Yazı: Seda Yeşildal
Yaşamıyoruz. Resimlerimiz, fotoğraflarımız kadar yaşamıyoruz. Mendilimiz, gömleğimiz, potinlerimiz kadar yaşamıyoruz. Bir sigara kâğıdını şu masaya koy, üstüne bir taş bırak, kapıları kapa ve git! Üçyüz sene sonra gel,yerinde bulursun. Belki sararmış, belki buruşmuş, fakat yine o. Bir sigara kâğıdı kadar yaşayamıyoruz. Kefenimizden evvel çürüyoruz. Duyuyorum! Kulak ver, sen de duyarsın!
(Bir Adam Yaratmak’tan)
Müze, insanın zamanla savaşının, zamana direncinin bir ürünüdür. İnsanoğlunun kâinattaki en büyük meselelerinden birisi zamanı, hakkını vererek, icaplarına uyarak yaşamaksa; diğeri de aynı zamanda onu aşmak, ona hükmetmektir. İnsan ruhunun bedenle kuşatılması, sınırlanması gibi, bütün bir insan ve toplum gerçeği de zaman ve mekânla kayıt altına alınmıştır. Müze kavramının bir tarafı en değerli, en nâdide (gözün pek değmediği, müptezelleşmemiş) eşyanın, nesnenin umuma arzı, ikinci bir tarafı da işte zamana hükmetme çabasıdır.
Müzeler, gidenin ve bir daha gelmeyecek olanın billûrlaşması veya kristalleşmesinin ifadesidirler. Toplumun hafızası birisi söz, diğeri eşya olmak üzere iki plânda karşımızdadır. İnsan ve toplumun hayattaki duruş ve tavrı,soyut olarak dilde, daha net bir ifadeyle düşünmeyi sağlayan, onu şekillendiren hatta bazen sınırlandıran kelimelerde saklıysa, somut olarak da eşyadadır, tabiattadır, medenî seviyenin bariz örnekleri olan şehir siluetlerindedir ama en çok da müzededir. Zira kelime, onu tekellüm edenle, ona muhatap olanın arasındaki bağı, zihnin ve ruhun ayrı bir enerjisi, mesaisi sayesinde amacına ulaşır. Anlatılmak istenenle anlaşılanın irliği ya da mutabakatı, güçlü bir tarihî ve kültürel bağ, yakın zihnî ve estetik seviye, ve asıl önemlisi iki tarafın da farkında olması gereken bir kodlama sayesinde oluşur. Kişi, kelimenin işaret ettiğini, ilk önce zihninde resimleştirir, cisimleştirir ve ondan sonra anlamdırmaya gider. Bir kelimenin zenginliği çok defa ondaki görüntü kuvveti, imaj kalitesiyle ilgilidir. Ama konuşanın arzuladığı manzarayla, dinleyenin ürettiği tablonun farklı oluşması yüzündendir ki gerçek bir iletişimin, bağın kurulması zorlaşır, hatta çok defa imkansızlaşır. Göze hitap eden nesne ise, çok da şümullü, çok daha evrenseldir. Bireyin de toplumun da tarihle kuracağı bağın güçlü bir yardımcısı olan müzede, gözün tanık olduğu eşya ya da nesne, büyük bir fikrî mesaiye, zihin faaliyetine, tarihî ya da kültürel donanıma ihtiyaç duymaksızın, kendisini ziyaretçisine açar. Kısaca söylemek gerekirse, göze hitap eden ve dille kurulan iletişimin tehlikelerinden masun nesneyle onun oluşturduğu müze, kişinin ferdî veya içtimaî tarihle (zira şahsa ait müzelerin yanında bütün bir millete ait müzeler söz konusudur) buluşmasının en kaliteli, en güzel mekânıdır.
Sadece bir camekânın ardından bakmak ve seyretmekle yetinmek zorunda kaldığımız o eşya, sanki onu kullananın kendisini bize taşır. Söz konusu kişi, zihnimizde o eşyayı giyer veya kullanır hâlinde zihnimize yerleşir ve beynin hafızasından çok daha kuvvetli olduğunu kabul ettiğimiz göz hafızası, kalbimize o kişiyle nesneyi birlikte nakşeder. Eşya, amacına ulaşmıştır: Belki asırlar önce giden ve asırlar geçse de gelmesi imkânsız olan, zihnimizde tecessüm etmiştir ve artık bizde ete kemiğe bürünmüş olarak yaşayacaktır.
Müze denilince akla ilk gelen genelde loş, rutubetli, tenha ve bu yüzden çekici, ürpertici kapalı mekânlardır. Buraya, ferdin veya cemiyetin ruhunun sindiği kabul edilir, ki doğrudur. Fakat müze aynı zamanda, belki de bundan çok daha öte bir şeydir. Yukarıda değinildiği gibi, bir şehir de çok defa bir açık hava müzesi gibi, eskiyi, tarihîyi, bir zamanlar kâinatta arz-ı endam etmiş, varlık sergilemiş olan insan(lar)ın hayatlarını, rüyalarını taşır zamanımıza.
