Hepimiz onu Yaprak Dökümü dizisinin kötü karakterli gelini Ferhunde olarak tanıdık. Gerçek adı Deniz Çakır olan oyuncunun bilinmeyen yönlerinden biri de fotoğrafçılığa olan ilgisi. Fotoğrafı kendisine yol arkadaşı edinen Çakır’la keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Bize yeni projesi ‘Rabarba’dan bahseden sanatçı, fotoğrafı ‘inanılmaz bir yol arkadaşı’ olarak tanımlıyor.
Röportaj ve Fotoğraflar: Muhammet Erkam Bülbül, Volkan Turp
-Fotoğrafla nasıl tanıştınız?
Aslında bilinçli olarak bundan çok haz duymam, kendimi tanımam ve kendi geçmişimle alakalı fotoğrafta çok şey bulmam. Fakat kendi çocukluğuma dair fotoğraflar bana çok şey anlatır.
Bir başka dönemime ait fotoğrafımı gördüğümde, sanki o dönemin kokusu gelir burnuma ve fotoğraf canlanır gözümde. En başta kendi fotoğraflarımdan ve kendimi çok fazla hatırlamadığım dönemleri hatırlamaya çalışırken bulduğum lezzetten yola çıktım diyebilirim.
Ama bir fotoğraf makinesi edindikten sonra, fotoğraf çektikçe ve çektiklerime geri dönüp baktıkça, fotoğrafların bana hatırlattığı şeylerin çok güzel olduğunu fark ettim. Mesela ortaokulda, lisede en çok benim fotoğraflarım vardır, tanıdığım herkesin her haliyle fotoğrafı vardır. Tabi o zamanlar buna bir ad koyamıyordum. Kısacası adı konulmamış bir zevkti benim için.
Daha sonra sahne işine girdiğimde tiyatro fotoğrafları çok ilgimi çekmeye başladı. Şöyle ilgimi çekti; çok büyülü oyunlar yapıyoruz. Müzikleri, ışıkları vs. Ama çekilen fotoğraflara bakıyorum hiç oyunu yansıtmıyor. Hiç önem verilmiyor. Devlet tiyatrosunda sözleşmeli olarak işe başladım. Görseli çok güzel bir oyun. Her şeyi yapılıyor her şeyi özenle hazırlanıyor. Sonra ‘provada oyun fotoğrafları çekilsin’ deniliyor. İnsanlar oyundan önce fotoğrafları ve afişleri görüyorlar. Ama o fotoğraflar özensiz ve lakayt çekildiği için oyunu hiç yansıtmıyor. O zaman bu durum çok canımı sıkmıştı.
Daha sonra dizi sektörüne girdim. İnsanlar kamera önündeki halimizi biliyorlar sadece. Fakat kamera arkasındaki anlarımızı, set çalışanlarının durumlarını, sürekli bir şeyler yetiştirme çabası var. Bende bunları göstermek için aslında sette başladım diyebilirim. En uzun soluklu çalıştığım Yaprak Dökümü’nde. Kamera arkasında kahramanlar dediğimiz insanların oradaki mücadelesi, zor şartları; bir taraftan da ‘bir drama çekiyoruz ama arkasında çok eğleniyoruz’u göstermek için Yaprak Dökümü’nün set arkası arşivi diye çektim aslında. Ve çektiklerimi Mesude’ye (dizinin yönetmeni Mesude Eraslan) gösteriyordum. O da bana çok güzel kadrajımın olduğunu söylüyordu. Bunları duyunca iyice hevesim arttı. Daha sonra fotoğraf makinemi değiştirdim. Zaten fotoğrafta öyle bir macera ki; makineyi alıyorsun daha sonra o lens, bu lens derken seni kendi dünyasına alıyor hemen.
O kapıyı açtın mı, o kapıdan bir şeyler geliyor hep. Ve ben malzeme olarak insan çekmeyi seviyorum. İnsanlar değişiyor, durumlar değişiyor, benim içinde bulunduğum durumlar değişiyor. Dolasıyla çok fazla fotoğraf çıkabiliyor.
Yani ‘ Ben fotoğraf çekmeyi seviyorum, boş zamanlarımda oyunculuktan sonra zevk aldığım şey fotoğraf çekmek.’ Cümlesini kurduğum zaman Mesude’nin ‘kadrajın çok iyi’ dediği zamandır. Çünkü güvendiğin bir yönetmenin bunu söylemesi çok teşvik edici bir şey.
