Yazı ve Fotoğraflar: Hakan Özhan
Prag
Tarifi imkansız bir tarih dekoru Prag. İnsanı hemen içine alan, sımsıkı kavrayan ve asla bırakmayan, zaman kavramını sorgulatan, sanki bir rüya, bir gerçeküstü alemin içinde dolaşıyormuş hissi veren, kendinizi bir masalın kucağında mışıl mışıl uyuyormuş da birazdan uyanı verecekmişsiniz zannettiren bir kent. Ama biraz bize yabancı. Çünkü doğunun serin kubbeleri, mistik dekorları, içten insanları yok burada. Barok, gotik, roman, neo-klasik kısacası mimarlık tarihinin bilumum sanatsal akımlarına ait gösterişli izlerini bulmak mümkün de küçük bir İstanbul çeşmesinin sıcaklığını ve duygusallığını rastlamak mümkün değil. Rönesansla şahlanan şehircilik anlayışı safha safha, halka halka eski şehirden dışa doğru görülebiliyor. Dekor öylesine eksiksiz ve mükemmel ki, tam beşyüz yıl öncesinde olduğunuz söylenebilir eski şehrin sokaklarını dolaşırken. Gözlerinizi kapasanız; demircilerin çınlayan çekiç darbelerini, taş parkeli yollarda atların nal seslerinin oluşturduğu melodiyi duyabilir ancak bir tramvay sesiyle hayal aleminden sıyrılabilirsiniz.
Herhangi bir şehirde insanın ilk dikkatini çeken şey dekor ikincisi insandır. Dekorun mükemmeliyetini insan unsurunun tamamladığını söylemek zor Prag’da. Belki yıllık yirmi milyon ziyaretçiden yorulmuşlardır, belki eski ihtişamlarından sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu gölgesinde kalmışlığı hazmedemeden 2. Dünya Savaşının ardından Yalta’da yapılan konferansta komünist Rusya’ya bırakılmışlığın acısını hissediyorlardır, belki AB üyesi olmalarına rağmen ekonomik zorlukları ve hayatın pahalılığını düşünüyorlardır. Her ne olursa olsun Akdeniz insanında bildiğiniz o sıcakkanlılıktan eser yok burada. Akşam dokuzdan sonra koca şehir uykuya dalıyor. Sokaklar ziyaretçiler ve sarhoşlara kalıyor. Zira sabah beşte işbaşında olmak zorundalar. Öğleden sonra iki-üç gibi resmi daireler, altı civarında da dükkanlar ve özel işletmeler kapanıyor. Akşamın ve gecenin en güzel saatlarini, ziyaretçileriyle geçiriyor Prag. Harikulade binalarının üzerine gece mavisi tülünü geçirip büyüleyen dekorunu muhteşem romantizmi ile tamamlıyor. Bundanda hiç şikayetçi değil zira her milletten binlerce insan aynı coşku ve hayranlıkla Pragı seyre dalıyor, sabahın ilk ışıklarına dek.
Vlatava’nın ikiye böldüğü orta Avrupa’nın bu romantik şehri Bohemya kristalinin ana vatanı. Ticaretin getirdiği zenginliğin mimariye yansıması her sokakta göze çarpıyor. Hemen her cadde başında yer alan gösterişli butikleriyle hala Avrupa’nın kristal ticaretinin başkenti sayılabilir. Prag denince akla geliveren şeylerden biri de hiç şüphesiz ‘Prag Baharı’ tanımıyla tarihe geçen, 1968 yılında ülke yönetiminin ‘yumuşak’ sosyalizme geçişinin ardından bütün dünya kamuoyunun gözleri önünde Rus tanklarıyla işgali. Bu tarih “demir perde”nin kırılma noktasıydı adeta. Bir Rus tankının 20 cm’lik top namlusuna göğsünü açan Çek genci hala dipdiri hafızalarda. Onun gibi 100 gencin Prag meydanlarındaki cesetleri de öyle. Ya Aleksandre Dubcek yaşasaydı bugün neler düşünürdü acaba? Dünya kimseye kalmıyor. Ve bugün şehre yıllarca tepeden bakan Stalin’in yerinde yine aynı boyda dev bir metronom yükseliyor. Yıllık 20 milyon ziyaretçisine yine özgürlük şakıları söylüyor Prag! 1968 yılının konjünktüründe kendisine yapılan tecavüze sessiz kalanlar utansın diye. Ama bugün Avrupa Birliğinin göbeğindeki Prag, 1989 da gerçekleşen ‘kadife devrim’in nimetlerinin tadını çıkarıyor. Yıllık 15,000 dolar milli gelir ve yeni yönetimle gelen refah ‘eski’ devri çoktan unutturmuş.
Şehrin kültürel kimliği belki de turistlerin temel ziyaret sebebini oluşturuyor. Adım başı bir kültürel etkinlik göze çarpıyor. Hem de yılın her günü. Yayalara ayrılmış Charles köprüsü civarında ellerinde konser, tiyatro, gösteri,sergi, sinema afişi dağıtan gençlerin çokluğundan da kolayca anlaşılabiliyor bu durum. Organizasyonların tek nedeninin turizm olmadığı, etkinliklere katılan Çeklerin çokluğundan belli oluyor. Nüfusu bir milyonu biraz geçen bu küçük kentin nasıl olup da bu kadar etkinliğe sahne olduğuna şaşmamak gerek. Çok okuyan ve yazan bir millet Çekler. Bir kaç milyonluk nüfuslarına rağmen yetiştirdikleri Joraslav Seifert, Milan Kundera ve Vaclav Havel gibi dünya edebiyatında söz sahibi edebiyatçıları ile bunu ispatlıyorlar. Bizim Nazım Hikmet de kalmış Prag’da. Gönül verdiği sosyalizmin başkentlerinde bir ömrün yarısını harcamış. Prag’lıların şaire sahip çıktıkları, kütüphanelerinde o yıllardan kalma Çek diline çevrilen şiirlerinin hala bulunmasından belli. Bu sahip çıkışa rağmen şiirleri o kadar iç burkuyor ki. Prag onun için bir zindan adeta! Şair; Goethe’nin ünlü eseri Faust’un kahramanı ile aynı adı taşıyan evi ziyaret edişini ve Faust’a ‘İstanbul’u bir dakika görmek için ruhunu ona satmaya hazır olduğunu’ söylediği dizelerde doruğa çıkıyor memleket hasreti.
Aslında gündüzün de, gecenin çekiciliğinden aşağı kalır yanı yok burada. Alışveriş olsun, gezme ve görme olsun, bütün aktivite şehrin tam kalbinde. Bir şehri yürüyerek tanımak, daha doğrusu yürüme mesafesinde bunca olağandışı dekoru ve aktiviteyi gözlemleyebilmek her şehre nasip olmayan bir üstünlük. Ziyaretçiler içinde bir kolaylık. Biraz da bu sebepten Vlatavanın tarihi gerdanlığı Charles Köprüsü günün her saati ziyaretçi kaynıyor. 5 dakikada portrenizi çizen ressamlar, solo konser veren müzisyenler, kuklalı ve akordiyonlu dilenciler arasında adeta bir masal dekoru sunuyor. Tabi şehre hakim, enfes manzaralar sunan kuleleri de unutmamak lazım. Çıkarken biraz yorulsanız da korkuluklara vardığınızda karşılaştığınız manzara nefesinizi iyiden iyiye kesiyor.
Prag uzun süredir özlemini çektiğiniz nostaljiyi, pastel tonlu süslü binaları ve ortasından nazlı nazlı akan Vlatava ile sunmakla kalmayıp, bu tabloya başarı ile romantizm fonunu ekleyip size sunuyor. Sanatın her alanında, edebiyattan müziğe, mimariden resme ilgi alanınızı tatmin ediyor. Kendisine yapılan bütün acımasızlıkları unutuyor, ‘gülüşün’ ve ‘unutuşun’ şehri olduğunu hatırlatıp daracık sokaklarında sizi kaybolmaya davet ediyor!
Ocak’ta Nereye Gidilir? – Bu yazı 2008 yılının Ocak ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 12. sayısından alınmıştır.