Ve İstanbul… Hani bir başka mesele için “Ahh, ne efsunkâr imişsin!” demişler ya, gelin biz bunu İstanbul’a söylenmiş gibi kabul edelim. Hakikaten bir şehir ancak bu kadar büyüleyici olabilir! İşte bu cazibesidir ki İstanbul’u ilham verici bir şehir haline getirir. Tam da bu özelliğinden hareketle, İstanbul’un bir müzeler şehri olduğunu söyleyiverelim. Buradan müzeyle bağlantıyı nasıl kurduk peki? İstanbul’un ilham verme özelliğiyle müzelerin ne ilişkisi olabilir? İzah edelim:
Müzelerin kaynağını ve fonksiyonu göstermek açısından, girişte değinilenlere ilaveten şu kabulü de belirtmek yerinde olacaktır: Mitolojide ‘Musalar’ denilen ilham perileri vardır. Kadîm devirlerde bu mitolojiyle beslenen medeniyetin mensubu olan yazarlar, öncelikle Musalar’a seslenir, kendilerine yardım etmeleri, ilham vermeleri için yalvarırlarmış. Zeus’un Helikon Dağı’nda oturan bu dokuz güzel kızı, kendilerine ulaşan sese kulak verip ilham lûtfunda bulunurlarmış. İşte bugün kullandığımız ‘müze’ kelimesi, bahsi geçen Musalar’dan geliyor, yani müze, ilham perisi demektir. Müzelerde teşhir edilenler, geçmişten bugüne pek çok şeye ışık tutarak insanlara ilham verir. En azından, kelimenin manasına bakıldığı zaman, böyle olması beklenir. Ve gözümüzün nuru İstanbul, bu şehr-i İstanbul, adeta bir müzeler şehridir. Hem sayıca fazla oluşuyla hem sergilenen ve hatta yer sıkıntısından ötürü sergilenemeyip depolarda bekletilen eşyalarının çeşitliliğiyle müzeler, İstanbul’da yaşayanlara, İstanbul’a yolu düşenlere ilham vermek üzere ziyaretçilerini bekliyor. Oyuncak müzesinden tutun da, otomobil müzesine, dünyada örneği sayılı olan UFO müzesinden, Tanzimat Müzesi’ne, Deniz Müzesi’nden Havacılık Müzesi’ne, Resim ve Heykel Müzesi’nden Mozaik Müzesi’ne, Etnografya Müzesi’nden Topkapı, Dolmabahçe, Beylerbeyi müzelerine kadar çok geniş bir yelpazeye yayılır müzeler. Gelin şimdi ancak birkaç tanesinin ismini verdiğimiz bu müzeleri ve daha fazlasını yakından tanıyalım.
Bu girizgâhın ardından, en başta, İstanbul’un kalbi olan Sultanahmet civarında bulunan müzelere temas edelim.
Ayasofya Müzesi
Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli yapıları arasında bulunan Ayasofya’nın inşası için tarihçiler, I.Konstantinos’un (324-337) zamanını gösterir. Fakat bu yapı, bir ayaklanma neticesinde yanmış ve günümüzde ondan geriye hiçbir şey kalmamıştır. Daha sonra İmparator II. Theodosius devrinde tekrar yapılmış ve ibadete açılmıştır. Fakat bundan yüz küsur yıl sonra, 532’de çıkan Nika isyanı sırasında yine yanmıştır. Mimarisi ve ihtişamıyla insanları büyüleyen Ayasofya, pek çok camiye de ilham kaynağı olmuştur. İmparator Iustinianus (527-565) daha önce inşa edilen bu iki Ayasofya’dan daha büyük bir kilise yaptırmak istemiş ve devrin ileri gelen mimarlarına, çeşitli tamiratlarla günümüze kadar gelen Ayasofya’yı yaptırmıştır. Ayasofya’nın inşasında kullanılmak üzere, Anadolu’nun antik şehir kalıntılarından pek çok sütun, mermer ve renkli taşlar getirilmiştir. 532’de başlanan inşa çalışmaları 537’de tamamlanmıştır. Ayasofya’nın en önemli hususiyetlerinden biri mimiri bir özellik olarak kubbesinin çapının büyüklüğüdür. Bundan başka altın yaldızlı, bitkisel motifli ve figürlü mozaikleri de büyük bir öneme sahiptir. 916 yıl kilise olarak hizmet veren Ayasofya, Istanbul’un fethi ile birlikte camiye çevrilmiş ve 481 yıl da camii olarak kullanılmıştır. Daha sonra, Cumhuriyet döneminde ise müzeye dönüştürülmüştür. Camiye dönüştürüldüğü vakit mabetteki freskler ortadan kaldırılmamış, bunun yerine bir tür alçıyla kapatılarak muhafaza edilmiştir.Mihrabın çevresinde, Türk çini ve hat sanatının en güzel örneklerini görmek mümkündür. Bunların en önemlilerinden biri, hattatı meşhur Kazasker Mustafa İzzet Efendi olan ve kubbede yer alan âyettir. Üzerinde Allah’ın ve Peygamberin, dört halifenin ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in isimlerinin yazılı olduğu 7.50m.çapındaki levhalar da ilgi çekicidir. Hattat padişahların yazıp hediye ettikleri levhalar da mihrabın çevresinde sergilenmektedir.
Pek çok tarihi ve dini mekan için anlatılan efsanelerden Ayasofya da nasibini almıştır. Rivayete göre fethin hemen ardından Akşemsettin Hz. namaz kılmak üzere Ayasofya’ya girer, fakat burası eskiden bir kilise olduğu için mihrabı Kâbe’ye göre ayarlamak icap eder. Sütunlardan birinin üzerinde bulunan deliğe parmağını sokarak çevirir ve Ayasofya da aynı istikamette döner. Mihrap yerini bulmuştur. Bugün bu sütun, büyük orta mekâna girildiğinde en solda kalır. Pek çok insan, bu rivayete istinaden, parmaklarını söz konusu deliğe sokup, kabul olunacağını umarak aynı anda bir dilek tutarlar, dua ederler.
Ayasofya bünyesinde yer alan Osmanlı devri örnekleri arasında padişah ve şehzade türbeleri, Sultan I. Mahmut’un şadırvanı, sıbyan mektebi, imareti ve kütüphanesi ile Sultan Abdülmecid’in hünkar mahfeli ve muvakkithanesi sayılabilir.