-Kaç yıl öncesi diyelim buna ?
3 yıl önce diyebiliriz. Yaprak Dökümü’nün ikinci sezonuydu. Uzun soluklu bir işin fotoğraflarını çekince çok güzel şeyler ortaya çıkıyor. Mesela dizide evin küçük kızını oynayan Şebnem vardı. Bende, geldiğinde dişleri olmayan fotoğrafları var. 5 yaşındaydı çünkü. Şimdi 10 yaşında geç kız oldu, yüzünün hatları bile değişik. Bunlar fotoğraflarla çok güzel ifade ediliyor. Çok güzel bir belge fotoğraf. Çok büyülü bir yanı var ve tek başına da yapabileceğin bir şey. Bu çok önemli bir şey. Mesela ben dansı da çok severim. Dans etmekten çok zevk alırım ama çoğu zaman bir partner isteyen bir iş bu.
Yani senin gibi aynı zevki aynı zaman diliminde yaşayabilecek birini bulman gerekiyor. Ama fotoğraf öyle değil. Senin en iyi tatil arkadaşın. Makineni alıp gidebilirsin. Karşılıksız. Birbirinize ne kadar çok vakit ayırırsanız o kadar iyi arkadaş olursunuz. Yani bir farklı dilde kurduğum inanılmaz bir yol arkadaşı.
-Peki fotoğraf konusunda usta diyebileceğimiz biriyle çalıştınız mı? Yani ‘şu bana bir şeyler öğretti’ dediğiniz biri oldu mu ?
Aslında usta diyebileceğimiz birinden yok. Arkadaşım var Serdal Güzel. Aslında reklamcı ama o da fotoğraf çekiyor. Onunla bir projeye başladık. Proje esnasında çok şey öğretti , çok destek oldu. İstanbul sokaklarında turladık, Kapalıçarşı’ya gittik fotoğraflar çektik birlikte.
-Kendinizi fotoğrafçılığın neresinde görüyorsunuz ?
Ben fotoğrafçılığı hiç bir zaman meslek olarak görmedim. Benim için önemli olan benim fotoğrafın neresinde olduğum değil, fotoğrafın benim neremde olduğu. Ben ruh hali çok sık değişen bir kadınım. Fotoğraf şu an benim kalbimde. Ama bazen omzuma geçtiğinde onu terk edip, başka bir şeyle ilgilenebilirim. Sonra tekrar kalbime kayabilir. Fotoğraf bedenimde hep var. Bu benim hobim, beni heyecanlandıran bir şey ama mesleğim değil. Ama fotoğraf heves değilmiş onu anladım hayatımda. Uzun zamandır var hayatımda ve ismi geçtiğinde hala heyecanlanıyorum. Hadi bir şeyler yapalım diyorum. Dolayısıyla hayatımda önemli bir yerde.
-Yani fotoğrafçılık sizin için meslek değil daha çok yol arkadaşı diyebilir miyiz ? Yol arkadaşı kelimesini siz söylediniz çünkü.
Aynen öyle. Ben yaşamın merkezine yaşamayı koyuyorum. Dönem dönem aşkı koyduğum oldu, dönem dönem tiyatroyu, sahneyi koyduğum oldu. Ama bunların çok doğru olmadığını anladım. Yani hayatın merkezine aşkı koyduğunuzda, aşkı kaybettiğiniz zaman dengeniz bozuluyor. Ya da ilk konservatuardan mezun olduğum zaman benim için her şey sahne ve tiyatroydu. Mesela bu da sapkın bir düşünce. Merkeze yaşamı koyduğunuzda yaşamınızı nasıl kaliteli geçirebilirsiniz, nasıl mutlu geçirebilirsiniz, nasıl doldurabilirsiniz noktasında asıl olan yaşam oluyor ve bir şey çıktığında o denge bozulmuyor. Dolayısıyla yaşamı bir yolculuk olarak aldığımda da seçtiğim bir yol arkadaşı benim için fotoğraf. Bir sürü fotoğraf çekiyorum, iki tane projem var hatta bir sürü sergi bile açsam günün birinde ben fotoğrafçıyım demeyeceğim. Benim mesleğim değil bu. O zaman gerçek fotoğrafçılara çok ayıp etmiş olurum. Yol arkadaşım doğru kelime.
