Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz
Ne zaman bir yalnız ağaç görsem, toplumdan savrulmuş ve soyutlanmış insanı çağrıştırır bana.. Ormanı yok edilmiş, bağlarından koparılmış, adeta aidiyet duygusunu yitirerek ikliminin dışına çıkmış bir gurbet hali..Rönesansın sembol isimlerinden Francis Bacon “boyun eğdirdiğimiz tabiata egemen oluyoruz” derken, batılı yeni insanın, yeni zihniyetini ve onun tabiata bakışını, tabiatla ilişkisini anlatıyordu aslında. Yani insanın tabiatla olan aidiyet duygusu ortadan kaldırılıyor, o yenilmesi ve boyun eğdirilmesi gereken bir düşman olarak algılanıyordu.
Beyaz adamın “Amerikayı keşfettiğinde” uygarlaştırma adına Kızılderililere ve onların topraklarına, ağaçlarına, ormanlarına yaptıklarını, bir Kızılderili’nin anlaması mümkün değildi. Uygarlaştırma adına ormanları kesiyor, tabiatı tahrip ediyordu.. Adeta ağacı yalnızlaştırıyor, onu ait olduğu mekandan koparıyordu. Kuru olmayan bir otu ve ağacı ömrü boyunca kesmemiş bir topluma yani Kızılderililere, beyaz adamın yaptığının, uygarlaştırma, ilerleme, medenileşme olduğunu nasıl anlatabilirsiniz?
Bunun için soruyordu zaten Kızılderili! Nasıl satabilirsin havayı diye.. Kendilerine beyaz adam tarafından zorla çiftçilik öğretilmeye çalışılan bir Kızılderili kabilesi, toprağı kastederek annemizin karnını nasıl deşebiliriz diye tepki gösteriyordu.. Bunu da tüketici ve sömürgeci bir beyaz adamın anlaması mümkün değildi.. Tıpkı söz konusu Kızılderili, zenci, sarı ırk beyaz adam tarafından nasıl henüz “insanlaşamamış” evrimini tamamlayamamış varlıklar olarak görülüyorsa, o insanların aidiyet duygusuyla bağlı oldukları topraklar ve tabiat da boyun eğdirilmesi gereken bir varlık olarak kabul ediliyordu..
Belki de bunun içindir ki ormanını kaybetmiş veya ormanından uzak düşmüş bir yalnız ağaç ile toplumunu yitirmiş bir insan arasında anlamlı bir bağ var.. O yalnız ağacın kendince bir bilinci var mı yok mu bilinmez ama yalnız bırakılan insanın da bu bağlamda iki tercihi var.. Eğer olanların farkında ise yalnızlığını kendini muhafaza etme anlamında değerlendirirken, farkında değilse daha da çok sıradanlaşarak anlamını yitirir ve yok olur..
Aslında burada orman mı yalnızlaştırılmaktadır yoksa ormanından koparılan ağaç mı, ya da insan üzerinden düşünecek olursak, insan mı yalnızlaştırılmaktadır yoksa aidiyet bağlarının koparıldığı toplum mu bunu iyi düşünmemiz gerekmektedir.. Öyleyse modern toplumun ve bireyin yalnızlıkla olan ilişkisi iyi değerlendirilmelidir. Modern topluma ve moderniteye karşı gelişen yalnızlıklar, modern bireyin yalnızlığı ile karıştırılmamalıdır..
35 yaşlarında iken içinde yaşadığı toplumun değer yargılarına karşı olan ve hakikatte toplumun yalnızlaştığını gören Hz. Peygamber, Hira mağarasındaki o beş yıllık dönemini anlatırken “yalnızlık bana sevdirildi” der.. Modern şehrin, uygarlığın ve bireyin belki de en iyi anlatıldığı metinlerden olan Kaldırımları yazan Necip Fazıl’ın yalnızlığı bu bağlamda bir yalnızlıktır. Tıpkı rönesans döneminin toplum, tabiat ve insan anlayışının ne olduğunu çok iyi gören ve bana filozofların değil peygamberlerin haberini verdiği Tanrıdan söz edin diyen Pascal’ın yalnızlığı gibi.. Yapayalnız ölürüz diyordu Pascal, içinde yaşadığı “insanlık durumunun” ölümünü seyrederken.. Aslında o yapayalnız ölürüz derken şunu da söylüyordu..