Dolmabahçe Sarayı Müzesi
Sarayın bulunduğu yer, 17. yy.a kadar Boğaziçi’nin koylarından biriymiş. Fatih Sultan Mehmed’in Istanbul’un fethi esnasında Haliç’e indirmek üzere gemilerini karaya çıkarttığı yerin burası olduğu yolunda rivayetler vardır. Osmanlı döneminde kaptan paşalar donanmalarını burada demirler, yine burada geleneksel törenler yapılırmış. Bir nevi doğal liman olan bu koy, 17.yy. dan itibaren yavaş yavaş doldurulmuş ve buna binaen Dolmabahçe namıyla anılan, padişahların Boğaziçi’ndeki has bahçelerinden biri haline gelmiştir. Tarihsel süreç içerisinde çeşitli padişahlar tarafından burada köşk ve kasırlar yaptırılmış ve Beşiktaş Sahil Sarayı adıyla anılan bir saray hususiyeti kazanmıştır. Sultan Abdülmecid döneminde ahşap ve kullanışsız olduğu gerekçesiyle yıktırılmış ve günümüze kadar ulaşan Dolmabahçe’nin temelleri o zaman atılmış. 1856 yılına gelindiğinde, Batı etkileri altında, Avrupa sarayları örnek alınarak yaptırılan saray tamamlanmış.
Dönemin ünlü mimar ailesi Balyan’lara yaptırılan saray, 110.000 m²yi aşkın bir alan üzerinde kurulmuş olup ana yapısı itibariyle, Mabeyni Hümâyûn (Selamlık), Muayede Salonu ( Bayramlaşma & Tören Salonu ) ve Harem-i Hümâyûn adında üç bölümden oluşur. Sarayın genel yapısında, süslemelerinde batı etkileri belirgindir. Sarayın toplam 285 odası, 46 salonu, 6 hamamı ve 68 tuvaleti vardır. Döşemeleri ahşaptan olan sarayda ayrıca sarayın dokumaevinde dokunmuş 4454 m² halı serilidir.
Mabeyn, padişahın devlet işlerini yürüttüğü yerdir ve ihtişamıyla sarayın en mühim bölümüdür. Girişte bulunan Medhal Salon, üst kata uzanan Kristal Merdiven, elçilerin ağırlandığı Süfera Salonu ve padişahın huzuruna çıkılan Kırmızı Oda, fevkalade zevkli ve ihtişamlı tezyin edilmiş ve döşenmiştir. Kırmızı Oda’dan hareketle burada hemen şunu belirtelim: Saraya gelen elçiler, belli bir protokole göre ağırlanıyorlar, yani güçlü bir devletin elçisi ile bu açıdan öne çıkmamış bir devletin elçisinin kabulü birbirinden farklı. Elçilere, protokole göre, şerbet, kahve ve çubuk ikram ediliyor. Kırmızı Oda’ya gelene kadar, ışık oranı git gide azalan birkaç odada bekletiyorlar. Kırmızı Oda’dan bir önceki oda, diğerlerinden çok daha loş ve hatta penceresiz. Göz, bu odalarda az ışığa iyice alışıyor ve derken kırmızı rengin hakim olduğu göz alıcı odaya, padişahın huzuruna çıkartılıyor. Karanlığa alışmış olan elçinin gözleri, bu ışık tufanından ve kırmızının canlılığından ister istemez kamaşıyor. Bunun altında yatan hikmet, padişahın huzuruna çıkınca hissedilmesi gereken aydınlığı vurgulamak, zira geleneksel kabule göre padişah, zıllullahtır. Bu bahsi geçerek, sarayı tanımaya devam edelim. Muayede salonu, Harem ile Mabeyn arasında bulunan, 56 sütunu, 36 m.lik kubbesi ve bu kubbeye bağlı 4,5 tonluk İngiliz işi avizesiyle, 2000m²lik devasabir alandır. Geleneksel bayramlaşma törenlerinde, Topkapı Sarayı’nda bulunan altın taht bu salona getirilir, padişah bu tahtta devlet erkânı ile bayramlaşırdı.
Saray her ne kadar Batı etkilerini yansıtsa da, Harem’in ayrı bir bölüm olarak kurulmasına özen gösterilmesi açısından, yine geleneksel tutumu sergilemektedir. Fakat Topkapı’daki gibi müstakil bir bölüm olmaktan çok, artık Harem, aynı yapı bütünlüğü içinde, aynı çatı altında yer almaktadır.
Bugün Dolmabahçe, restore edilmiş bütün birimleriyle ziyarete açıktır. Başlıca sergileme birimleri arasında şunlar sıralanabilir: Sarayın değerli eşyalarının sergilendiği iki ‘Değerli Eşyalar Sergi Salonu”, “İç Hazine Sergi Binası” (burada Milli Saraylar Yıldız Porselenleri Koleksiyonu örnekleri yer alır), “Sanat Galerisi”, Abdülmecid Efendi Kütüphanesi…
Bunlardan başka, Saat Kulesi, Kuşluk, Harem ve Veliahd Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere kafeterya hizmetleri veren bölümler ile hediyelik eşya satış reyonları yer almaktadır.
Cumhuriyet döneminde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ev sahipliği yapmış olan sarayda, Paşa’nın kaldığı oda ve kullandığı eşyalar aynen muhafaza edilmiş bir halde ziyarete açıktır. Yatağın üzerinde serili olan Türk bayrağı ve Atatürk’ün vefat saati olan 9:05’i gösteren saat ilgi çekicidir.