-Sokaklara inip fotoğraf çeker misiniz, bundan zevk alır mısınız yani ?
Şöhret olmak. İşte bu noktada sorunlar yaşıyorum açıkçası. Mesela yurt dışında çok rahat oluyorum. Ama bazen bu dezavantaj , avantaja da dönüşebiliyor. Şöyle ki; bazen Kapalıçarşı’ya gidiyorum esnafı çekmek için. Esnafla konuştuktan sonraki ruh halinin fotoğrafını çekmek istiyorsam, ünlü olmam işime yarıyor diyebilirim. Muhabbete girmem kolay oluyor. Orada alışveriş yapan biri olsam cevap verir döner. Ama bu kanaldan girince sohbete onlarda daha rahat davranıyorlar. İnsanların içine çıkıp fotoğraf çekme olayını girdiğimde, ister istemez beni tanıyorlar benimle ilgileniyorlar ve doğallıklarından çıkıyorlar. Avantaj – dezavantaj bunu dengelemek lazım.
– Biraz da gezi üzerine konuşalım. Mesela gezmeyi, seyahat etmeyi sever misiniz ?
Çok severim. Yani yol yapmayı çok severim. Arabanın arkasından geri dönüp baktığımda her şeyi geride bırakma hissi bana çok iyi gelir. O yüzden ‘alıp başını gitmek’ konulu şarkıları çok severim. Bunu bir ferahlama olarak algılıyorum. O yüzden hem kendi başıma kalmak için gitmeyi hem de yeni kültürler yeni insanlar görmek için gitmeyi severim. ‘ Gitmek ‘ bende güzel şeyler uyandırıyor. Melankolik ve kötü bir durum değil benim için gitmek.
-Peki seyahat ederken nelere dikkat edersiniz? Planlı mı gezersiniz, yoksa plan dışına çıkmayı mı seversiniz? Turlarla şuraları görmeliyim diyerek mi seyahat edersiniz. Yoksa tek başıma istediğim gibi mi?
Aslında biraz planlarım. Başka bir ülke başka bir kültürse mevzu ilk olarak kalacağım yeri iyi seçmem gerekir ve rahat etmem gerekir. Kaldığım yerde rahat etmek isterim ki sonrasında iyi vakit geçireyim. Çünkü şehre çok uzak, alakasız bir yerde kalırsanız zamanı kullanamazsınız. İşim gereği zamanla yarışmak zorundayım .
-Tanınmış olmanın fotoğraf çekmeye etkisi olduğu gibi, gezmeye de etkisi olduğunu da yazıyorum.
Şöhret olmakla ilgili değil çok yoğun başka meslekte insanlarda var. Şu anda mesela para kazandığım bir işin yoğunluğu içinde değilim. Dizi yapmıyorum şu an sadece tiyatro yapıyorum. Ama kendi meşguliyetlerimi kendim yaratıyorum. Seviyorum bunu şikayet etmemem gerekir. Şimdi TEGEV’le Gaziantep’e gidiyorum. Orada ilkokul çocuklarıyla oyun çıkarıcam. Sonra oradan bir grup seçilcek burda gösteri yapacaklar. Başka bölgelerden de gelicekler. TEGEV yararına bir proje bu. Fakat bu fotoğraf açısından da bana çok güzel malzeme çıkarıyor. Çünkü inanılmaz yüzler var orada. Ben insan çekmeyi çok seviyorum. Portre çok seviyorum. Geçen sefer fotoğraf makinemi yanıma almadığıma çok pişman oldum. İnanılmazlar. Mesela hepsinin yaramazlıktan dişleri kırılmış, dökülmüş haylaz çocuklar. Kafalar yaralı bereli ama gözler pırıl pırıl. İnanılmaz aydınlık bakıyorlar.