“Yapayalnız yaşarız”.. Modern tabiat anlayışının yalnız bıraktığı ormanı ile olan aidiyet ilişkisini yok ettiği yalnız ağaçlar gibi.. İçinde yaşadığı toplumun yalnızlığını iliklerine kadar hisseden ve dağlara çıkan Nietzsche modern insana ve topluma bağırıyordu “Tanrı öldü! Onu siz öldürdünüz!!!” Çoğu insan tarafından bir ateist tema olarak sıradanlaştırılmaya ve basitleştirilmeye çalışılan Nietzsche’nin bu feryadı, gerçekte yalnızlaşan batılı modern toplumla, kendine yabancılaşan batılı modern insanın haliydi.. Yalnız olan Nietzsche değil, onun geleneği, tarihi, kutsalı öldürdüğünü söylediği modern birey ve toplumdu..
Öyleyse yalnızlık kalabalıkların sizi terketmesi veya “pek çokların” etrafınızda olmaması değildir; belki de modernitenin yalnızlaştırıcılığının bilincinde olan insanın yalnızlığı anlaşılamamaktır. Onun içindir ki kalabalık içinde hissedilir yalnızlık, çünkü saf yalnızlık hali gerçekte çok kalabalıktır. Çünkü bilincini yitirmemiş insan, yalnız bırakılmaz, yalnız kalır. Bu anlamda yalnızlık kendine yabancılaşma değil, içinde yaşadığı topluma yabancılaşma süreci ve duygusudur. Oysa kendine yabancılaşma ölümdür..
Gerektiği zaman yalnızlaşmayı bilmeyen yalnız kalamayan çoğalamaz, kendi olamaz..
Kendini bulmak için toplumdan soyutlanan yalnız değildir. İçinde yaşadığı toplumun “insanlık durumunun” ne olduğunu bilen yalnız değilken, bunun farkında olmayıp yine içinde yaşadığı toplumla olan bağını yitiren insan yapayalnızdır.
Kimi zaman toplum yapayalnız olur da yalnız gibi görünen insan çok kalabalıktır. Bu anlamını yitirmekle ilgili bir şey..
Cahiliyye toplumu olarak nitelenen kalabalık hakikatte yapayalnızdı ve Hira’da tek başına olan Hz. Peygamber alabildiğine kalabalıktı.. Çünkü toplumlar geleneklerinden koptukları zaman, geçmişin üzerini örttükleri zaman yalnızlaşırlar ve yok olurlar..
Nitekim Rönesans sonrası süreç için Pascal’ın hissettiği ve haykırdığı da buydu. O rönesansla birlikte adına “yeniden doğuş” diyerek idealize edilen ve adeta bir cennet tasavvuruna benzetilen sürecin gerçekte bir ölüm, yok oluş olduğunu, anlam kayması ve yitimi olduğunu çok iyi görüyordu.. “Tanrıyı önce kovan sonra öldüren” bir zihniyetin anlamını yitirmesi ve kendini ve tabiatı yalnızlaştırma sürecini yaşamasıydı olan..
Yalnızlık kendine kaçış, kendine sığınış ise yalnızlık değildir. Kendinden kaçışsa yalnızlıktır. Modern birey kendinden bir meçhule ve bilinmeze kaçar.. Dolayısıyla modern toplum yalnızdır; modern toplumun yalnızlığını farkederek bundan kaçan ise yalnız değildir. Mezarlıklar mı yalnız ve garip, modern kentler mi bu tartışılmalı ve düşünülmelidir.. Tabiatla bir bütün içinde yaşayan, aidiyet duygusunu kaybetmeyen insan yalnız değildir.. Tabiatı istismar eden, onu sömüren, ona hükmetmeye çalışan, kendi eliyle aidiyet duygusunu yitiren insan ve toplum ise yalnızdır.