Arkeoloji Müzesi
Gülhane Parkı girişinin hemen sağından yukarı, Topkapı’ya çıkan Osman Hamdi Bey Yokuşu’nda yer alan müze, Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç bölümden oluşur. 19.yy. sonlarında meşhur ressam Osman Hamdi Bey eliyle, Müze-i Hümâyûn adıyla kurulmuş ve 1891 yılında ziyarete açılmıştır. Bu müzenin iki önemli özelliğinden biri, “İlk Türk Müzesi” olma hususiyetini taşımasıdır; bir diğeriyse, dünyada müze olarak inşa edilmiş az sayıda müze binalarından biri olmasıdır. Ayrıca, pek çok kültüre ait bir milyon küsur eseriyle dünyanın en büyük müzeleri arasında yer alır.
Koleksiyonlar; Balkanlar, Afrika, Anadolu ve Mezopotamya, Arap Yarımadası, Afganistan gibi Osmanlı Devleti sınırları dahilinde bulunan bölgelerden değişik uygarlıklara ait önemli ve zengin eserleri içerir. Müze Ana Bina ve Ek Bina olmak üzere iki ayrı binadan oluşur. Ana Bina, dış cephesi İskender Lahti ve Ağlayan Kadınlar lahtinden esinlenerek yapılan, Neoklasik üsluplu bir yapıdır. İki katlı binada, üst katta taş eserler, çanak çömlek, pişmiş toprak heykeller, çok fazla sayıda sikke, mühür, nişan, madalyaların bulunduğu sergi salonları ile 70.000civarında kitabıyla kütüphane yer almaktadır. Alt katta yer alan salonlarda, ünlü İskender Lahti, Ağlayan Kadınlar Lahti, Satrap Lahti gibi lahitler sergilenmektedir. Lahitlerden başka, antik bölgelerden gelen heykel ve kabartmalar da burada teşhir edilir. Antik Çağ heykelciliğinin sergilendiği bu salonlarda, Arkaik dönemden Bizans dönemine kadar heykel sanatı ve bu sanatın geçirdiği evreler, gelişimi seçkin örneklerle gösterilir. Yeni Bina da denilen altı katlı ek binanın iki katı depo, diğer dört katı sergi salonu olarak kullanılmaktadır. Sırasıyla bu katlarda, “Çağlar boyu İstanbul”, “Çağlar boyu Anadolu ve Troia”, “Anadolu’nun Çevre Kültürleri; Kıbrıs, Suriye-Filistin” adlı sergi salonları yer alır.
Yine müze bünyesinde yer alan Eski Şark Eserleri Müzesi, Sanayi-i Nefise yani Güzel Sanatlar Okulu olarak 1883 yılında yaptırılmış, 1900lere gelindiğinde yapılan çalışmalar neticesinde müze olarak düzenlenmiştir. Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Arap uygarlıklarına ait eserlerin sergilendiği binada, Kadeş Antlaşması(taş tablet üzerinde), Zincirli heykeli, Akad kralı Naramsin’in steli gibi önemli eserler yer alır. Bunlardan başka sayısı 75.000e varan çivi yazılı belge de Tablet Arşivi adı altında sergilenmektedir.
Ve Çinili Köşk… Fatih Sultan Mehmed tarafında 1472 yılında inşa ettirilen köşk, İstanbul’daki en eski Osmanlı sivil mimarî örneklerindendir. 1875-91 yılları arasında Müze-i Hümâyûn olarak kullanılmış, 1953’te Türk İslâm eserlerinin sergilendiği Fatih Müzesi olarak ziyarete açılmış ve en nihayet, 1981 yılında Arkeoloji Müzeleri’ne devredilmiştir. Altı oda ve bir orta salondan müteşekkil köşkte, Selçuklu ve Osmanlı dönemi çini ve seramik sanatının en güzel örnekleri sergilenmektedir. Ve denilebilir ki, zevk çıtasının iyice aşağılara düştüğü günümüzde, estetikten nasibi olmayan somurtkan suratlı beton binaların her yanda pıtırak gibi bittiği şu günlerde, insanın hem göz zevkini hem ruhunu okşayan güzel bir yapı görmek isterseniz Çinili Köşk’e muhakkak gidin deriz. Mavi rengin bu kadar güzel oluşuna, ancak birkaç yerde şahit olabilirsiniz. Son olarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri hakkında söylenmesi gereken bir şey daha var: Burada sergilenen eserlerden başka, bir o kadar da depolarda bekletilen, muhafaza edilen eserler mevcuttur. Bu durum, müzenin zenginliğine bir delil olmak açısından çok mühimdir. Bu kadar muazzam ve zengin müzeyi gezmek bir güne sığdırılamaz. En nihayet günün sonunda gezmekten ve yorgun düşerseniz, müzede gördüğünüz eserlerin verdiği ilhamla, hemen bahçede yer alan çay bahçesinde oturup müzeyi dışardan seyretmek zevkini tatmanız Gezgin’in tavsiyesidir.
Topkapı Sarayı Müzesi
Topkapı Sarayı’ndan bahseden pek çok eserde belirtilen bir husus vardır: Sarayın belirli bir plana göre bir kerede inşa edilmiş ve bitirilmiş bir yapı olmadığı. Evet, saray, zaman içerisinde gerek ihtiyaç gereği gerek yangınlarda tahrip olan binaların yerine eklenen yapılarla sürekli büyümüş ve değişmiştir. Sarayda padişahların ikameti için yapılmış köşkler ve Harem’den başka, sarayın muhafazasıyla vazifeli askerler için koğuşlar, saray sâkinleri için mutfak, yatakhaneler, Divan’ın toplandığı Kubbealtı, Hz. Peygamber ve halifelere ait emanetlerin saklandığı Hırka-i Saadet Dairesi, Enderun Mektebi, meşhur Topkapı Hançeri ve Kaşıkçı Elması’nın bulunduğu Hazine Dairesi, Gülhane Hastanesi, Sultan III. Ahmed Kütüphanesi, padişah atlarının haraları ve bir müddet silah deposu olarak kullanılan Aya İrini Kilisesi gibi pek çok yapı yer almaktadır. Daha önceleri, saray, bugün İstanbul Üniversitesi’nin olduğu yerde bulunuyormuş. Fakat 1460lı yıllarda bugün Topkapı sarayı dediğimiz sarayın inşasına başlanmış. Dolayısıyla diğer saraya ‘Eski’, buna ise ‘Yeni Saray’ denmiş. Fakat 19.yy.ın ortalarına doğru bu saray da devletin merkezi olma işlevini yitirerek, ‘eski’ saray haline gelmiş. Bu kullanılmamanın getirdiği bir sonuç olarak saray, bakımsızlıktan tahrip olmaya başlamış ve hatta 1970 yılında bahçesinden demiryolu bile geçirilmiştir; en nihayet 1924 yılında müzeye dönüştürülmüştür.
Yukarda saydığımız bölümlerde teşhir edilen eserlere birkaç örnek vermek gerekirse: Hazine Dairesi’nde saray koleksiyonunda yer alan 7.-20.yy.a ait silahlar; sarayın Hasahır’ında koşum takımları ve saltanat arabaları; mutfakta, seramik, porselen, cam ve metal mutfak eşyaları; Hırka-i Saadet Dairesi’nde Hz. Peygamber’e, sair peygamberlerden birkaçına, Halifelere ait eşyalar; Fatih Köşkü’nde Osmanlı hazinesi…
Burada değinilmesi gereken bir husus, Hırka-i Saadet Dairesi’nde Fatih Sultan Mehmed’in vasiyeti gereği her gün ve yirmi dört saat Kur’an okunduğudur. Bugün bu uygulama hâlâ devam ediyor fakat yirmi dört saat olup olmadığı hususunda bu satırların yazarı bilgi sahibi değildir.
Yukarda sıralananlardan başka, Seferli Koğuşu’nda padişahlara ait günlük kıyafetler ile tören kıyafetleri ziyaret edilebilir. Muhteşem İstanbul manzarasıyla Bağdat ve Revan köşkleri ile bir rehber eşliğinde gezilen Harem, görülmeye değer yerler arasındadır.
Botaniğe meraklı olanlar için bir anekdot: sayıları gittikçe azalan çitlembik ağaçlarından birkaç tanesini sarayın bahçesinde görmeniz mümkün. Ve hatta, haremin önü sıra yer alan banklardan birine oturup sarayın kapısı istikametindeki ağaçlardan birine bakarsanız, orada yaşayan iki sevimli papağana da bir ihtimal rastlayabilirsiniz. Tabi kendilerini gösterirlerse…
Son söz: onca ziyaretçiyi ağırlayan saray yorgunluğunu atmak için Salı günleri istirahate çekiliyor, yani kapalı.
Sadberk Hanım Müzesi
Büyükdere/Sarıyer’de bulunan Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi, iki ayrı yapı içinde yer almaktadır. İlki, 19.yy. sonlarında inşa edildiği kabul edilen, üslûbu itibariyle Avrupa halk geleneksel mimarîsi özelliği gösteren üç katlı (ayrıca bir de çatı katı var) bir yapıdır. ‘Azaryan Yalısı’ olarak da bilinen bu bina, kagir zemin üzerine ahşap / bağdadî tarzda inşa edilmiştir. Koç ailesi 1950 yılında yalıyı satın alarak 1978 yılına kadar yazlık olarak kullanmıştır. 1978 yılında yalının müzeye dönüştürülmesi kararı alınmış ve bir restorasyon çalışması neticesinde Sadberk Koç Koleksiyonunu sergilemek üzere, 1980 yılında müze olarak hizmete açılmıştır.
Bahçesiyle birlikte 4280m²lik bir arazi üzerinde yer alan yalının giriş katında, hediyelik eşya dükkânı ile çay salonu yer alır. Katlara ahşap merdivenlerle çıkılır; duvarlar mermer taklidi kalem işi oyalıdır. Birinci ve ikinci katların orta ana salonları ve bunlara açılan odalar teşhir salonu olarak kullanılıyor. Çatı katı ise, ese deposu, çalışma odası ve kitaplık fonksiyonunu yürütüyor. Binanın dış yüzeyindeki kabaralar nedeniyle yalıya halk arasında Vidalı Yalı da denir. Ayrıca dış cephede, pencere aralarında yer alan ‘X’ şeklindeki ahşap süslemelerle diğer yalılardan ayrılır. Bu binanın hemen yanında yer alan bir başka yalı da restorasyon çalışmalarının ardından müze haline getirilmiş ve Sevgi Gönül Binası adını almıştır. Burada, İslam öncesi arkeolojik eserler sergilenmektedir. (Anadolu medeniyetleri, Roma medeniyeti, Helen medeniyeti, Bizans sanatı, heykelcilik sanatı eserleri, mezar stelleri, cam eserleri, boncuklar, sikkeler, kandiller…) Bu müze, çağdaş müze uygulaması sebebiyle 1988 yılında “Europa Nostra” ödülüne layık görülmüştür.
Azaryan Yalısı’nda ise; sikkeler, İslam sanatı, Osmanlı dönemi, kadın kıyafetleri, gelenek ve görenekler kapsamında eserler sergilenmektedir. Müze, Çarşamba hariç her gün ziyaret edilebilir.
Sabancı Müzesi
Sabancı Müzesi, nam-ı diğer Atlı Köşk… Buraya neden Atlı Köşk denildiğini anlamak için köşkün tarihine kısacık bir temasta bulunalım. Emirgân korusunu Boğaz’a bağlayan tepede bulunan bina devlet ricalinden pek çok kişiye ev sahipliği yapmış. 1884 yılında Maliye Hazinesi’nce satın alınarak Karadağ Kralı I. Nikola’ya ihsan edilmiş ve bir müddet Karadağ Sefarethanesi olarak kullanılmış. 1913 yılında çıkan bir kararla geri alınan bina, sultan Mehmed Reşad’ın torunu Behiye Sultan’a geçmiş. Birkaç el daha değiştirdikten sonra 1951 yılında Hacı Ömer Sabancı tarafından köşkün son sahibi Prens Mehmed Ali Hasan’ın oğullarından satın alınmış. H. Ömer Sabancı’nın, Mahmud Muhtar Paşa’nın Moda’daki Mermer Konağı’nda yapılan müzayededen satın aldığı bronz at heykelini köşkün önüne koydurmasının ardından bina, Atlı Köşk diye anılır olmuş. 1998 yılında, kırk dokuz yıllığına Sabancı Üniversitesi’nin kullanımına verilen bina, Haziran 2002’de müze olarak ziyarete açılmıştır.
Sabancı Müzesi’nde çok kıymetli yazma eserler, 19 ve 20. yy.a ait tablo koleksiyonları sergilenmektedir. Aynı zamanda müze, yurt içi ve yurt dışından gelen sergilere ev sahipliği yapmıştır, yapmaktadır. Bunlardan en önemli ikisi, yakın zamanda gerçekleştirilen Picasso’nun eserleri ile Cengizhan’ın hazinelerinin sergilendiği organizasyonlardır. Giriş katındaki üç oda, Sabancı ailesinin köşkte yaşadığı yıllarda kullandığı mobilyalar ile 18 ve 19.yy.lara ait sanat eserleri yer almaktadır. Sabancı Müzesi koleksiyonunda yer alan çeşitli heykeller, madeni eserler, dekoratif tabaklar 19. yy. Fransız porselenleri, Alman porselenleri değerli parçalar arasında sayılabilir. Müze, Sabancı Üniversitesi’nin bünyesinde yer aldığı için aynı zamanda bir eğitim kurumu kimliğiyle hareket etmekte, burada çeşitli eğitim programları gerçekleştirilmiştir. Hafta sonları müzik etkinliklerinin yapıldığı müzede, yapılan etkinlikler internet vasıtasıyla geniş çevrelere ulaşmaktadır.
Rahmi Koç Müzesi
Rahmi Koç Müzesi, eski İstanbul’un merkezinde, Haliç kıyılarında yer alan iki tarihi binadan oluşur; müze, Lengerhane binasında 1994 yılında kurulmuştur. Müzenin gitgide büyümesiyle 1996’da Hasköy Tersanesi de satın alınarak müze bünyesine dahil edilmiştir. Müzede sergilenenlere değinecek olursak:
Karayolu ulaşımı: bu bölümde karayolu ulaşımının asırlar boyu gösterdiği gelişime ışık tutulmuştur: 1753 tarihli at arabası, minik çocuk bisikleti, 1976 model Daimler Limousine vb. pek çok aracı görmek mümkündür.
Raylı Ulaşım: Bu bölümde ufak dar hat tren modellerinden 76 tonluk buharlı lokomotiflere, elektrikli tramvaya, Tünel makinesine kadar pek çok eser yer alır.
Denizcilik: Rahmi Koç’un özel ilgi alanı olması sebebiyle, müzede denizcilikle ilgili eserlere daha geniş yer verilmiştir. Kayıklardan okyanus teknelerine kadar birçok deniz aracıyla birlikte geminin donanımında yer alan pek çok aksam bu bölümde sergilenmektedir.
Havacılık: Burada Türk havacılığı çeşitli eserlerle tanıtılmaktadır. Türk havacılığı demişken yeri geldi söyleyelim: belki biraz mizah olacak ama Türk havacılığında en önemli adımı Hezarfen Ahmet Çelebi atmış olmalı. 17. yy. ortalarında Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçmasıyla hazret, insaoğlunun uçabilme hayallerini bir manada gerçekleştirmiştir. Tabi hemen belirtelim ki bu uçma hadisesi de bir rivayettir, bir kabulden ibarettir.
Yukarda sıralananlardan başka müze; mühendislik, iletişim, bilimsel aletler, model ve oyuncaklar, geleneksel dükkanlar, müze mağarası (hediyelik eşyaların satıldığı bölüm) gibi başlıklar altında pek çok bölümlere ayrılır.
İstanbul Modern
Müze, kendi ifadesiyle, “ülkemizin modern ve çağdaş sanat alanındaki birimini, yaratıcılığımızı, dinamizmimizi, sahip olduğumuz evrensel değerleri, çağdaş kültür kimliğimizi ortaya koymayı, korumayı ve değerlendirmeyi amaçlıyor.” sanatın toplumun geniş kesimlerine, özellikle çocuklara, gençlere ulaşması için elverişli ortamı oluşturmak,İstanbul’u ve kültürel kimliğini dünyaya tanıtmak için uğraşıyor.
