları turnikeli. Bu yüzden giriş kartı olmayanlar okuma salonlarından istifade edemiyor. Bir okuma salonunun fotoğrafını çekmek istedim; görevli izin vermedi. Bir yazarın başka bir salonda sergilenen günlük karalamalarını incelerken de görevli tarafından fotoğraf çekmemem konusunda uyarıldım. Oysa ortada fotoğraflık bir durum yoktu.
National Bibliothek’in yedi şubesi var ve her şube aynı adı taşır. Mesela yazma eser koleksiyonlarına ulaşmak için Louvre Müzesi’nin güneyine düşen Richelieu Caddesi’ndeki National Bibliothek’e gitmek gerekir. Louvre Müzesi’nin Rivoli Caddesi’ndeki, yani güneydeki ana giriş kapısı da Richelieu adını taşır. Richelieu Millî Kütüphanesi gotik tarzda ve kare şeklinde inşa edilmiş yapılardandır. Şu sıralar restorasyon geçirse bile görüntüsüyle sanat severleri heyecanlandırıyor. Richelieu Millî Kütüphanesi’nde 1800 cilt civarında Osmanlıca, 7500 cilt de Arapça yazma eser bulunuyor. Hemen hemen her kültürün yazılı mirası bir şekilde Paris’e taşınmış. 10.000’e yakın Çin yazma ve ahşap baskı eserin Richelieu Kütüphanesi’nde olduğunu söylemekle yetineyim. Gerisini varın siz düşünün.
Osmanlıca eserlerin katalogları çıkarılmış ve iki cilt olarak yayımlanmıştır. İnsan ister istemez şu soruyu sormaktan kendini alamıyor: Bu eserlerin Paris’te ne işi var!? Üç gün boyunca yazma eserleri inceleme fırsatım oldu. Kurtçukların yediği bir sayfaya rastlamadım. Üsküdar’daki Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nde ise kurtçukların yemediği bir kitap sayfası yok gibi. Bir akademisyen arkadaşımla İslam coğrafyasından dışarı kaçırılan tarihî mirası tartışırken şöyle demişti: “İyi ki yazma eserler batıya kaçırıldı, elimizde kalsalardı onları koruyamayacaktık.” Şimdi düşünüyorum da… Acaba arkadaş gerçekten haklı mıydı!?
Bu yazı 2013 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 73. sayısından alınmıştır.