Modernite ve pozitivizm kıskacında olan insanın, aşırı sekülerleşmesi sonucu, ruhundan soyutlanarak “birey” haline gelmesidir yalnızlık.. Nitekim sosyolojiden psikolojiye, felsefeden edebiyata yalnızlık kavramını bu duygu bu his, bu hal doldurur ve belirler.. 19. Yüzyıl sonrası ortaya çıkan yalnızlık duygusu arizi bir duygudur ve insanı kendinden koparan bir haldir..
Oysa gelenekteki yalnızlık duygusu kemal ile ilgili bir durumdur. Marifete ve hakikate ulaşmak için terk-i dünyayı bilmeniz gerekir. Kendini bilmek bu anlamda, yaratanını ve yaratılanı bilmekle doğru orantılıdır. Dolayısıyla kendini bilmek, ruhunu süfli olandan soyutlamak demektir.. Ene’l Hak işte burada hissedilebilir ve anlaşılabilir. İnsan kendini, kendine ait olmayandan yani arizi olandan soyutlamadıkça hakikate ulaşamaz.. Marifete ve hakikate ulaştıktan sonra da yeniden topluma döner ve onda arizi olanı gidermeye çalışır..
Öyleyse modern insan ve toplum zorunlu olarak yalnızdır.. Çünkü onun tabiata hükmetmekten ve tüketmekten başka bir amacı yoktur. O kendini ilerlemeci tarih anlayışının zorunlu sonucu olarak bir hayvanlık durumunun ilerlemiş evresi olarak görmektedir.. Modern insan sadece Tanrıyı kovmakla ve öldürmekle kalmamış, toplumu ve insanı da öldürmüştür.. Gelenek ise insanın olgunluğu üzerine kuruludur..
Modern toplumda kalabalıktan ve kentten kaçan insan yalnızdır, gelenekte ise bunun tam tersidir dedik..Çünkü o toplum yalnızlaştığı için ve insan yalnız kalmamak için toplumdan kaçar.. Birincide kendini ve kimliğini kaybeden bir insan vardır, ikinci de ise kendini ve kimliğini koruma çabası vardır. Kendine dönüş, kendi oluş ve kendini buluş.. Modern insanın yalnızlığı bir boşluk ve bunalım haliyken, geleneksel insanın yalnızlığı anlaşılamama ve kendini ifade edememe halidir.. Birincisinde kendini ve toplumu yoketme, ikincisinde ise kendinde kalıp toplumu paranteze alma vardır. Çünkü ikincisi yeniden topluma dönmekle görevli addeder kendini..
Modern dönemin kalabalıkları insanı sıradanlaştırır, yalnızlaştırır, kuşatır, tüketir ve yok eder.. Tıpkı modern insanın uygarlık adına barbar olarak nitelediği insanları köleleştirip, onların topraklarını ve ormanlarını yok ettiği gibi..
Yeniden en başa dönersek; yalnız bir ağaç, ormanını kaybeden batılı modern insanı temsil eder.. Tıpkı saksılardaki çiçekler gibi, tıpkı akvaryumlardaki balıklar gibi.. Tabiatı tahrip eden batılı insanın, toprağı yok eden, betonlardan ve çeliklerden bir uygarlık ortaya çıkardığını söyleyen batılı insanın çiçek, balık veya hayvan sevgisini psikolojik anlamda iyi irdelememiz gerekiyor.. Ağaçları koruma derneklerinin ormanların yok edilmesine karşı hiçbir tepki göstermemeleri aynı psikolojik ve etik durumla ilgilidir..
Bir yalnız ağaç gördüğünüzde hüzünleniyor ve üzülüyorsanız siz tabiata olan aidiyet duygunuzu hala yitirmemişsiniz demektir. Ama yalnız ağacı gördüğünüzde onun yalnızlığını göremiyor ve hissedemiyorsanız siz de tükenmiş, savrulmuş ve ormanından koparılmış o yalnız ağaçtan farksızsınızdır..
Bu yazı 2012 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 60. sayısından alınmıştır.