Müzelerin “eğitim ve kültür merkezi” fonksiyonunun işlerlik kazanması alanında çalışmalar yürüten müzede, görsel sanatlar sahasına ilişkin çeşitli eğitim programları hazırlanmıştır. Müzede gerçekleştirilen projeler kapsamında, müzelerin izleyici kitlesini genişletmek ve bilinçlendirmek, sanatı herkes için erişilebilir kılmak, müzeyi bir öğrenme merkezi haline getirmek amaçları doğrultusunda çeşitli faaliyetler yapılmaktadır. Bu faaliyetler arasında, sunulan sanat eserlerini inceleme, anlama ve yorumlama yer alır. Ayrıca hizmet veren kütüphanesiyle müze, sanat alanındaki bilgi ihtiyacını karşılamayı amaçlamaktadır. Müze ziyaretçisinin sanatla olan ilişkisini, sanata olan ilgisini bilgi ile zenginleştirmeyi hedefleyen kütüphanede, açık raf sisteminin yanı sıra internet vasıtasıyla araştırma imkanları sunulmaktadır. Pazartesi kapalı olan müze, Perşembe günleri tam gün ücretsiz olarak hizmet vermektedir.
Askeri Müze
Koleksiyon zenginliği ve çeşidi açısından dünyanın sayılı müzelerinden biri olan Askeri Müze’nin kuruluşu 15.yya kadar uzanır. İstanbul’un fethini takiben, Aya İrini, değerli harp silah, araç ve gereçlerinin toplandığı ‘Cebehane’ olarak düzenlenmiştir. 1726 yılında bütün bu eserler, Dar-ül Esliha adı altında yeni bir kuruluşta düzenlenmiştir. Modern anlamda müzeciliğin temeli, Tophane Müşiri Damat Ahmet Fethi Paşa’nın gayretleri neticesinde 1846 yılında atılmış olup bu tarih Türk müzeciliğinin ve Askeri Müze’nin gerçek anlamda kuruluşu kabul edilmiştir. Aya İrini’deki koleksiyonlar, müze adı altında çeşitli binalarda yıllarca muhafaza edilmiş, bu esnada II. Dünya Savaşı’ndan etkilenme ihtimaline karşın müze faaliyetlerine bir süre ara verilmiş fakat tehlikenin geçmesinin ardından en nihayet 1949 yılında Maçka Silahhanesi’nde depolanan eserler 1959’dan itibaren Harbiye Mektebi Jimnastikhanesi binasında tekrar sergilenmeye başlanmıştır. Bu binanın koleksiyonlar için yetersiz hale gelmesini takiben, 1966 yılından itibaren restorasyon çalışmaları yürütülen eski Harbiye binasının Askeri Müze olarak kullanılmasına karar verilmiş ve 1993 senesinde ziyarete açılmıştır. Askeri Müze’nin teşhir salonları: Askeri Müze koleksiyonunda bulunan 45.000 civarındaki eserden seçilen yaklaşık 5000 eser bu salonlarda ziyarete açılmıştır. Dönem ve konusuna göre tasnif edilen eserler arasında, çeşitli silahlar, askerî kıyafetler, sancaklar ve bayraklar, çadırlar vb. askerî kültür varlıkları yer alır. Ahşap ve maden süsleme sanatının güzel örneklerini oluşturan tüfek, tabanca, top ve kılıçlar, zarif süsleme ve kitabeleriyle zırh, kalkan ve miğferler, altın görünümlü tombakların en nadide örnekleri müze salonlarında sergilenmektedir.
Müzede, Atıcı Silahlar Salonu, Binicilik Salonu, Savunma Silahları Salonu, Atatürk Dershanesi, Askeri KıyafetlerSalonu, Çadırlar Salonu, Şehitler Galerisi gibi bölümler yer almaktadır. İsmini burada yazmadığımız salonlarla birlikte müzenin salon sayısı yirmi sekizdir. Ayrıca belirtilmesi gereken bir husus da, halka açık mehter konserleridir. 500 kişilik modern Atatürk salonunda müzenin açık olduğu günlerde her gün 15:00-16:00 saatleri arasında mehter müziğinin tarihçesini anlatan multivizyon ile yirmişer dakikalık iki seans halinde verilen konser ilgi çekicidir. Türk-İslâm Eserleri Müzesi Vaktiyle İbrahim Paşa’nın Sarayı olan bina, bugün Türk İslâm Eserleri Müzesi adıyla hizmet vermektedir. Türk ve İslam sanatı eserlerini topluca kapsayan ilk Türk müzesi olma özelliği taşır. 19.yy sonunda başlayan kuruluş çalışmaları, 1913 yılında tamamlanmış ve müze, Sinan Usta’nın eseri Süleymaniye Camii’nin külliyesi içinde yer alan imaret binasında Evkaf-ı İslâmiye Müzesi adıyla ziyarete açılmıştır. Cumhuriyetin ilanının ardından, müze bugünkü adıyla anılmıştır. 1983 yılında, bulunduğu binadan İbrahim Paşa Sarayı’na taşınmış olan müze, bugünkü binasıyla16.yy. Osmanlı sivil mimarî örneklerinin en önemlilerinden biridir. Bu bina, bulunduğu yer itibariy e çokbüyük bir öneme sahiptir; Roma dönemine kadar uzanan tarihî hipodromunhe men yanında bulunur. Hatta tarihler, sarayın Topkapı Sarayı’ndan daha büyük ve görkemli olduğunu, buruda pek çok şenlik ve kutlamaların yapıldığını, bunların yanı sıra karışık dönemler ve isyanlara sahne olduğunu yazar.
