Cuma , 4 Ekim 2024

O Dağ: Erciyes

Çocukluğumda “O Dağ” dı Erciyes benim için.. “Uzaktaki Dağ”dı.. Dedemin Peygamberimizin savaşlarını anlattığı hikayelerdeki Uhud dağıydı o. Neşet Ertaş’ın türküsünü dinlerken “gönül dağı”, Dadaloğlu’nun feryadındaki “bizim dağlar”, masallardaki “kop dağı”.. Hepsi Erciyesti.. Erciyes hepsindeydi.. Hızır’ın sığdığı yerdi, erenlerin ve dervişlerin inzivaya çekildiği mekan… İnsana uzaklıktı ve Allah’a yakınlıktı.. Saflık ve berraklıktı.

Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz

Biliyordum ki Erciyes yalnızca bir “dağ” değildi.. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde Erciyes’i anlatırken belirttiği “ricalu’l gayb” makamıydı Erciyes.. Arafat dağından, Tur dağından, Nur dağından esintiler vardı.. Erciyes bir dağdan öte, bir mana, bir ruhtu..

Dağlar.. Yeryüzünün direkleri.. Gözleri.. Hatta yüzleri… Öyleyse Erciyeste benim gözüm, benim yüzüm benim ruhumdu..

Bir dağın insanı sevebileceğini, onun bir gönlü ve yüreği olduğunu, bir ruh ve mana taşıdığını Peygamberimizin Uhud dağı için söylediği “Uhud bizi sever biz de Uhud’u severiz” hadisini işittiğimde anlamıştım.. Dağların insandan önce emanete muhatap olduğunu duyduğumda ise, varlık-yokluk, canlı-cansız v.b kavramların içi boşalmış adeta yeniden dolmuştu.. Artık biliyordum ve emindim ki hiçbir dağ yalnızca “dağ” değildi.. Dağ; sığınılan, konuşulan, sohbet edilen,varılan, erilen, gidilen, bilinen, sevilen bir yerdi.. Dağ tevhidti, vahdetti.. Dağ bilinci olmayan ve dağı bilinçle anlamayan “Bir” ve “Biz” olmayı anlayamazdı.. Eşya ve hadiselere bir bütün olarak bakmak, aidiyet duygusunu yitirmemek, varlığı idrak edebilmek, hakikate giden yolu yürüyebilmek dağı bilmekle ilgiliydi.. Dağlanmak dediğimiz şey aslında kemal duygusuyla ilgili, olmakla ilgili bir şeydi.. Dolayısıyla dağlanmak bir oluştu, bir bütünleşmeydi.. Aidiyette tekrardı.. Dağ gibi insan, dağlaşan insandı.. Bunun içindir ki her insan dağlanamaz ve her insan dağlaşamazdı..

Evliya Çelebi’nin ricalu’l gaybın toplanma yeri olarak tanımladığı Erciyesi bir de bu pencereden bilmek gerek.. İnsan dağda buluşur, dağda erer, dağda bilir ve dağda olur.. Peygamber ve velilerin dağlarla birliği ve muhabbeti bundandır.. Dağ bir makamdır.. Dağ bir tecelligahtır.. Her şey O’nun bir tecellisiyken ve O’nunla tezahür ederken, O özel olarak dağa emaneti teklif eder ve dağa tecelli eder.. Seçtiği insanları dağa çağırır.. Öyleyse tecellinin “en” olduğu “yakin” olduğu yerdir dağ.. Tecellinin Nur olduğu yerdir.. Tur’u nurlandıran Hira’yı içinde taşıyanı nurlandırmaz mı? Bir kaya parçasını Nur dağı yapmaz mı? Sevr’i sine yapıp saklamaz mı? Uhud’ta kucağını açıp korumaz mı? Arafat’ta beklemez mi, bekletmez mi?