Hem onlar yararına gidiyorum bir yandan da şöhret olmanın şöyle bir avantajının olacağını düşünüyorum. O çocukların aileleriyle tanışmam, evlerine girmem çok kolay mesela. 11 kardeşler mesela. 11 kardeş bir sürü öğrencim var benim. Ve o ailelere girip o yaşantıların fotoğraflarını çekmek istiyorum. Bu fotoğraf olayı hoşlarına giderse küçük bir kaç tane makine alacağım, onlara bu makineleri vereceğim ve bir günlerini bana kare kare anlatın diyeceğim hayatı. Kim bilir belki aralarından birine yol göstermiş olurum, bu da beni çok mutlu eder. Daha sonra bu fotoğrafları sergileteceğim. Çünkü fotoğraf benim için keşfettiğim için şanslı bir şey. Ama o çocukların öyle bir imkanları yok. O kadar zor şartlardalar ki, bir fotoğraf makinelerinin olması, o çocuklar için çok büyük ve acayip şeyler. Benim içinde inanılmaz malzeme, evlerine girmek, sofralarına oturmak. Gaziantepli bir ailenin bir fotoromanı gibi. Gaziantep’te İstanbul gibi çok zenginler ve çok fakirler var. Gaziantep’li bir çocuğun bir günüyle İstanbul’lu bir çocuğun bir gününü karşılaştırıp bunların fotoğraflarını çekmek istiyorum. Bu tarz küçük proje planlarım var.
– Yola çıksaydım Afrika’ya gitmek isterdim, Avrupa’ya gitmek isterdim gibi gezi tercihleriniz var mı?
Benim aslında hep sırt çantamı alıp gitme isteğim var. Safari arzum var. Çocukluğumdan beri bunu istiyorum. Ama bunu yapabilecek miyim bilmiyorum aslında. Çünkü bir taraftan da düzen insanıyım. Yaşamım beni buna zorluyor. Mesela geçen sene bulduğum boş bir vakitte gemiyle Avrupa’yı gezdim. Bu da çok güzeldi ama asıl istediğim şey bu değil. Sırt çantamla yola çıkıp yorula yorula perişan olmak istediğim. Saçma sapan aksilikler yaşayarak, ama dışarıdan baktığımda bunlara gülümseyerek bakarak yollarda bir serüven yaşamak isterim. O yüzden mesleğimle bağlantı kurduğumda keşke böyle bir yol hikayesini anlatan bir hikayede olsam. Çünkü bizler şöyle bir avantaja sahibiz. Sadece bir meslek seçiyoruz ama bir sürü mesleğin doyumuna ulaşabiliyoruz. Bir mimar oynuyorsun elbette bir mimar olmuyorsun ama o role çalışırken o mesleğin avantajlarını veya dezavantajlarını hissedebiliyorsun. Dolayısıyla şimdi keşke yol macerası olan bir kadın rolü çıksa bir taraftan da o yanımı keşfetsem.
– Projelerim var dediniz. Bize biraz bahseder misiniz ?
Ben bir oyuncuyum ve oyunculukla ilgili, içinde bulunduğum sektörle ilgili eleştirdiğim ortamlar var. Sendika olmaya çalışıyoruz. Çok fazla çalıştırılıyoruz. Ben bu anları fotoğraflamaya çalıştım set arkasındaki insanların zor anlarını. Bu benim kendi kendime arşiv projem. Ama bir taraftan da konservatuarlı bir oyuncu olarak hep sorarlar ‘sizce eğitim önemli mi değil mi ?’ Bence önemli ama değil. Tabii ki önemli ama konservatuarlı olmadan da kendini eğitip bir şeyler yapabilirsin. Sahnede biraz zor ama ekranda yapabilirsin. Ama mesela çıkıp hiçbir zaman kendi sesiyle konuşmayan, dublaj sanatçısının konuştuğu birisi kendini aktör sanarak oyunculukla ilgili bazı cümleler kurduğunda buna sinirleniyorum. Çünkü kendi sesini konuşamayan bir aktör olamaz. Çünkü beden neyse seste o kadar önemlidir. Çok düzgün Türkçe konuşuyor olmak da değildir kendi seslendirmeni yapmak. Neyse o. Gerçek bir aktör nasıl senin oynadığın rolü başkası seslendirsin diyebilir ki. Buna razı olunmaz zaten. Dolayısıyla buradan yola çıkarak bir itirazım vardı hep. Sonra reklamcı arkadaşım Serdal Güzel’le tanıştım. Bu onun fikridir ‘Rabarba’. Rabarba seslendirmede dublaj stüdyolarındaki kalabalık, arkadaki seslerdir, ses kakafonisidir. İlk dublaja başlayan insanlar çok önemli insanlar bile ilk dönemlerinde Rabarba’yla başlarlar. O yüzden projenin adını Rabarba koyduk. Bu projede 140 kişinin, Türkiye’deki önemli dublaj seslerinin, sesleriyle yüzlerini birleştirmek amacımız. Bu ses bu yüze ait gibi bir çalışma. Sanatçılarımızı dublaj stüdyolarına alıyoruz. Önlerine bir metin veriyoruz ve tam dublaj yaparken fotoğraflıyoruz. Mesela Mehmet Ali Erbil benim için animasyonda acayip bir sestir. Oyunculuktan geliyorsan eğer dublaj yaptığı esnada, bir fareyi seslendiriyorsan örneğin suratı şekilden şekile giriyor. Bir mikrofon, önünde bir metin ve kulaklık konsepti içinde ama farklı mimiklerde 140 sanatçıyı çektik. Bunlardan bazıları Cem Davran gibi bildiğimiz isimler. Ama bazı isimler var ki markette ‘bir ekmek’ dese, ‘ama bu ses’ diye dönersin. İnanılmaz bildiğimiz sesler. Bu projede üstte fotoğraflar altta sesleri olacak.