Sarayda “Halı Bölümü”, “Yazmalar ve Hat Sanatı Bölümü”, “Ahşap Eserler Bölümü”, “Taş Sanatı Bölümü”, “Keramik ve Cam Bölümü”, “Maden Sanatı Bölümü”, “Etnografya Bölümü” gibi teşhir salonları yer alır. Etnografya bölümü, müzenin en genç bölümü olup koleksiyonunda, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, çeşitli yörelere mahsus kıyafetler, ev eşyaları, el sanatları, konar-göçer çadırları yer alır. Yazmalar ve hat sanatı eserlerinin sergilendiği bölümde, 7. yüzyıldan 20.yüzyıla kadar uzanan geniş bir koleksiyon yer alıyor. Emevî, Abbasî, Mısır, Fatımî, Eyyubî, Memlûk, Moğol, Türkmen, Selçuk, Safavî, Kaçar ve Anadolu beylikleri ile Osmanlı hat sanatının önemli eserlerinin bir arada görülebildiği ender bir koleksiyon…Dahası, buradaki yazmalar, gerek yazı stili, gerek cildi bakımından ilgi çekicidir. Ayrıca, üzerinde Osmanlı sultanlarının tuğraları bulunan fermanlar, beratlar, minyatürlü yazmalar, divanlar, bu alanda müzeyi dünyanın önemli mekanlarından biri konumuna getiriyor.
Diğer müzeler
Bu saydığımız müzelerden başka, müzecilik tarihindeki ya da alanındaki önemi sebebiyle olmasa da ilginçliği açısından, bu sınırlı sayfalarda kısaca bahsedebileceğimiz birkaç müze daha var. Bunlardan biri Taksim’deki Ufo Müzesi. Dünyada Amerika, Japonya ve İngiltere olmak üzere sadece üç yerde bulunan Uluslar arası Ufo Müzesi’nin dördüncüsü İstanbul’da yer alıyor. Müzede, sergi bölümü, kütüphane görsel araçların kullanıldığı izleme odası yer alıyor. Bozdoğan Kemerlerinin hemen yanında yer alan Karikatür ve Mizah Müzesi de bu kapsamda değerlendirilecek bir diğer müze. Burada Türk ve dünya karikatür sanatının ünlü isimleri ve örnekleri çeşitli sergilerle tanıtılıyor. Mizah kitaplığı ve arşivi görülmeye değer. Ayrıca, dileyen herkese, bir uzman gözetiminde özgün baskı atölyesinde çalışma imkanı sunuluyor. Otomobil tutkunlarını da unutmamışlar: Tarabya’daki Klasik Otomobil Müzesi, geçmişin rüyasını yaşamak isteyenleri bekliyor. Otomobil tarihinde her biri kilometre taşı olmuş klasiklerin yer aldığı müzede altmışın üzerinde otomobil sergileniyor. İstanbul Oyuncak Müzesi, şair ve yazar Sunay Akın tarafından kurulmuş bir müze. Sunay Akın, oyuncak müzesini davetli olarak gittiği bir etkinlikte, ilk defa Almanya’da görerek etkilenmiş ve o an böyle bir müzeyi İstanbul’da kurmaya karar vermiştir. Bunu takiben, yurt içi ve yurt dışından topladığı yaklaşık 4000 adet oyuncağı, Göztepe’de ailesine ait tarihi bir köşkte sergilemeye başlamıştır. En eski oyuncak 1817 tarihli bir keman. Müzede zaman içinde kaybolan oyuncakçı dükkanları da canlandırılıyor, yaşatılıyor. Çocukluğunu özleyenler için iyi bir fırsat! Siz ne dersiniz? Efendim, müskirat diye tabir edilen keyif verici madde meraklılarına da Tekel Müzesi’ni tavsiye ederiz. Unkapanı’ndaki müze, çok yeni, 1985 tarihli; kayıtlı eserleri de 300 civarındadır. Burada görebileceğiniz ilginç birkaç eser arasında, Atatürk için yapılan ilk sigara örnekleri; sigara paketleme makineleri, kalite kontrol cihazları(!), Türkiye’de üretilen tütün tipleri; bunlardan başka eski tip kaloriferler, çini sobalar… Havacılıkla ilgilenenler için Yeşilyurt’taki Havacılık Müzesi; denizcilik sahasında Beşiktaş’taki Deniz Müzesi ziyaret edilebilir. Deniz Müzesi’nde görülmeye değer eserler arasında, tarihi kayıklar galerisinde yer alan ve dünyaca bir benzeri olmayan Osmanlı saltanat kayıkları yer alır; bu kayıklar, tamamen orijinal şekilleriyle korunup sergilenmektedir.Bankacılık tarihi ve eserleri açısından Eminönü’ndeki Osmanlı Bankası Müzesi; uhrevi bir dinginlik arayanlar için zengin yazmaları, tasavvuf musîkisi enstrümanları, haziresindeki hâmuşân( kabristan için kullanılan ve ‘susanlar’ anlamına gelen Farsça bir tabir) ve burada yer alan ilginç mezar taşları ile klasik Osmanlı edebiyatının meşhur simalarından ve aynı zamandapostnişin olan Şeyh Gâlib Dede’nin türbesinin bulunduğu Galata Mevlevihanesi veya Divan Edebiyatı Müzesi kayda değer müzelerimizdendir. Diğer adı Kulekapı Mevlevihanesi olan bina, İstanbul’daki ilk Mevlevi dergahı olma özelliğini taşır. Ve son olarak müzeler şehri İstanbul’da yer alan belli başlı eserlerin minyatürlerinin sergilendiği Miniatürk’ü anmadan geçmeyelim. Çok az vakti olup İstanbul’u genel hatlarıyla tanımak ve tarihi eserlerini görmek isteyenler için tavsiyemizdir. Özel ses sistemi ve efektleriyle tanıtıcı bilgiler de vererek, görselliği bilgiyle desteklemekte, zenginleştirmektedir.
Müzeler Şehri İstanbul – Bu yazı 2007 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 6. sayısından alınmıştır.