Bugün insanı beşeri gözün gördüğüyle sınırlayan, onu et ve kemik olarak gören bir zihniyet, dağı da taş, kaya ve toprak olarak görür. Zahiri hakikatiyle bilmez ki batını idrak edebilsin.. Ruhunu bilmeyen bir insanın dağı bilmesini bekleyemezsiniz.. Özünü anlamaktan aciz hatta onu inkara memur bir insan neyi anlayabilir ki? Nasıl ki bir veli bir peygamberin kokusunu taşırsa, önceki velilerin ruhunu yansıtırsa, Erciyese baktığınızda  Tur dağındaki Nuru, Hira’yı içinde saklayan Nuru, Sevr’i, Uhud’u, Arafat’ı göremiyorsanız aidiyet duygunuzla ve mana boyutunuzla ilgili bir sorununuz var demektir.. Erciyes’te bir Nur göremiyorsanız, Erciyes’i bir Hira, bir Sevr, bir Uhud yapamıyorsanız, Erciyes’te olamıyor ve bekleyemiyorsanız bir kopuş ve bozuluş halindesiniz demektir. Diğer deyişle ne hayata dair bir kaygınız ne de öte dünyaya dair bir çileniz var demektir..

Öyleyse her dağ gibi Erciyes de bir Medine tasavvuru.. Bir hicret bilinci..  Bir hayat ve medeniyet sancısı.. Bir bakış bir görüş, bir okuyuş.. Oysa modern tasavvurda dağ bir düşman, bir soğukluk, bir uzaklık, bir bedavet, bir ilkellik ve bir vahşet!!! Kuşatılması gereken, ehlileştirilmesi gereken bir mekan.. Dağ sadece taş ve kaya…

Erciyes’i anlayarak Medine’yi oluşturamazsanız, Medine’yi oluşturamadığınız gibi Erciyes’i de yok edersiniz.. Dağ tüketir mi, tüketilir mi? Anlayamazsanız elbette tükenir ve tüketilir.. Dağ Medine’nin ruhudur.. Bugün ruhunu kaybetmiş kent, dağı, dağları da yok ediyor.. Dağın ruhu olduğunu bilmiyor.. Dağı kendine benzetiyor.. Dağın manasını tüketiyor.. Çünkü her şeyin metalaştığı bir dönemde dağ da tüketilir, dağ da buharlaşır.. Dağda ermek ve dağda erimek yerine insanlar artık dağı eritmeye çalışıyor.. Tabiata hakim olma ve hükmetme duygusu onu tüketmeyi beraberinde getiriyor.. Ve dağ ağlıyor..

Yüreğine ve gönlüne Yaradanını sığdıran insan, modernleştikçe, bireyselleştikçe, rasyonelleştikçe zamana, mekana ve dağlara sığmıyor.. Bunun içindir ki her şeyi tahrip ediyor.. Oysa dağda insan kendini seyreder; kendini, geçmişini ve hatta geleceğini… Sırat da bir dağda kurulur.. Öyleyse hem kıyamettir dağ hem hayattır.. Havva Arafat’ta Adem’ bekledi.. Adem dağa yükseldi, kadına yükseldi, kadınla yükseldi.. Ve hayat oldu.. Adem dağda buldu onu, aradı, tırmandı, yükseldi, buldu, yüceldi.. Kadın dağdı, kadın yardı.. Uçurumları vardı kadının, yarları vardı.. Ve her kadın aslında Havva’nın şahsında bir dağ, bir uçurum, bir yardı..

Dağlar.. Alemin kalbi ve gönlü.. Nasıl ki insan kalbini ve gönlünü idrak edemediğinde eksikse, dağları idrak edemediğinde de eksiktir.. Dağ bilmekle ilgili.. Dağ ermekle ilgili.. Bilen erer.. Eren bilir.. Erenin bilmesi zorunludur fıtridir.. Ve dağ belki de sırf bu dünya bağlamında birliği, bilinci ve özgürlüğü temsil edendir.. Dağlarda bir olma, dağ ile bir olma, dağlanma ve dağlaşma, Allah nezdinde kendini yok edip mutlak birliği idrak etmeye benzer.. Dağda olmanın bilinci veya dağ ile olmanın bilinci ise varoluşunu idraktir.. Bunun tabii sonucu  tüm bağlardan ve bağlantılardan kurtularak, tüm ayak bağlarından, geçici ve arizi olandan soyutlanarak kendini mutlak anlamda özgürlüğün eşiğinde bulmaktır.. Öyleyse dağ özgürdür, dağda olan özgürdür..