Bu seslendirme olayına girmemizin sebebi çok sorunlu bir sektör olması. Onların da doğru düzgün bir sendikası yok ve küçücük bir oda içinde yaşamını kazanan insanlar var. Eski sanatçıların büyük bölümü dublaj kullanırdı. Bazıları kendi dublajını yapardı. Bazılarına çok önemli filmlerde ödüller verilirdi. Çok azı ‘seslendiren insana da teşekkür ediyorum.’ demiştir. Bence bu çok önemli. Orada bambaşka bir dünya var. Çok sorunları olan bir mevzu. Dolayısıyla onlarında birlik olma, sendika kurma dertleri var şu anda. Bu projeyle bu sorunlara parmak basmak gayesindeyiz. Şöhret dediğimiz popülarite böyle bir şeye hizmet edecekse ne kadar güzel olur. Ama çok sorunlar yaşanılıyor. Bu seslendirme yapan insanlar diyorlar ki, kaç senedir bu meslekteyim çocuklarıma buradan ekmek yediriyorum ama benim daha mikrofon başında bir fotoğrafım yok. Bu yüzden çok takdir ettiler bizi ve bu Türkiye’de ilk olacak bu konuda. Çok da güzel bir proje. Bir çok kişi sonrasında belgeselini teklif etti ama belgesel bizim işimiz değil. Ama daha sonra iletişim kurulup belgeseli yapılabilir. Herkesin o kadar çok öyküsü var ki. Mesela Hint filmleri konusuz gelirmiş ama onlar duruma göre doğaçlama konuşurlarmış. İki insan konuşuyorken bunlar kesin aşıktır diye seslendirilirken filmin sonunda kardeş olduğu anlaşılırmış. Sonra dönüp başa tekrar seslendirirlermiş. Çok güzel anılar var. Çok değerli insanlar var ve ben bu insanlar için bir şeyler yapıyor olmaktan son derece mutluyum. Ama şimdi sponsor arayışımız var. Beşiktaş Belediyesi’ne gittim İsmail Ünal’a. Fakat kendisi sanat üzerinden siyaset yapmasına rağmen çok da sıcak bakmadı. Şu anda karşısında durduğum bir partinin sponsorluğunu isteyeceğim, büyük ihtimalle tamam diyecekler ve ben bunu her yerde söyleyeceğim. Çünkü sanat üzerinden siyaset yapan insanlar sadece oturdukları yerde, eylemsiz oldukları için bu noktadalar. Bizim biraz paraya ihtiyacımız var, projedeki ses mekanizmalarıyla ilgili. Ana sponsorumuz olduğu takdirde diğer sponsorlara daha rahat ulaşırız. Şu anda proje bitti ama sponsor bulunduğunda tamamlanacak.
-Heyecanla bekliyoruz bu güzel projeyi. Son olarak ‘ Işığı yakalamak’ dediğimde:
Herkesin yakaladığı ışık değil, farklı bir ışığın peşinde olmak. Ve her fotoğrafın bir gizemi var.
Bu yazı 2011 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 51. sayısından alınmıştır.