Dağın dili ve kulağı vardır. Dağ konuşur ve dinler.. Çoban ini mevkiinde koyunlarını otlatan Ali emmiye “ bu sessizlikte, bu ıssızlıkta, bu yalnızlıkta sıkılmıyor musunuz, usanmıyor musunuz, bunalmıyor musunuz, nasıl vakit geçiriyorsunuz” dediğimde, asasına yaslanarak; “dağınan konuşmaya alışan sıkılmaz” dedi ve devam etti.. Dağı, rüzgarı, suyun sesini, pınarların türküsünü dinleriz, çiçeklerin kokusuyla sohbet ederiz, kuşların sesine eşlik ederiz, koyunlarımızın melemesine katılırız, karışırız ve sıkılmayız dedi. Biz dağınan dağ da bizinen konuşur dediğinde ise gözlerindeki ışıltı tarif edilemez türdendi.. Hep dağ dondurmaz ya adamı, bazan ağustos sıcağında dağda dağlaşan bir adam sizi iliklerinize kadar dondurur..

Dağ ile sohbet etmeyi bilen, rüzgarın, suyun ve çiçeklerin dilini anlayan birisi için yalnızlık mümkün mü? Aslında şehirde kendini “kalabalıklaşarak ve çoklaşarak” yok eden insan, dağda “yalnızlaşarak ve azlaşarak” çoğalıyor.. Çokluk o kadar az ki ve azlık o kadar çok ki..

İnsan Allah ile alem arasındaki berzah.. Dağlar da insan ile Allah arasındaki berzah.. Dağda yücelici ve yüceltici bir şey var.. Beni, benliği yok edemeyen, Hak’kı ve hakikati anlayamaz.. Dağ bu alemde ben’i yok eder.. Canı içinde bir can olduğunu bilen ve kendinin de bir can içinde olduğunu bilen anlar bunu.. Dolayısıyla dağ, bir’dir, birliktir, bir-leşmektir.. Dağların sıfatının ululuk olması tesadüf müdür? Asla!!!

Dağı bilenin kendini bilmesi, dağı bulanın kendini bulması; tıpkı Hak’ta kendini bilmek ve bulmak gibidir.. Tıpkı sevgilide kendini bulmak ve bilmek gibi.. Dağ vuslattır öyleyse.. Çünkü dağ dağa kavuşmaz ama dağa kavuşulur, dağ kavuşturur.. Dağın zirvesine çıkmak bir tevhid, birlik halidir. Vuslatın en üst noktası.. Dağı aşmak ise ona hükmekmek değil, onu idrak etmek onu kendinde bilip kendini onunla bilmektir..

Sufilere göre Allah kendini alemde seyreder.. Alem aynadır.. Sevenin sevgilide kendini seyretmesi.. Sevilen seveni perdesiz müşahade edemeyeceğine göre, sevilen ise kendini ancak dağlarda seyredebilir.. Sevenin tecelli ve tezahür makamında.. Bundandır ki insan dağda her şeyden soyut, sırf kendini görür, kendini bilir, kendini seyreder..

Her şeyi birleyen aşık, birleştiren aşktır.. İnsan aşık, dağ aşktır.. Tecelli merkezidir.. Dağ aşktır çünkü bir-leştirir..

Rahmetli Muharrem Ertaş’a “şu dağlar ulu dağlar, gölgesi koyu dağlar” türküsünü çığırdıktan sonra sormuştum: Buradaki ulu dağ hangisidir diye.. Ulu dağ Erciyes’tir demişti Karacaoğlan’ı çağrıştırarak.. Nitekim kara sevdanın yanık gönülü Karacaoğlan da Erciyes’i dağların ulusu ve piri olarak niteler:

“Karacaoğlan bitirdim çağı

“O yüce Binboğa, Bolkar’ın dağı

Soğanlı yücesi, koca Beydağı

Erciyes ulumuz, pîrin var dağlar…”

Erciyes bekliyor.. Yeniden bir Havva’nın gelmesini ve Adem’ini beklemesini bekliyor.. Bir Adem’in kendinde yücelmesini ve kendini yüceltmesini bekliyor.. Musa’nın isteyişini, konuşmasını, özlemini bekliyor.. Hira’sını oluşturacak nefesi bekliyor, Sevr olmak istiyor.. Çünkü Sevr’de kurulmuştu, Medine.. Hira’dan, Nur dağından aydınlanmıştı Mekke.. Mekke’nin putları Hira’da kırılmıştı..

Erciyes Arafat olmak istiyor.. Erciyes Tur’u bekliyor, Nur’u bekliyor..

Ruhunu geri istiyor…

Bu yazı 2012 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 70. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir